7 Şubat 2014 Cuma

8-Kış günleri, yılbaşı



Birkaç gündür lapa lapa kar yağışından okullar tatil, ortalık bembeyaz sabah ekmek kuyruğuna girip yarı pişmiş ekmekleri eve getirdikten ve ısındıktan sonra canımızın sıkıldığını yaptığımız patırtı ve gürültüye olsa gerek annem haydi paltolarınızı giyinin ve kardan adam yapmaya gidin der ve bizleri sokağa savar.

 Kış günleri biz çocukların oynaması için kısa günlerdir. Soğuk kuru havada akşamüstü eğer yerler ıslak değilse sobe, saklambaç, kuka, mümkün olup topumuz olursa futbol, iki taş arası kaleler ve arada evlerin camları, kızlar seksek veya portalde beş taş.Karlı günde sokakta pek fazla adam görülmez.  Ancak biraz hava açınca bizler gibi arkadaşlarımız sokağa çıkarlar, paltolar, kaşkollar, satın alınan veya evde örülmüş eldivenler, bacakları çizen kalın kumaş golf pantolonlar. Böyle bir günde yumuşak karın üstünde yürümek çok zevkli, ilkin sanki soğuk hissedilmez. Unuttuk galiba, ne için gelmiştik? Kardan adam.

İlkin birbirimize birkaç yumuşak kartopu salladıktan sonra, biraz kar toplayıp yerdeki yumuşak karın üstünde yuvarladıkça bizim olacak kardan adamın karnı ortaya çıkıyor. Hemen sonra biraz daha küçük bir top, bu da göğsü, haydi birbirinin üstüne karla yapıştıralım. Sıradaki üçüncü küçük top kafayı tamamladık, artık eller soğudu. Eldivenler ıslandı, ayaklar karıncalanmaya başladı. Sulu sümükler burundan sıcak, sıcak ağza yanaşıyor. Peki, böyle mi bırakacağız? Eldivenler fora, küçük ellere ağızla üfle sıcak nefesini, zıpla yerinde ısın ısına bildiğin kadar. Bu iş bitecek. Demek hava tekrar soğudu. Galiba kar geliyor. Haydi, gayret,  erkeklik öldü mü? Mahallenin kardan adamını bitirmeden olmaz.
Kömür parçalarını gözlerin hizasına, kaşları kömür tozundan sür, evden havuç bulduysak batır, burnumuz hazır, batır parmakla burnun altını, kömür tozu sür. Buda ağzımız, getir çöplükten bezelye konserve kutusunu,  alsana üşümemen için şapka, sıralama kömürler, al sana palto, ceket. Peki, bu sokağı nasıl temizlesin bizim adam, tedarik ettik evvelden çöplükteki süpürgeyi sopayı.
Hava tekrar açtı güneş etrafı ısıtır gibi oldu.

Bu sene biraz daha büyüdüm elim çivi, çekiç,  tahta tutar oldu. İki gün evvel evin iç havlusunda yaptığım kızağımla büyük annemin evinin arka tarafındaki yokuşun yolunu aldığımda heyecan ve sevinçten uçuyorum, dalıp dalıp koşuyor koşuyorum. Karşıdan gelen ses daldığım düşten uyandırır beni. TAHİİİİN –PEKMEZ...

Nihayet kızağa oturup yokuştan aşağı uçuyor, uçuyorum. Ayaklarımı hissetmiyorum, ellerim karıncalanıyor, eldivenler ayakkabılar sırılsıklam, burnumu hissetmek ne arar. Ancak akan sıcak sulu sümüğüm üst dudağımı ısıtıyor, eve gitmek zamanı geldi. Haydi, bugünlük bu kadar, bunun yarını da var. Evin yolunu tuttuğumda arkamdan sokağı süpürüp temizleyen bizim mahalle kardan adama el salar, selamlar, haydi EVLİ EVİNE, KÖYLÜ KÖYÜNE.

Bütün bayramlar bitip geçtikten sonra yılbaşından evvel Rum ve Ermenilerle beraber düşen Hanuka ve Paskalya bayramları daha çok çarşı pazarda hissedilir. Kırmızı yumurtalar, mis kokan paskalya çörekleri, pamuklu yeşil küçük, büyük çam ağaçları, kokinalar. Bunun yanında biz Yahudilerin Hanuka bayramını tenekeci Yakonun soba boru ve dirseklerinin yanında el yapısı tenekeden mumlu veya yağ fitilli Hanukiyaları.

Bu bayramda biz çocuklara biraz para ve sarı pirinçten üzeri Latin harflerle kazılmış bir al, hepsini koy fırıldakları veya bizim gazoz kapağının ortasına açılan delikten geçirilen kibrit çöplü fırıldak. Her evde her akşam babalarla birlikte Hanukiyalar hep beraber yakılır.  Dediğim gibi bu sene özel bir sene. Mübarek Ramazan bayramı bu bütün diğerleri ile beraber. Havada bir ruhanilik, bir beraberlik, bir saygı, bir hürmet hissediliyor. Ramazanın işareti milletin daha az sigara içmesi, biraz kısa fitilli olması ve herkesin çok sevdiği bol susamlı kızarmış mis kokan yuvarlak veya uzun oval pideler, pideler.

Pide sıcak olarak yenildiği için her akşamüstü bizim Milli Sinemasının yanındaki francala fırınında veya Rum kilisesinin yanındaki halk ekmek fırınında ortası yarılmış pişkin akşam siyah ekmeklerin üstünde sıralanmış pideler. Fırınların önü kalabalık ve sıra yapmış yapmamış insanlarla dolu. Dediğim gibi ramazan ayında oruç tutanlar biraz sabırsız biraz da sinirli oluyorlar. Çabuk kızar çabuk sönerler zira oruçludur, yeminlidir, hassastır.

Bu saatlerde kahvehaneler boştur. Büyük annemin sokak başındaki ve fener yolundaki hamamın yan sırasındaki Tahta Minare cami minareleri sıra ampullerle donatılmış ışıklandırılmışlar.
Millet iftardan evvelki dua için omuzlarına atmış oldukları ceket ve paltoları ile musluklara eğilip abdest aldıktan sonra ayakkabıların arkasına basıp caminin giriş kapısına yürüyüp önünde bıraktıktan sonra dua için içeri girip ve kayboluyorlar. Allah duanızı kabul etsin.
Pazarda bu bayramda diğerleri ile birlikte olması sebebi ile gayet büyük bir faaliyet görülüyor. Esnaf zaten bunu bekler. Mezeciler, manavlar, bakkallar, kasaplar, tatlıcılar dolup taşıyor. Öyle ya Ramazanda iki kere yemek yenildiği gibi ayriyeten bol misafir, bol şamata var. Sofralar böyle basit yemeklerle bitmez pastırmalar, peynirler, etler, tavuklar, pilavlar ve sonunda tatlılar baklavalar, reçeller ve güllaçlar.

En nihayet topun sesi duyulur. Herkes artık evinde iftar sofrasına oturup el öptürüp veya öpmüştür. Yemekler, tatlılar sohbetler bitmiş, sokaklarda tekrar faaliyet başlamıştır. Bizim Balatta pek Ramazan eğlenceleri yoktur, sohbetler bitip misafirler gittikten sonra yeşil gözlü Grunding radyo düğmesi çevrilir ve İstanbul radyo evinden NİHAVENT makamında saz heyetinden eski hoş bir şarkı havaya dağılır. Çile bülbülüm çileeee...  

Kış ayları soğuklarla, karlarla, yağmurlarla, çamurlarla ekseri insanları evde saklar korur. Kış başlangıcı ile bahar arası bazı bayram ve seyranlar aile, dost ve arkadaşların birbirleri ile görüşüp bir araya gelmelerine sebep olur. Bu sebeplerden bir tanesi ise YILBAŞIDIR. Yılbaşı bizim Balatta Aralık ayının başından başlar, ta Ocağın ortasına kadar devam eder. Yılbaşının gelişini duvardaki saatli takvime bakarak hatırlamaya lüzum yok. Yılbaşının geldiği esnaf caddesinde hissedilir görülür, emarelerden ilklerinden dükkân vitrin camları yeşil sert yapraklı uçları dikenli dalların üstüne pamuk parçaları kondurulmuş dekorasyonun yanında çingenelerin sattıkları kırmızı küçük bilyeleri andıran kokinalar süslediği, gibi aynı dallar malların üstüne serptirilip yılbaşını müjdeler. Bunları manav, ekmek francala fırını, lokanta, meyhane önleri rengârenk ampul gırlandaları etrafı daha da renklendirir. Dediğim gibi yılbaşı bir bayramdır şöyle ki bunun için YILBAŞI KUTLU OLSUN amblemleri bu renkli havaya eklenir.

Artık Balattaki Yahudi, Rum, Müslüman, Ermeni, Kürt bu günü beklemeye başlar. Nihayet yılbaşı gelip çatmıştır, dükkânlar pırıl pırıl ışıklarla donanmıştır.  Pazarda caddelerde bir hengâme bir telaş, babalar çocukları elinde soğuk havaya rağmen alışverişte. Kuruyemişçi Laz Ahmet dolup taşıyor, biraz kum leblebi, kuru incir, biraz soyulmuş ceviz, enpanada yapmak için, kavrulmuş leblebi, sofayfas, sarı, siyah pestil, biraz sarı kuru kayısı, bu sene bir iki parça cevizli sucuk. Bu kadar.

Bizim manav Avramiko ve Andon mezecinin yanındaki Avnayim manav, dükkân önüne yerleştirdikleri büyük ampullerle veya lüks lambalarla dünden kirli siyaha kaçmış renkleri solmuş önlüklerine sürüp sürüp parlattıkları al al elmaları, altın sarısı portakalları, mandalinaları, büyük Ankara eşek armutlarını, yazdan kalan asılıp bu güne saklanan Kırkağaç kavunlarını, Anamur’un mis kokan muz demetlerini, soğuktan korunmak için giydikleri siyah kaban ve evde örülmüş yün kakuletaları ile müzedeki çok kıymetli tablo halinde dizip gururla sergileyip ellerine aldıkları gazete kese kâğıdına özel nazik el hareketleri ile doldurup müşteriye hem takılır hem “başka bir şey” diye sorarlar. Ne yapsınlar, eve biraz daha kârla gitmek lazım. İlerde düğün var, para lazım. Köşedeki kuyumcu Nedimde hareket o biçim, ananedir, babalar eve böyle bir günde boş ellerle gitmez. Küçükte olsa yeşil bir yaprak, ekseri sarı, mavi, yeşil taşlı yüzük veya ince veya lokmalı altın bilezik... Bu sene yoksa ya pas geçilir veya unutulur gelecek seneye daha iyisi inşallah.

Karşıdaki helvacıda sade, çukulatalı, karışık veya fıtıklı mis kokan helva alınır  Bu arada hesap epey yükselmiştir ne yapalım? Senede bir gün, buda olmasa ölelim. Sıradaki Andon mezeciye uğramadan olmaz. Küçük bir çilingir yapmayacak mıyız? Biraz Apikoğlu, biraz sırt pastırması, ançüez, siyah, yeşil zeytin, yaprak dolma, Amerikan salatası, Likorinosuz olmaz, biraz tarama, bir büyük kulüp rakısı, mortadella salam ve dilli mortadella, bu kadar yeter, ne oldu babama piyango mu vurdu? Meğer bu akşam orfane ile toplanıp yılbaşını kutlayacağız. A neyi unuttuk. Lakerda ve bir de abudaraho… Bunu da Ahtar Robert’ten at yarışları kâğıtlarını ve tombalayı aldıktan sonra alırız, haydi geç oldu. Misafirler nerede ise gelirler, birde bunun hazırlanışı ve masaya konması var. Haydi, evin yolunu tutalım, her taraf parıl parıl, her taraf kırmızıdan yeşile, sarıdan yeşile rengârenk bir hengâme, hayat dolu, ümit dolu
HAYIRLI SENELERE, YILLARA.


4 Şubat 2014 Salı

7- Bir cenaze, bir düğün



Hayat her zaman böyle devam etmez, burada şenlik, orada okul, oyun, oyuncak eğlence. Yer küçük herkes, herkesi tanır bilir. Bu ahengi, bu düzeni arada bir duyulan acı haberler bir ara için durdurur, dondurur. Hele biz çocukların tanıdığımız arkadaşların yakınları ile ilgili olursa. Geçenlerde böyle acı bir olay oldu. Mahalle ve okul arkadaşımın, Nisimin annesi yorgun bir Perşembe günü çamaşırını bitirip, ağır çamaşır sepetini evin ön tarafındaki çinko döşemeli tahta taraçaya pek beyaz yeni yıkanmış çamaşırını asmağa çıktığı anda yağmurlardan karlardan yıpranmış çürümüş taraçanın öndeki korkuluğuna dayanıp biraz nefes almak istediği anda korkuluk kraç deyip kırılınca zavallı kadın taraçadan düşüp öldü.

Acı, çok acı bir şey. Bizler bu yaşta ne biliriz anne babadan başka. Hayatta annesiz büyümek ne acı bir durum. Bu çocuklar, kime gelip dizinde ağlar, kime yüz yapıp darılır barışıp öper, kim onlara sevdikleri yemek sepetini hazırlayıp paltoların giydirip kapıya koyup okula yollayacak. Babalar bunu bilirler mi? Yapmak isterse bile onların kafası ekmek, nafaka peşinde. Etraf komşular, bütün Yahudi halkı olayı duymuştur cenaze günü

Sinagoga gelip sıra sıra oturup bu acı güne ortak olmak istercesine ağlar, merhumdan hatıralar anlatılır. Cenaze Sinagogun ortasında siyah bir örtü, ortasında beyaz Magen David örtülmüş tabut yerleştirilir. Ailenin fertleri siyah giymiş, sağ kolda siyah kurdele sarılmış, yüzler beyaz olmuş tabuta bakar, ağlar ağlarlar. Sinagogun son yan sıraları onlara ayrılmıştır. Bir hafta erkekler burada oturup dua ederler, mevlutlar eve gelen haham ve akraba, tanıdık, dost ve komşularla yapılacak. Cenaze bu törenden sonra vapur veya sandalla Hasköy’e geçecek ve oradaki çok eski olan mezarlıkta gömülecek.
ALLAH RAHMET EYLESİN ( EYA TENGA SU REPOZO, IMOS DEŞE LA BUENA VİDA...)

Hayat böyle geçerken üzücü olayları unutturan, hayatın devamının bir unsuru olan olaylardan biride evliliktir. Annem babam geçen akşam yemek esnasında gelecek iki hafta sonra için yakın arkadaşlarından düğün haberi geldiği hakkında konuştuklarına kulak kabartım. Ekseri haber bir ayla, iki hafta öncesinden salınır, halen bilet modası Balata henüz gelmedi. Neden gelsin? Herkes herkesi tanır, herkes yakın oturur, unutmak dersen zor çünkü haber ağızdan ağıza gazeteye vermiş gibi yayılır, dargın veya küs isen o unutkanlığa girer. Eğer yakın akraba isen kadınlar tarafı Pazar içi Eliza teyzenin tuhafiye dükkânından kumaş keser, günlük veya götürü olarak gelen madam Eliza terzi. Akrabalık yoksa dolapta naftalinlenmiş geçen düğün veya Bart Mitzva ile elbiseler dikilir.  Dikiş günü (JURNE) düzenlenir yeni elbise dikilir. Daha uzak dost ve akrabalar ve durumu müsait olmayan akrabalar geçen düğün, Bart Mitzvalardan gardıroptaki elbiseleri çıkarılıp havalandırılıp düğüne hazırlarlar, bu işte bu şekilde hal olur.

Düğünler ekserisi Ahrida Sinagogunda Pazar öğlen yapılır. Bunun öncesi kına gecesidir. Bu ananevi gece, gelin ve damadın evlerinde ayrı ayrı yapılır. Damat ve gelin namzetleri bir hafta evvelinden görüştürülmez, nazar mı dersin? Uğur mu dersin? Ananedir, böyle gelmiş böyle gider...
Düğün evvelisi gece, kına gecesi, ancak kına basma yapılmaz, bu anane Müslümanlara aittir.
Bu gece annem babamla birlikte biz kardeşler de tüm aile gelin tarafına davetliyiz. Evler bizim Balatta pek büyük değillerdir. Buna mukabil herkes böyle zamanlarda beraber olmaya gayret eder.
AL KEBİEN SEKERE EN POKO LUĞAR KAVE…     
                              
Tavandaki üç kollu lamba harıl harıl yanıyor, ekseri akraba olan davetliler yavaş yavaş odayı doldurmaya başladılar, masaya mutfaktaki dolma, sucuk, pastırma, lakerda, beyaz peynir kokuları ile birlikte harıl harıl çalışan kadınlar tabak, tabak mezeleri erkeklerin eline verip masa donanmağa başladı. Gelin kızın saçları halen ıslak, yanakları al al, beli ki hamamdan yeni geldi. Birden bir köşeden ihtiyar bir kadın sesi,  ta İspanyadan buralara gelip yerleşmiş atalardan kalıp bu gibi gün ve akşamlarda söylenen YA SİNYORA NOVYA şarkısını söylemeye başlar ve bütün kadınlar ona güler yüzleri ile katılırlar. Artık oda tıka basadır rakı kadehleri kalkar, kokular insanı içmeden de sarhoş eder. Masada yok yok her şey bu gün için, neden olmasın? Bir anne babanın en büyük sevinci nedir? Çocuklarının mürüvvetini görmek değil mi?  Her kadeh yeni geline yönelir ve onu takdis eder. Artık herkes bir hoştur. Bu geceyi şenlendirmek için gelen ut, darbuka, kanun çalgıcıların eşliğinde göbekler sallanmış, şarkılar söylenmiş, herkes yarının hazırlığı için yavaş yavaş yalpalıya yalpalıya kapının yolunu tutmuştur, kapı açılır sokaktan sıkı bir kuru soğuk girer aniden içini açar, bu vaziyette soğuk hissedilmez sevilir. Mahalle sessizliği söylenen LAVIDA DO POR EL RAKİ nağmesi ile şenlenir ve herkes evlere dağılır.

Bu fasıl sabah erken saatlerine kadar devam etikten sonra Pazar sabahı gerek damat tarafında ve gerekse gelin evinde büyük bir telaş görünüyor.Damat evinde, Horozludan kiralanan erkek frak ve silindirler biz çocuklar tarafından kafalarımıza geçiriliyor ve etraf fertlerini güldürüp eğlendiriyor iken kapı çalınır ve berber Mösyö Sabetay siyah katlanan uzun çantası ile girer. Çocukların ona saygıları çoktur, susarız. Mösyö Sabetay bütün ciddiliği ve güler yüzü ile çantasındaki alet edevatını çıkarıp evdeki bütün erkeklerin sakal tıraşlarını bitirip sıra bizim damada gelince yeni beyaz önlük serilir ve evdeki büyük anneler ve kadınlar ananevi eski damada ait Ladino şarkıları birlikte söyler. Saç sakal friksiyon ve briyantinle DAMAT TRAŞI sona erer. Bu arada odada kolonya kokusuna rakı masasından gelen kokular karışıyor.

Pazar sabahı evde bir telaştır gidiyor, bizler böyle anlarda pek fazla isteklerde bulunmuyoruz. Annem babamın lacivert çok ince beyaz çizgileri olan elbisesini dolaptan çıkarıp hafif bir fırça attı astı. Kendi giyeceği elbisesini gözden geçirip gardırobun kapı topuzuna askı ile astı. Ütü için yemek masasının üstüne battaniye ve üstüne beyaz çarşaf serip bizim pantolon ve gömlekleri ütüledi. Babamın gömleği bir gün evvelinden kolacıdan alınmış, yatağın üstüne konmuş bekliyor. Bir gün evvelinden boyacıdan alınan boyanmış ayakkabılar ve kolalanmış beyaz gömlek ve kravat, ceketin ön cebine konacak dolma kalem.

 Öğlen hafif bir yemek faslından sonra bayramlık elbiseler giyildi. Babam kostümün sol üst cebine çok sevdiği dolma kalemini yerleştirip boyanmış ayakkabıların giydikten ve annem pudralanıp tanıdığımız parfümünü sıkıp, başına firkete ile tutturduğu siyah şık şapkasını giydikten sonra aynada kendini seyreder. Son rötuşları bitirdikten sonra hep beraber annem dimdik sağ kolu babamın sol koluna girmiş, bizlerde peşlerinde Ahrida Sinagogunun yolunu tuttuk. Başımı anne, babama kaldırıp baktıkça ne kadar gururlu adımlarla yürüdüğümüzü hissederek ilerliyoruz.

Mevsim kış olması nedeni ile Sinagogun içi soğuk olmasına rağmen herkes paltolarını elde tutup şık bayram elbiseleri, ekserisi republik şapkalarla az bir zümre beyaz saten takkelerle tahta olan koltuklara oturmuş, damat ve gelinin gelmesini sabırsızla beklerken, yukarıda kadınlar azarada birbirlerini süzüp, süzüp sessizce fısıldaşırlar. Birden azaranın bir köşesinde, paravanın arkasından bir arya başlar. Herkes başlarını kapıya çevirmiş sammas Paltinin bayramlık siyah kumaştan ve sırmadan beline geçirdiği altın renkli tokası olan geniş kemerli üniforması, başındaki sarı altın bantlı siyah siperli şapkası ile ciddi ve hürmetkâr bir tavır ile damat familyasını talamona yavaş adımlarla, hafif sekliyerek söylenen İbrani arya ile alır.

Bu zamanlarda düğün çok önem taşıyan bir olay olsa gerek. Şöyle ki damat ve gelin tarafının erkekleri Horozlu kiralık elbise veren firmadan siyah frak ve silindir şapkalar giymek mecburiyetinden dolayı adam manav veya balıkçı bile olsa hiç değilse hayatta ciddi insan olmadım diyemeyecek. Kadınlar yerin soğuğuna aldırmaksızın başlarında acayip tüylü, tüysüz, yüze doğru inen siyah tül şapkalarla, yüzleri allıktan dolayı kırmızı yanaklarla, boyundan aşağı inen dantelli elbiselerine sarkan sansar veya tilki postları ile heykel gibi durup gelini heyecanla beklerler. Erkekler gelin gelinceye kadar aralarındaki hafif sohbete dalarlar, biz çocuklar sıkı ise yerinden kımıldan.

Gelin daima kendini bekletir, ananedir. En aşağı iki köprüden birden geçmesi lazımdır. Bu da olayın uzamasının bir sebebidir. Gelin arabası Pleymut veya Buik Balat dışındaki taksi durağından ısmarlanmış, sabah çiçekçi Yorgonun dükkânında çiçek gırlandaları ile süslenmiş, içine gelinin çiçeği konup evine yollanmış kapıda bekler. Zaman gelmiştir, gelin evden çıkmak üzerdir. Dualar, şarkılar, lulular ve kapının önündeki mahalle çocuk ve komşular geline pirinç, şeker, para karışımı atarlar ve gelin beyaz kuğu gibi taksinin içine yerleştirilir. Diğer taksilerle birinci Unkapanı arkasından Galata köprüleri geçtikten sonra aynı yoldan Sinagogun kapısına gelinir.

Otomobillerin kapıları açılır, bir heyecan, bir patırtı, herkes kendine bir daha çeki düzen verir, gelin itina ile otomobilden çıkarılır ve artık geri gitmek yok, hep ileri, ileri. Erkekler başlarına silindir şapkalarını giyerken birbirlerine bakıp gülerler, arabadan çıkan küçük gelin ve damat boyunlarından aşağı küçük, içi gül yaprak dolusu sepetlerini koyup gelinin kuyruğunu tutar, kaldırırlar. Artık bütün bu kortej Sinagogun iç kapısına gelip sıralanmışlardır. Sammas Palti gerek Haham Asayasa gerek yukarıdaki koroya işaretini vermiştir. Herkes yanındaki arkadaşı ile olan sohbeti bırakıp giriş kapısına yönelmiş,  damat talamonda bütün ailesi ile oturdukları sandalyelerden kalkıp heykelleştiler. Yukarı azaradan başlayan BOİ KALLA aryası tüyleri ürperterek etrafa dağılır.

Herkesi büyüler bir hoş eder. Kortej bu sefer kız tarafı daha şatafatlı, daha ciddi, tüller içinde beyaz elbisesi ile kuğu gibi süzülen gelinin arkasında ve gelinin önünde gül yapraklarını saçan enfrenterikos ve Paltinin sekliyen ayağına uyarak yavaş adımlarla talamona doğru ilerler yerlerini tutarlar. Beklenen an gelmiştir. Annem ertesi sabah bizleri büyük anneye gidin sizler alikobeni versin deyin ve gerisini bana getirin der ve bizi yollar. Sebebini daha sonraki günün ertesi kulak kabartmakla duydum. Meğer annem bizleri yolladıktan sonra doğru gelinin annesine gittiği ve orada kırmızı şurup içip temiz alınla çıktıklarını büyük anneme anlatı. Bizler ise sadece büyük annemin bize bildiğimiz biskoços vermesi ile bitirdik. Halen o gün bu gün bu alikobeniyi merak ederim.

2 Şubat 2014 Pazar

6-Sağlık sorunları

Bizim Balatta doktorlara pek para verilmez. Dedikleri gibi AL DOKTOR KENO SEDE. Fakat hayatta gerçeklerden kaçınılmaz, hastalıklar insanlar içindir. Ne zaman nasıl, nereden geleceği belli olmaz. Bir bakarsın trup gibi iken aniden başın ağrır, halsizlikle gözün kararır, küt diye yere düşersin. Soğukta, sıcakta kaldın, aniden titreme, ateş, aksırma, öksürme haydi öp babanın elini. Zamanımı şimdi işimiz var gücümüz var. Mahallede oynuyorsun birden karşına karanlıktan gelen köpek ödünü bokuna getirir. Eve girdiğinde yüzün sarı neyin var sorulur cevap gelmeden şuraya otur tatlı bir şey ye veya iç denir, geçilir. Bütün bunlara ne vakit nede doktora verilecek para. Boşuna dememişler doktor dediğin meslek kırkından sonra ekmek yer.

Bütün bunlar için yaşı almış büyük anneler ve ihtiyar nesil doktorlara rakiptir. Bu nesil ne fazla doktor ne de hastahane görmüştür. Şöyle ki ellerindeki basit imkânlar içinde hastayı ya kurtarırlar ya da süründürürler. Bütün bunları küçük yaşıma rağmen büyük bir hayranlık ve merakla takip edip belki bende büyüdüğümde hatırlar ben de böyle durumlarda yardım edebilirim der ve daha çok anneannemin eteğine yapışırım.

Yine bir gün dayılarımdan genci akşam hovardalığa gitti, sabahına işe gidecek derken yatağın içinde kıvrılmış titriyor, ateşler içinde yatarken büyük annem ilkin bir meşeberah attıktan sonra:
Evde limon varsa sıkılır, içine bol tuz atılır ve karın üstüne yatan dayımın sırtına, bacaklarına bir güzel friksiyon yapılır. Eğer çiziğin veya yara beren var ise yandım Allah dersen birde fırça yersin. Eğer bu işkence fayda etmeyip akşamı bulduysak daha yararlı bir şey düşünülür, adam işe gidecek, ayağa kalkması şart. Yine büyük annemin işi…

 Eski bir bezden bir parça kopardıktan sonra gaz tenekesine sokulup ıslatır ve haydi kaldır fanilayı der ve dayımın sırtına ve göğsünün tümüne gazlı bez sürülür. Evde eski bir gazete Hürriyet, Vatan, Sabah sahifeleri önlü arkalı konup haydi fanila, pijama, yorgan, bir yorgan daha haydi geçmiş olsun denir. Ihlamur kaynatılır verilir, o gün iş yandı. Yarına bir şeyin kalmaz.
ALLAH SENİ İŞİNDEN EKSİK ETMESİN. 

Bizim mahalle ve sokakta pek böyle köpek falan gezinmez, ancak bol kedi çeşidi vardır zira kedinin mahalleye, eve faydası farelerin cirit atmalarına yol vermemeleri. Köpek niye olsun, çalınacak ne kuzu nede inek nede pek çalınacak mal mülk vardır. Hele bütün dinlerde bu hayvan murdardır denir.
Bazen bostanlardan kaçan bir iki köpek mahalleye iner ve etrafı karıştırır. Yine bir akşamüstü çitlembik patlatmak için çubuk ve çivili tahtayı hazırladıktan sonra çitlembik koparmak için büyük annemin evinin arkasındaki ağaca gelip işimize başladığımız bir anda bilmediğimiz bir köşeden bir koca köpek ortaya çıktı. Bizler böyle bir hayvanla nasıl hareket edeceğimizi bilmediğimiz için ödümüz bokumuza karıştı, karşımızdakini aslan mı kaplan mı zannettik bilmiyorum. Fakat hakikat bu ki korktum, çok korktum. Hayvan bir iki havlamadan sonra kıçını çevirip ortadan kaybolurken, korku da bize kaldı. Eve gelip akşam yemeğini bile görmek değil kokusunu bile koklamak istemedim. Bir halsizlik, bulantı... Annem yanağını alnıma yapıştırır, ateşime bakar, haydi yat yarına bir şeyin kalmaz der, pijama haydi yatağa yorganın altına… Sabah kalkmak için ne arzu nede kuvvet var… Annemin yüksek sesini duymaya kalmadan, ne o neyin var senin gözlerin sarı,  bir şeyden mi korktun diye sorduğunda ben de dünkü korkuyu bir daha anlatarak güçlükle dile getirirken annem yüzüme kızar olduğunu hissettim, ama ne yapsın önünde sadece çok sevdiği Yasef vardı. Neyse sadece sarılık kesilir gider der ve mahalleden sarılık kesen şalvarlı, bol çiçekli bluzlu başında tokası olan bir kadın getirir. Kadın eline aldığı Job jileti ile beni önüne alır. Bir eli ile kafamı tutuğu gibi diğer elindeki jiletle bir şeyler mırıldandıktan sonra alnımın iki kaş arasına şak şak iki üç kere kesip kan aktırdıktan sonra sağlık olsun der kalkar gider. Köpekten korkmuş isem, bundan öldüm diyebilirim. Ancak sabahına ne sarılık ne de hastalık kalmıştı.   

Yine bir kışın ortasında bir akşamüstü idi.  Babam çalıştığı yemişten hiç alışık olmadığımız bir saate çıkageldi, hepimiz şaşırdık ne oluyor diye. Babamın nesi var demeden şiddetli bir öksürük ve halsizlikten anneme şikâyet ettiğini duydum. Annem hemen bir güzel limon tuz friksiyonunu bütün vücuduna yapıp bir iki yorgan üstüne atmadan evvel gripini yutturduktan sonra, beni giydirip kuşatarak büyük anneme yollar. Gelmesini söylememi tembih eder.
Büyük annem ne o bu saate dedi. Ben de babamın kısaca durumunu anlattım. Fazla sorgu sual etmeden tahta dolaptan bir beyaz beze sarılı bir küçük bohçayı çıkarıp aldıktan ve üstüne paltosunu ve başına başörtüsünü atıktan sonra elimden tutup evin yolunu tutuk.

Bu büyük annem ne cin bir kadın leb demeden leblebiyi anlayan bir kadın dediğim bir iki lafla babamın durumunu anlayıp büyük bir doktor tavrı ile eve girdiğimizde anneme bir yağ lamparası hazırlayıp yanına getirmesini söylerken babamın yatağının yanı başına oturup “Nisim karnın üstüne yat sana ventozas atacam. “Yarına bir şeyin kalmaz işe gidersin” der ve şeffaf camdan çana benzer ventozasları bohçayı açarak çıkartır. Bizim Balat’ın bu kadar enteresan tiyatro sahnelerine sahip olduğunu bu gibi günlerde idrak ediyorum. Bu gibi sahneler hayat boyu zihnimde kaybolmayacağına inanırken büyük annem babamın sırtını iyice sıvazladıktan sonra gayet büyük bir ciddiyetle eline aldığı küçük pamuk parçasını yağ lamparasında yakar cam çanın içine atıp babamın sırtına döndürüp yapıştırır. Fal taşı gibi açılmış gözlerimle bütün bu olayı izler iken babamın gık dememesi beni daha da şaşırtır. Kadın virtüöz piyanist gibi babamın bütün sırtını içine yanan pamukla cam vantuzları doldurup üstüne yorgan atıp annemle komşunun kocası hakkında dedikoduya sohbete daldı. PEKİ ya babam ne olacak demeye kalmadı. Büyük annem anneme dolaptaki Tentürdiyodu getirmesini der ve Babamın sırtındaki yorganı açar ve vantuzların içinde peydahlanan kırmızı küreleri gördüğümde içim bir hoş olmasına kalmadan bir elini vantuzda diğer elinin başparmağını vantuzun deriye yapıştığı kenara bastığında BLOP vantuz kendini bırakır, küre kaybolur, bu sihir de biter. Bütün vantuzlar çıkarılıp sırt bir daha sıvazlandıktan sonra eline aldığı pamuk parçasını tentürdiyotla ıslattı. Sonra babamın sırtını çok usta bir ressamın portre çizimi yaparcasına bir aşağı bir yukarı bir sağdan bir sola kafes yapıp bitirirken, haydi birde içine kuş koysun da ötsün diyesim geldiği anda yorgan atılıp piyesin sonu gelir.

Büyük annemin ellerine sağlık, gününe kalmadan sabah okula kalktığımda babam çoktan işe gitmişti.
Bizim birinci kattaki komşu madam Merkada son zamanlarda çok kahve içmeye başladı. Annemi karşısına alıp devamlı fısıltılı bir sesle devamlı bir şeyler anlatır ağlar. Bende hiç meraklı turşucu olmadığımdan meselenin Madam Merkadanın çoktandır pek keyifli olmayıp devamlı üzüntülü bir halde olup güçlükle işe gittiğini anlamıştım. Annem bu mevzuyu babama büyük annemin vantuzları attığı günde arada anlattığını hatırladım. Büyük annem, ne duruyorsunuz bir temiz klavoz de komer yakalım bir de arkasından da bir kurşun attırırsanız bireyi kalmaz, bu büyük bir sıkıntıdandır.

Ertesi günün sabahı büyük annem annemle birlikte bende kafileye katılıp Madam Merkadanın kapısına geldik. Madam Merkada mavi renkli pınuğarı ile bizi içeri buyur ederken Mösyö Marko, minderde oturmuş bize bir hafif hoş geldiniz der tekrar köşesine çekilip oturur. Beni ve komşu çocuğu arkadaşımla beraber odaya gitmemizi tembihledikten sonra kadınlar işe koyulurlarken ben ve arkadaşım kapıyı aralayıp başımızı araya dayayıp pür dikkat olup bitenleri heyecan dolu gözlerle takibe başladık. Büyük annem kömür dolu mangalın üstüne kalaylanmış siniyi demir ızgarayı üstüne yerleştirdikten biraz sonra elinde tuttuğu karanfil dolu tomarı attığında bir şeyler mırıldayıp mangal maşası ile karıştırdıkça bütün oda kuvvetli bir karanfil kokulu dumanla dolarken her bir fertten bir öksürük tutar. Nasıl tutmasın, galiba büyük annem karanfil miktarını kaçırdı, nede olsa olay kuvvetli olsun ki mösyö Marko çabuk iyileşsin, keyif ile işine gitsin parnasa getirsin.
Bir kahve molasından sonra kapı vurulur ve içeriye bol çiçekli bol şalvarlı üstü mor bol gömleği ve elinde küçük bir kumaş çıkını olan çingene olduğu şivesinden anladığım kadın içeri buyur edilir. Kadın mangalın yanında çömelip oturdu ve getirdiği çıkını açıp içinden uzun saplı siyah renkte demirden bir kepçe çıkarıp korlanmış kömürlerin arasına yerleştirip ısınmasını beklerken içine çıkından çıkardığı parlak gümüş renkli kurşun çubuklarını koyup bir kahve ister ve bekler. Etraftakilerle konuşur sırnaşır. Bir müddet böyle geçerken artık kadının sırnaşıklığı sıkmağa başladığı bir anda çingene kadın kalkar eski bir paçavra ile sapı tutar ve içindeki sıvıyı bir sağa bir sola sallar dururken mösyö Markonun başına bir havlu, bir tane daha büyük havlu atar ve başının üstüne yarısına kadar dolu orta boy leğen tutturur. Bir şeyler mırıldandıktan sonra Bismillah çekip, kepçe içinde sallanan sıcak sıvıyı boci suya atar. Acayip bir ses yükselir, havaya bir buhar ile birlikte acayip bir koku karanfil kokusuna karışır. Havlular kalktığında mösyö Markonun yüzü bembeyaz olarak görülür. Nasıl olmasın zavallı başının üstünde kaynar kurşun…

Madam Kaden, annem, büyük annem, bizler kapının ardındakiler çingene kadınına pür dikkat heyecan dolu gözlerle bakarken çingene kadın suyun içindeki acayip şekil almış kurşunu çıkarıp baklayı ağzından çıkarır. GÖZ DEĞMESİ der bahşişini alır çıkarken benim cin büyük annem yine bildi der. Bugün geçenlerden küçük dilimi yutmadım ise, demek ki hayatta yutmam. Her taraf acayip bir sessizlik içinde iken arkadaşımla beraber ayak uçlarına basarak sokağa çıktığımda geçen olayların tesirinden ancak dalgın, dalgın giderken önümdeki elektrik direğine çarptığım anda kendime gelebildim.


KARANFİL çivilerinin Türk Yahudilerinin ananelerinde muhtelif yerleri vardır.Şöyle ki çocuk doğar yastığının üstüne bir tomar çivi ipliğe geçirilir, kırmızı veya mavi kurdele, altın çeyrek altınla veya küçük mezuza çengelli iğne ile yastığa tutturulur. Havrada dua bittiğinde veya dua ortası gümüş buhurdanlıkta bulunan karanfil takdis edilip koklanır. Büyük annemin marifetlerinden bir tanesi de “LAKUPA AL SERENO” korku, sıkıntı, sinir için iyi gelirmiş. Pazardaki şekerciden asukar kandel alır ve cam su bardağına akşamdan penceredeki şebboy saksısının yanına koyar sabahına aç karnında kime verilmesi lazımsa verilirdi. Eğer o akşam büyük annemde yatmışsam ilk o bardaktan herkes uykuda iken sabahın erken saatinde içen ben olurdum zira tadı halen damağımda. 

Diş ağrısı, gece yarısı Allah korusun diş doktoru nerede kim sana kapıyı açar, nerede şimdi bu para, haydi karanfili çoktandır tedavisi ihtiyaç gösteren deliğin içine yerleştir. Allah'a şükür geceyi geçirdik yarına Allah kerim. Karanfil Türk Yahudi mutfağında çok önemli yerini hatırlamadan olmaz. Hoşaf ta, tatlıda, çayda, börek, çörekte ve buna benzer sonsuz kullanılış yeri.

Yine günlerden bir gün büyük annemin doktorluğunun yanı sıra hâkimliğinin de olduğunu öğreniyorum. Evde para ortadan kaybolmuştu. Belki on kuruş veya yirmi beş kuruş gibi bir şey. Bunun bulunması şarttı. Peki, bu düğümü kim çözecek? Herkesin ben almadım cevabı ile bu iş yine büyük annemin işi. Ben, kardeşim, Kemal kuzenim ve büyük annem tokası başında her birimize birer o günkü biskoçoslardan elimize verip gayet ciddi bir tavırla şimdi yalan ortaya çıkacak der ve dolaptan tanımış olduğum kırmızı kaplı tefilla kitabını çıkarıp evin giriş kapısının büyük demir anahtarını kitabın orta yerine sokar. Bir sicim parçası ile anahtarı bağlayıp sicimi kitaba dolar bağladıktan sonra haydi bakalım sen Yusef, sen İshak işaret parmağınızın ucu ile anahtarın kulpunu tutun ve böyle kalın dediği anda kalbim küt küt atıp heyecandan her tarafım tutulmuş gibi idi. Kitabın hangi tarafa döndüğünü bu güne kadar hatırlamıyorum.

Tatil devam ediyor, hava açık. Acaba bugün ne ile geçecek. Aniden merdiven arasından tak, tak, çak, çak sesleri. Ne oluyor demeye kalmadan annem tembihle bugün hallaç vuran yorgancı aşağıdaki girişte yün, pamuk yorgan çilteleri hallaçlıyor sizler sokakta oynayın der. Elimize ekmek kantonun içine konmuş kaşar peynirle salar ve bu şekilde çamaşır gününe hazırlanmaya başlamak için yenilecek patates yemeği için patatesleri soyup suya atarken bizler ekmek kantonları ile merdivenlerden aşağı. Giriş avlusunda yorgancı diz çökmüş hallaçlanacak yumuk olmuş pamuk ve yünleri ayırmakla meşgul.

İşte bizim için birinci eğlence, biz unuttuk bile annemin dediklerini. Burada hem patırtı hem özel bir olay var. Holün bir köşesine çok enteresan bir filim seyir için hazırlanıyoruz. Elindeki uzun ince değnekle pamuk ve yün yumaklarını vurup vurup havaya savurdukça havda bol toz, duman dolar, bizler bir hayret ve merakla elimizdeki kantonu unutmak üzere iken bizim yorgancı merdivenlere dayadığı acayip büyük, acayip yayı alır orta yerini sol eli ile kaptığı gibi sağ eline özel sarı tahtadan tokmağını alır.  Bir aşağı bir yukarı yaya vurup kümelenmiş pamuk yumuklarını yayın ipinde döver havaya fırlatmağa başlar. Etraf lapa lapa kar yağar gibi oldu. Tak, tak, çak, çak arada yorgancıdan ince güzel bir türkü kulağa gelir. Haydi, bu filmi gördük, sokağa.

Nihayet tatil bitti. Haydi, okul yoluna, daha yaz tatiline üç ay var. Sabahın erken saatleri halen biraz ısırıyor, çantalar sırtta, sefertası, sepetler elde daha canlı, daha dik, daha eğlence ile sandal iskelesine. Haliç suları kahve, gri renginde biraz kokuyor. Müşterilerin çoğu bu saatlerde okula giden biz öğrenciler. Sandalcı Mehmet ağa kalın ıskarmozlu kürekleri suya daldırıp çıkardıkça hantal, eski, rengi uçmuş sandalı sanki suyun üstünde kaydırıyor. İskele, Hasköy Sandal iskelesi... Etrafa siyah saten uzun önlüklü beyaz düz veya dantelli yakalı öğrenciler serpili.
Biri yürür yanındaki arkadaşı ile konuşur, diğeri yavaş adımlarla sanki sandalları batmış düşünür yürür, diğeri koşar sanki okul kapılarını kapatacak, diğeri etrafına baka baka yokuşa doğru yürüyor, geleceğin tüccarları, mühendisleri, avukat ve doktorları.

Hasköy’de Balata nazaran halen çayır bostan kır, dağ, tepeler görmek mümkün. Her taraf gelincik, papatya yeşil çayırın üstünde serpilmiş baharı müjdelerken, beyaz pembe çiçeklerle donanmış erik, çağla, badem ağaçlarına ayak uyduruyorlar. DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR...