İsrail’den
gelip Balata yerleştikten bir iki sene sonrasına kadar yaz tatili ekseriyetle Balat’ın
içinde veya ona yakın Fener iskelesi parkına annemle birlikte gidip hava
almaktı.
Geri dönüş, yerleşmek,
iş kurmak, ev düzeltmek pek kolay bir dönem değil herhalde? Kimin başı
gezmelerde, tozmalarda? İnşallah buda gelecek derken gelişimizin ikinci
senesinin yaz tatilinde annemin büyük kardeşi Fırçacı Nesim amcam Heybeli
adasına ailesi ile yazlığa çıktılar.
Annem ve Babam
bütün aile fertleri tarafından çok sevilen ve sayılan kişiler. Böyle iken bizi
birkaç günlüğüne adaya misafirliğe çağırdılar.
Biz ki Balattan
ve Hasköy’ün okul yolundan başka yön görmedik. Annem günün erken sabah saatlerinde
küçük bir valiz hazırlayıp yazın Ağustos sıcağında çiçekli ince elbisesi,
bavulu ve bizler elinde Balat dışındaki dolmuş durağında nikelajları parıl
parıl parlayan Desotoya binip paket taşından örülmüş dar Unkapanı Eminönü
yolunu aldık.
Bu yol bizler
için pek bilmediğimiz için gayet enteresan idi. Bu dar yoldan koskoca otobüs ve
kamyonlar birbirleri ile çarpışmadan yan yana geçip gitmeleri, yanlardaki eski
İstanbul surlarının duvarlarına çarpmadan geçmeleri. Bu şekilde etrafa baka
baka tangır, tungur Fener, Cibali, Unkapanı derken Yemiş Yağ iskelesinden
Babamın dükkânının önünden geçip, Eminönü meydanına vardığımızda karşımızda
bütün haşmeti ile Yeni Cami ve etrafında uçuşan gri siyah güvercinleri bizleri
karşılarken dolmuştan inip, bizde oradaki insan seline karışıp caddenin ortasındaki
kırmızı beyaza boyanmış silindirin içinde mavi gri elbiseli kasketli polis
amcanın el hareketleri ile düzenlediği trafiğe baka baka önümüzdeki Eminönü köprüsüne
çıkıp sağ tarafında yürümeğe başladık.
Allah’ım burada
hava ne güzel püfür, püfür estikçe yazın boğucu sıcaklığı burada kayboluyor,
karşı Haydarpaşa, Salacak, Kadıköy, Adalardan Marmara sularında dans eden
beyazlı, siyahlı, uzun bacalı ada vapurları, motorlar, mavnalar, boğaza doğru
yol alan büyük vapurlar, martılar, martılar ve bizler.
Bu ahenk içinde bizler demir merdivenlerden
inerken adalar iskelesindeki insan kalabalığının içine karıştık. Etrafta
simitçiler, elma şekeri, horozlu düdüklü şeker, tarak, çorap satmağa uğraşan
satıcılar, iskeleye bağlı ada vapurunun kıç tarafında dolanıp duran ağır, siyah,
geniş, hantal sandallarla şeftali, armut satmağa çalışanlar yanında balık
ekmekçiler ve bunları hayranlıkla seyreden bizler. Bütün bu hengâme içinde
sıraya girip öndeki küçük pencereli gişeden beyaz kartondan ada biletlerini
almaya muvaffak olan annemin etek ve elini tuta, tuta tahta iskelenin üstünden
doğru üst kattaki birinci sınıf denen kısmın taraça kısmına girip, uzun üstü
muşamba koltuklu sıralara otururken annemin yorgunluğunu görür gibi oldum.
Ne yapalım her
şeyin bir fiyatı vardır bu hayatın, dert için değil zevk için gidiyoruz. Yan
açıklıktan gelen hafif rüzgâr sıcak olan havayı hafiflettiği sırada uzun kesik
kesik vapurun düdüğü vapurun hareketini müjdelerken taraçanın içi gönülleri
açan bir rüzgâr ile havalanmağa başlar. Bu an bana İsrail’e vapurla gidişimizi
hatırlatır gibi oldu, ne var ki bu sefer rıhtımda ne el, mendil sallayan, ne de
ağlayan bir annem vardı. Artık Sarayburnu karşımızda ne güzel bir kartpostal
görünümü Topkapı Sarayı, Sultan Ahmet Camii, arada hafif kırmızıya kaçan
muhteşem asırların Ayasofya Camii, Kilisesi...
Vapur tekmil
adalar, Haydarpaşa, Kadıköy, ne acelemiz var, vakit bizim, hava kaymak gibi kimse
arkamızdan koşmuyor, adaya gidiyor, gidiyoruz. Vapur yalnız adalılar için değil
galiba. Burası birçok kişinin nafakasını bulduğu iş yeri, biri gider biri gelir,
tarak satan, buda bedava, tablasına yuvarlak sıraladığı simitlerini satmağa
bakan simitçi, lotaryacı elinde çukulataları dizmiş dolanıyor, vapurun çaycısı,
ayrancısı, sandviççisi, karşıdan tatlı bir yasemin kokusu ile birlikte Rum
şivesi ile patlıcana saplı beyaz yasemin demetini tutan
YA SENİNDİR YA BENİM ON KURUŞU VERENİN.
Mavi sakin sularda kayan vapur sefasına doyum
olmuyor. Nihayet Kınalıada ardından Burgazada karşısında gayet şirin tek evli
küçük yeşil Kaşıkada, bütün geçtiğimiz ada iskelelerinde çıkan insanların hiç
biri koşmuyor, gayet ağır adımlarla rıhtıma doğru yürüyor, acele etmiyorlar. Neden
etsinler. Ada burada, onlar burada, aceleye ne hacet.En nihayet Heybeli plaj
koyunu ve burnu geçtikten sonra Heybeliada’nın bayraklı iskelesi görünür. Nihayet
bu hoş, güzel vapur gezintisi bitmek üzere iken annemin yüzü rahatlık içinde
iken bizleri karşısına, alır sıkı sıkı tembihler yağdırdıktan sonra valizi alıp
çıkış koridoruna indik. Duyulan konuşulan lisan benim bildiğim İspanyolca. Yazın
ada ahalisinin büyük bir kısmı bizim Yahudiler. Vapur iskeleye halat atıp
iskeleler verildikten sonra insanlar aynı diğer adalardaki gibi acele etmeden
iskele çıkış kapısına doğru yürüyüp onları rıhtımda bekleyenlerle buluşurken
bizi teyzem ve kuzenlerim karşılayıp evlerine doğru yollandık. Kaldığımız bir
hafta içinde bisiklete bindim, iskele rıhtımında cırcırlar yakaladım, plaja
gidip Asafta ızgara köfte, kızarmış patatikas yiyip denize girdikten sonra şezlongda
yatıp öğlen uykusunu tattıktan sonra akşamüstü eşekçi Hüseyin’in eşeklerine
binip hep birlikte eve döndük.
Ada hayatına
alışmağa başladığımız bir anda hafta bitmişti. Tanrı kimseyi kendi evinden
eksik etmesin prensibine uyarak teyze ve amcamın ısrarlarına rağmen anlayışlı
annem valizi hazırlayıp her şey için teşekkür ettikten sonra tekrar vapur
sefasını tattıktan sonra kendimizi Bizim Balattaki evimizde bulduk.
LA MUNCA
MIYEL KENO BULANEYE.
Balata
dönüşümüz halen devam eden yaz sıcaklarına rastlar. Çarşı Pazar gündüzleri
tenhadır, biz çocuklar ev havlularının serinliğinde kâğıt veya sigara kâğıdı, hikâye,
masal anlatmakla veya birkaç gün evvelki Milli Sinemasında gördüğümüz otuz iki
kısım birden Zoro veya Baytekin anlatılır ve bir daha yaşanır. Akşamüstü hava
serinledikçe bizler sokağa dökülmeğe başlar Sinagogun arka duvarında birdirbir,
bilye, cam misket üçgeni, sobe, köşe kapmaca, çelik çomak, kızlar seksek. Bu
akşam özel bir akşam. Bizim akranlarımız Balat dışından satın aldıkları mukavva
kutusuna koydukları beyaz gri karpit taşlarını alıp kaldırımın üstünde ufaltıp
yolun ortasında yeni açılmış küçük çukurun içine biraz su doldurup birkaç
karpit parçası atıp üstüne bezelye boş konserve kutusunu çevirip herkesin çil
yavrusu gibi dağıldığı anda kutunun büyük bir patırtı ile havaya uçması sanki
bizleri dünkü Milli Sinemasında seyrettiğimiz Erol Flayn’ın filmini tekrar
yaşatmış oluyor. Artık tekrar akşam olmadan karanlığa kalmadan bir iki misket
oyunu, bir iki hayat kâğıt oyunu eller pis, dizler kararmış, ayakkabılar renklerini
kaybetmiş, memnun, mesut ve bahtiyar köşe başına kadar birkaç çocuk, gürültü, patırtı, tatlı hayat. Her biri kendi
yoluna kendi kapısına, bizler eve çıkarken annemden yiyeceğimiz paparaya
hazırlanıyoruz.
Çarşıdaki
esnaf günün sıcağının kuruttuğu tozlu sıcak yol ve kaldırımlara ellerine
aldıkları teneke kutu ve kovalarla su serperler, hem temiz görünür hem de
serinletir. Bugün değişiklik olsun ve cebimiz belki biraz para görür diye evde
bulduğumuz birkaç oyuncak, on kere okuduğumuz resimli kovboy dergileri, eski çalışmayan
saatleri bir kutuya koyup evin önünde niyet yapar veya gezip niyet çektirir ele
gelen para ile ya yanımızdan geçen leblebiciden leblebi veya macaroz veya biraz
daha fazla kazandıysak macaroz helvası alır, seviniriz.
Akşam,
karanlık etrafa inmiştir. Akşam yemeğinden sonra annem babam evin açık pencerelerinin
önündeki mindere oturup sohbet muhabbetleri arasında yeşil gözlü Grundıg
radyosundan Hamiyet Yüceses’i veya Münir Nurettin’i dinlerken, komşuların bir
kısmı ev önüne yerleri biraz su serpip serinlettikten sonra iskemle tabure
çıkarıp geçen Pazar günkü gidip eğlendikleri düğünü konuşurlar. Bizde siyaset
konuşulmaz. Bu ya berber Sabetaya veya Pazar günü Mehmet’in kahvesine
bırakılır.
Yazın son haftaları
bitmek üzere, bayramlar kapıya dayandı. Bu bayramlar geçtiğimiz kış aylarına rastlayan
bayramlara pek benzemezler. Bunlar daha çok dini bayramlar olup aile
toplantıları pek görülmez. Kipur’dan başka ekseri babalar işe indikleri için
bayram havası ortalıkta pek esmez.
Kipur günü
bütün Yahudilerde olduğu gibi Balatta da çok önemli bir gün sayılır ve hürmet
edilir.
Babam dindar
bir insan olmamasına rağmen Kipur gününe çok hürmet verip sayan bir insan.
Bazen anlattıklarına bakılırsa annesinin babası yani babamın büyük babası Hasköy’de Rabandı, bunun neticesi olsa gerek kanında biraz dine ait bir şeyleri kaldı. İbranice
okuduğu gibi aynı zamanda Ladino Espanyol harfleri okuma yazması var.
Ekseri Kipur
günü annem bizleri onunla Sinagoga yollar. Babam Sinagogdaki herkes gibi değildir,
girdiğinden çıktığı akşam üstüne kadar Sinagogun dışına çıkmadığı gibi gözünü kitaptan
ayırmaz. Tevadaki hahamla birlikte hafif bir sesle onunla beraber okur, söyler,
hürmet eder. Annem bu küçük yaşımda babamın başını yiyor. “Nesim bu çocuğa ne
zaman Şemayı öğreteceksin’’ deyip durur. En nihayet bir akşam bu küçük yaşımda
başıma takkeyi koyup, kendi de koyduktan sonra gayet ciddi bir şekilde yatağa
yatırıp senelerce söylemeğe devam edeceğim alışkanlığı bir, bir kelime, kelime
her akşam tekrarladıktan sonra en nihayet ezbere bildim ve devam ettim.
Şema İsrael
anlaşıldığı gibi biz İsrail Oğullarının Allahtan iyi veya kötü günlerimizde
yardımını bu kelimelerle istediğimiz bir duadır. Bunun ilk örneğini İsrail’den
gelişimizin üçüncü senesinin sabaha karşı olan olayla gördüm ve hissetim. Acayip
bir uğultu ile başlayan ve arkasından bütün ev bir oraya bir buraya sallanmağa
başladığı anda hepimiz yataklarımızdan fırlamamızla korkudan bizlerin
ağlayışlarımızı babam elini başına koyup hepimizi yatak odasının kapısındaki
mezuzanın altına toplayıp hepimizi kucaklamak gayreti esnasında kalbinden gelen
bir sesle elini mezuzaya yapıştırıp ŞEMA İSRAEL, ŞEMA İSRAEL, ŞEMA İSRAEL
kelimelerini tekrarladıkça gözlerindeki korku ve heyecanı halen gözlerimden çıkmaz
oldu. Demek inanmak güzel bir şey.
Balat’taki
bizim Yahudi milleti memleketin siyasi meseleleri ile pek ilgili değildir.
GÖZLERİMİ
KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM. NO MOS KARİŞEAMOS ALOS ECOS DELOS HÜKÜMETES.
Ancak
günlerden bir gün Ahrida Sinagogunun yanındaki Demokrat Parti Ocağının
kapısında her bir yanında Türk ve mavi beyaz İsrail bayrağı konulduğu gün bizim
milletin kalpleri bir hoş oldu. Günün mevzusu bu oldu demek ki Büyük Türkiye Cumhuriyeti
Küçük yeni Yahudi Devleti İsrail’i tanımıştı. Ne kadar olsa bizler ki asırlar
boyunca korktuğumuz mezhebimizden korkmayıp ben Yahudi’yim diyebilme kuvvetine
sahip oluyorduk.
ŞEEHİYANU VE KİYEMANU VE İGİYANU LAZMAN AZE.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder