Zaman nasıl geçtiğini hatırlamıyorum,
iki ay gibi bir zaman içinde İstanbul’dan gelen haberle her şeyi bırakıp, İstanbul’a
geri göç ettik. Tekrar göç, tekrar yerleş, tekrar sil baştan. Kaderde bu varmış
meğer bakalım gelecek ne gösterecek bizlere.
Geçen bu seneler ardından bu
küçük Balata ne insanlar, ne ananeler, ne geride kalan komşular, ne sokaktan
geçen yoğurtçu, ne horoz şeker düdüğü satan amca ne de macun satan kasketli adam
değişti. Sanki zaman durmuş, bizi devamı için beklemiş. Geçen bu zaman iyi, kötü gelecekte anlatılacak,
hatırlanacak, sorgu sual sorulacak hayatımın bir kısmı olarak kalacak
sanırım.Evimiz yine Balat içinde dost ve akrabaya yakın yarısı tahta yarısı kâgir
üç katlı bir Yahudi ailesine ait köşe başında. Biz üçüncü üst çatı katında iki
yatak odası, küçük bir mutfak ve oturma odası şirin küçük bir ev.
Biz çocuklar için yeni yere,
duruma, mahalleye alışmak zor olmadı. Çocuk her yere her zamana, her
değişikliğe çabuk alışan bir mahlûk. Aile problemlerinin başında benim okul
problemi geliyordu, tabiidir ki bu problemi hali anneme düşüyor idi. Geldiğimiz
aylar okullar henüz yaz tatilinde olduklarından annem beni giriş için
hazırlamağa başladı. Kolay bir olay değil kulak dolgunluğuma rağmen bir ay
içinde iki senenin eksikliği tamamlamak hiç te kolay değil, şöyle ki bir ay
sonra gittiğimiz devlet okulunda yapılan imtihanda yetersiz bulundum ve dokuz
yaşımda birinci sınıfa karar verildi. Bu karar bana o anda fazla bir şey
yapmadı, Belki ilerideki okul hayatımda tesiri olacak mı? Ancak zaman
gösterecek. Kısa münazaradan sonra karar Hasköy Musevi İlkokuluna karar
verildi. Peki, okul iyi, bu çocuk oralara nasıl gider? Nasıl geri gelir? Arada
deniz var önümüz kış, bunun yazı da var peki ne olacak. Çocuk büyüdü kendini
bütün çocuklar gibi kendini idare eder Allah büyüktür, onu korur.
Balat’ın içindeki hayatın
gidişatı ne kadar basit, saf, kendine özel renk ve kokularının yanında küçük
çocuk olarak bizden büyüklerimize özel saygı ve hürmet istenir. Öyleki aileye
yakın dost, arkadaş ve komşu büyüklerine saygı ve sevgi işareti olarak kendi öz
isimlerinin başına tanti (teyze) onkli (dayı) lakapları ile hitap edildiği gibi,
daha uzak olanlara müsyü (sayın bay), madam (sayın bayan) olarak hitap edilir.
Semtteki meslektaşlar herkes
tarafından tanınan simalar olduğundan özel isimlerinin önüne mesleklerinin
isimleri konarak daha çabuk anlaşılır ve hatırlanır. Bu şekilde Yahudi Cemaatinde
ekseri tekrar eden isimler bu şekilde karışmamış olur. Kampeyas el kasap, Cako
el kunduracı, Robert el ahtar, Binyamin el şekerci, Estreya la iğneciya, Andon
el bakkal, Davit el fotografçı. Ananıya
el lokantacı, Nuri el boyacı.
Balat ahalisinin büyük kitlesi
ekonomik bakımından orta ve ortanın altında olan ailelerdir, aile fert sayısı
bakımından ana, baba, bir veya iki çocuk. Bu ailelerin önceki devre aileleri
yani büyük baba ve anne ailelerinin fert sayısı altı veya on ikiye kadar
olabiliyor.
Gerisi mühim değil hepsi
geçti bile.
Bizim şu küçük Balatta biz
çocuklar hem çocukluk çağlarını gayet renkli ve sevinç içinde yaşar hem de
çabuk büyümek zorundayız.
Annelerimiz bizleri boş boş
evin içinde dolaşmamızı pek sevmezler.
Daima bizlere bir iş bulup
sokağa salıp zaman geçirip onlara zırıltı olmamamız için ustadırlar.
Verilen işler içinde
ekserisi ya bakkal ya ekmek fırını, neyin nereden, ne zaman içinde, söylenen
şey alınır alınmaz unutulur unutulmaz mühim değildir. Mühim olan vakit geçsin. İcabında
verilen vazife tekrarlanır. Ekmek alınacaksa yolda arkadaş sohbeti var ise
ekmeğin yarısı kemirilmiş bitmiştir.
Yine böyle bir yaz günü
ortasında, sabah sabah kalkıp kısa kollu gömlek ve bretelli pantolonumu
giydikten, şekere batırılmış tereyağı kaşığını yutup akşamki bayatlamış ekmeğin
kızartılmış dilimine tereyağı ve şeker serpilip çay bardağını yudumladıktan
sonra yalla haydi sokağa.
Ancak bu demek değildir boş
gezenin boş kalfası ol. Yalla Vazife!.
Annemin bugün evde hem
çamaşırı hem de evin işi var, ayakaltı çocuk istenmez.
Günün sabah sıcaklığının hissedildiği
bu saate annem ’’haydi onkli Jak’a git ona yardım et’’. Emir her ne kadar emir
ise de ben dayımın kunduracı dükkânına daima gitmeyi severim.
Evin kapısından çıkıp acele
etmeden mahallenin ev önlerinde teyze ve madamların seyyar satıcılarla
yaptıkları alışverişler ve sohbetlerini seyrede seyrede yokuştan aşağı sağa
kıvrılıp galete fırını önünden içerisinden çıkan anasonlu galeta kokusunu sindire
sindire Tahta minare hamamının kapısını geçip Tahta minare camisinin karşı
kaldırımına korkusuzca geçip dayımın dükkânına giriyorum. Karşıdan karşıya
geçmek o kadar tehlikeli değil bu zamanda, zira otomobiller pek revaçta değil
bizim bu zamanki Balat’ta.
Dükkân küçük bir vitrini
içinde iki üç ayakkabı çift siyahlı kahve rengili dar bir giriş kapısı, tavanda
şapkalı bir tek ampul, diğer ışık dışardan içeri giren. Bu küçük dükkân hem
satış hem ayakkabı imalatı artan zamanda ayakkabı tamiri yapılan bir yer. Büyük
patron onkli Jak. Onkli Jak hafif esmer pek uzun boylu değil, kolları pazılı,
üstündeki elbise iş elbisesi, yüzü her zamanki gibi tebessüm dolu. Beni görür
görmez ne maksatla yollandığımı anlamışçasına “şimdi bugün sen bana yardım edeceksin’
’der. Köşedeki su kovası ve konserve kutusunu alıp kovaya su doldurduktan ve dükkânın
kapı önüne koyduktan sonra ’’dükkân önüne su serp te içeriyi tozdan edelim ve
yeri serinletelim” der, beni dışarı sallar bende küçük ellerimle vazifemi gayet
ciddi bir şekilde yapıp bitirmeğe bakarım.
Dayım tezgâha döndüğünde
teneke kutunun içindeki çivileri avuçladığı gibi ağzına atması ile benim
gözlerim fal taşı gibi açıldı. Olanca alışkanlığı ile çivileri bir bir alıp
parmakları ile iki bacak arasında sıkıştırdığı örs içindeki ayakkabının
köselesine çivileri çakmağa başladı. Sulama teçhizatını yerine koyduktan sonra
ikinci vazifenin emrini beklerken onun ellerine ve işine bakmak bana yetiyor.
Bir an ‘’git, yanımızdaki
ahtardan iki tane buz gibi Olımpus veya Çamlıca gazozu getir de içelim’’ deyince
içim sevinç doldu, dünyalar benim oldu.
Gazozlar yudumlanıp
bittikten ve şişeler geri verilip ahtar amca kapının eşeğine iki çapraz tebeşir
işareti yaptıktan sonra ben dayımın karşısına oturup onu seyretmeğe devam
ettiğim anda müşteri göründü.
Gelen, güler yüzlü, kırmızı
yanaklı, hafif göbeği ileri çıkmış, temiz giyimli bir amca. Musevi’ce selam
sabah dendikten sonra ayakkabı ısmarlamak için geldiğini açıkladı. ’Hayırlı
uğurlu olsun, dükkân kapısı rahmet kapısı’’.
Dayım elindeki tamir etmekte
olduğu ayakkabı ve örs’ü yana koyup sırtının arkasındaki rafta duran sayfa
uçları epeyce kıvrılmış büyük defteri açıp yere koyduktan sonra müşteriden ayakkabılarını
çıkarıp kokmakta olan hafif ucu örülmüş çorapla kalmasını söyledi. Müşteri amca
küçük, altı hasır tabureye oturduktan sonra ve ayağını defter sayfasına
dayadıktan sora dayım kulak arkasındaki kopya kalemin ucunu dilinin ucuna sürtüp
ayak resmini çizmek için ayak etrafında dolaştırdıktan, boynundaki bez metre
ile ayağın sağlı sollu ölçüsünü alıp numaraları sayfalara yazdıktan sonra,
müşteriye kendi ayakkabılarını giydirip işin özüne girmek üzere tekrar kendi tezgâhına
döndü.
Model, renk, para, teslim
tarihi…
Model denince seçenek pek
yok, ya mokasen ya da bağcıklı. Renk dersen ya siyah ya kahve, para denince
‘’sen işe başla yavaş yavaş öderim’’, teslim tarihi bayramlara dek hazır olsun.
Alan memnun veren memnun, bir
bu kadar tatlı bir sohbet bir de tatlı kahve, haydi hayırlısı, hayırlı
işler, sana da kolay gelsin, haydi bana
eyvallah.
Bu günkü kunduracı dersini
bitirdikten sonra dayımın elime sıkıştırdığı on kuruş ile Çiçek sineması
karşısında duran dondurmacıya yaklaşıp vişneli kaymaklı bol kürekten külaha
doldurduğu dondurmamı alıp büyük bir zevk ve sevinç içinde yalayarak bir damla
dahi damlatmadan evin yokuşunu tırmanıyorum. O kadar dalmışım ki önümdeki
elektrik direğini görmeyip kafamı bir güzel vurdum. Neyse ki dondurmamı düşürmeden
sağ salim evimin kapısına gelebildim
Sıcaklar devam ettiği bu
günlerde annem ve komşu teyzeler arada bir serinlemek ve biraz olsun ev iş
yorgunluğunu gidermek için Balat’a yakın Haliç’in üstünde olan Fener semtinin
vapur iskelesinin yanındaki belediye halk bahçesine gidiyoruz. Hem deniz havası
alacak hem bizler keten helva yiyeceğiz.
Eğer bugün şansım yaver
gider annemin küçük çantasında yeterli para varsa, çıngıraklı tahta çember veya
Eyüp işi küçük boyanmış düdüklü testi alır bende bayram ederim.Günlerden
cumartesi akşamüstü annem, babam, dayılarım, komşular yarın sabah gidilecek
Silahtarağa gezisi hazırlıkları hakkında harıl, harıl konuşup fikir getirerek
kimin ne getireceği, francala fırınından kaç ekmek alınacağı, nerede hangi
saate buluşulacak... Biz çocuklar merak ve heyecanla her şeyi aklımızda yazıyor,
yarını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bütün konuşmalar bir kısmı Türkçe, ekseri İspanyolca,
serinlemek babından birer vişne suyu ikramı ve erkekler bir pişti partisi
attıktan sonra yarın sabahın randevusu için herkes iyi akşamlar dileyerek
ayrılıyorlar.
Pazar sabahının erken saatinde
henüz sabahın serin vaktinde herkeste büyük bir telaş, büyük bir hareket… Yemekler,
sefertasılar, sepetler, file çantaları, her şey yerleştirildikten sonra dönüş
zamanı için lüzumlu giyecekler hazır hale konur. Sonra babam kravatsız açık
yaka beyaz ütülenmiş bir gömlek, çizgisi hissedilen düzgün bir pantolon, boyalı
temiz ayakkabılar, gömleğin cebinde dolmakalemi, saçları düzgün taranmış elinde
hafif bir file herkese “ haydi geç kalacağız’’ dediğinde…
Annemin bir yan bakışı ve
babam kapıdan çıkıp dışarda beklemek üzere sessizce çıkışı…
Annem her şeyi hazır hale
getirdikten sonra beyaz ton üstünde hafif çiçekli yazlık bir elbise, saçlar
düzgün hafif bir kuafür ve dudağında hafif ruju, ben ve kardeşim kısa paçalı
arkada çapraz bretelli pantolon, ayakta sandalet ve temiz bir gömlek.
Annemin bütün ısrarına
rağmen başka uzak bir geziden kalmış çıngırağı çalmaz olan tahta çemberi elime
alıp onlar arasına karışıp bende gidiyorum. Gidişimiz belli, Silahtara!!
Hep birlikte Balat içinden
dışına giden Balat çarşısından geçiyoruz. Herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm
ve şenlik... Günün bu saatlerinde çarşı, Pazar günü olması olsa gerek sesiz ve
tenha...
Manavı, kasabı, ciğercisi, ekmek
fırını, salatacısı sabahın bu erken serin saatlerinden faydalanıp mallarını tezgâhlara
dizer düzeltirken birbirlerine laf atıp gelen geçene “günaydın, nereye böyle Silahtar
ağaya mı?’’ deyip bizleri uğurluyorlar Bizim Balat böyle tatlı, samimi, candan
insanlardan oluşmuş böyle alışılmış bir yer.
Bizim kafilede, selam verip
yeni ıslatılmış arnavut taşından yapılı yoldan Balat dışındaki Halk otobüs
durağına doğru yürüyoruz. Köşe başındaki helvacı Mehmet’in önündeki Desoto, Buick,
Pleymouth dolmuşlarının duraktaki karşı kaldırımdaki tahta çerçeveleri yeşile
boyanmış, yan köşesinde yeşil asması ve salkımları görünen kahvehanenin önünde
toplanıp Eyüp-Silahtarağa halk otobüsünü beklemeğe başladık. Herkesin yüzünde
bir tatlı tebessüm, belli ki bizleri hoş güzel bir gün bekliyor.
Nihayet yamuk yumuk siyahlaşmış
paket taşından yapılmış dar caddenin görünen başından bizim beklediğimiz içi
geçmiş, dökülmeğe yüz tutmuş otobüs bir sağa bir sola sallana sallana ilerleyip
acayip sesler çıkararak önümüzde durdu.
Otobüste pek fazla yolcu
olmamasına rağmen bizimkilerde bir aceledir bir telaştır tuttu, dedik ya bizler
telaşa memurlarıyız.Yarı Musevi’ce, yarı Türkçe bir patırdı bir gürültü bir
curcunadır gidiyor.
Otobüs kapısına asılı, müşteri
kollayan ağzında sigarası sallanan pis kaç günlük belli olmayan sakalı belli şoför
muavini habire vites kolunu zorlayıp vitesi koymağa gayret eden gözleri yarı kapanık
yorgun şoföre seslenip “sol serbest, tamam.’’ kumandasını verdikten sonra olan
alışkanlığı ile kendini içine attı. Ücret...
Otobüs ücreti muavinin
elindeki saman kâğıdından oluşmuş bir koçandan yırtılıp paralarda elden ele
geçerek yapılıyor. Otobüsün içi sıcak ve boğuk iyi ki pencere camları bazısı yarı
açık, yarı kapalı bir ter ve kolonya kokusu karışımı… Dar caddenin iki tarafı birbirine
dayanmak istiysen eski ev ve yapılar, dışardan içeriye gelen hava ağır ve acayip
bir haliç kokusu lağım ve mezbaha koku karışımı. Otobüs ofluya pufluya yoluna
devam ederken arada bir yol ortasından muavinin emiri üstüne durup yolcu alıp
verirken nihayet mavi gök gözüküp otobüsün durması ile muavinin cırtlak sesi
duyuldu. Silahtarağa son durak. Herkes alelacele biraz gerilip derin nefes
aldıktan sonra, annem de herkes gibi bizleri ellerimizden tutup aşağı
indirdikten sonra bütün o karanlık kirli hava kaybolup etraf yemyeşil çimen ve
kavak, dut, çınar ağaçları ve iki yaka ortasından sessizce akan yeşil bir dere
ve yüzen renkli kayıklar ve sevimli yüzlü insanlar...
Demek mesire yeri dedikleri
Silahtarağa burası. Şimdi erkekler ağaçlar arasındaki tahta kulübeye gidip kiralanan
yer hasırları aldıktan, kıyı üstü serin gölgeli bir yere katlanan tahta iskemle
ve saç masalar sıralandıktan, anneler hasır sepetlerden örtüleri çıkarıp
masaların üstüne atıktan sonra şimdi herkes yere serilen hasırların üstüne
palamida gibi serilip bir oh çekiyor, biz çocuklar bir buraya bir oraya koşuyor
etrafta satıcı var mı arıyoruz. Nihayet
köşede büyük siyah kazan ve altında ağaç dalları yanan mısırcı gözümüzden kaçmadığı
gibi yanımızdan iki omuz arası sopa ucundan sallanan dondurma fıçıları ile
dondurmacı, öteki köşede yuvarlak beyaz, pembe renklerde keten helva satıcısı
ve bir köşede harıl harıl akan belediye çeşmesi...
Dayılarım beyaz kırmızı boyalı
sandal kiraladılar. Tabii ki bizler için büyük bir bayram, her taraf yemyeşil, sessizliği
bozan ya kuş sesleri veya uzaktan gelen gazeller, şarkılar… Sandal sanki
derenin sesiz durgun yeşile çalan sularını yarıp, bazen suların arasından
kayıyor. Yer sanki gerçekle irtibatını kesmiş cennetin bir köşesi.
Sandal sefasını bitirdikten
sonra kadınlar masalara eksik etmedikleri muşamba örtüleri koydular. Sonra, herkesin
birkaç gündür hazırladıkları salatalar, dolmalar, mezeci Andon’dan alınmış mortadella
salam, sırt pastırması, evde yapılmış tarama, iki şişe Yeni Rakı, mezeye
katılan biraz lakerda, tereotu, zeytinyağı içinde bol sirkeli çiroz salatası, dünden kızartılmış beyin, üstüne bol maydanoz
az yağ atılmış bol limonlu beyin salatası, karpuzun mezesi olan kucaras de berenjena,
kuru köfte, bol soğan maydanoz doğranmış sirkeli piyaz salatası, aynı şekilde
kızartılmış kuzu ciğeri, mevsimi olduğu için bollaşmış olan domates ve hıyardan
çoban salatası, sabah saatlerinden alınan mis kokan francala ekmekleri, hasırların
alındığı kulübeden alınan soğuk su testileri…
Otobüsten indiğimizde karşı
köşedeki tahta kalıntılarından ve kalaslardan yapılmış sergide önünde mavisi
kaçmış kirli, beline bağlanmış önlüğüne eline aldığı karpuzu temizleyen,
parlatmakta olan, başındaki yana kaymış kasketi, ağzında külü
sallanan sigarası, kirli, dikenli, pis sakallı karpuzcudan bir karpuz, bir uzun
mis kokan topatan kavunu, Yeni Rakıya meze olacak olan bir Kırkağaç alındı. Oracıkta
devamlı soğuk su akan belediye çeşmesinin yalağına herkesin yaptığı gibi
aşlamaya konulan karpuz ve kavunlar alınıp kesildikten sonra bizimkiler “UN BİVDO
SEKAZA’’ deyip masaya oturmağa başladılar. Artık herkes havasından mı, suyundan
mı? Aç, hem de çok aç.
Babam herkesle konuşuyor
şakalaşıyor, annemin yüzü hep gülüyor herkese laf yetiştiriyor, bizler arada
bir francalanın köşesini kemirip biran evvel yemeğin başlaması için
sabırsızlaşıyoruz. Etraftan rakı
kokularına karışmış meze kokuları ile birlikte sağdan soldan gelen tanınan şarkı
ve gazeller, her şey hoş her şey güzel bu cennetin köşesinde. Yemekler
karpuzlar kavunlar yendikten sonra yerin sessizliği ve havası olsa gerek
erkekler hasırların üstünde bir temiz palamida gibi uzanıp uykuya daldılar
çınar ağaçlarının yaprakları arasından gelen hafif rüzgâr sesi ninni gibi
geliyor. Artık toplanıp gitme zamanı geldi. Herkes bir şeyler toplayıp etrafı
kolaçan ettikten sonra anneme el verip karpuzcunun önünde bekleyen eski, harap,
içi geçmiş otobüse doğru yürüyoruz. Herkesin yüzü gülüyor ve birbirlerine laf
atıyor. ESTOS İ MUNÇOS.