22 Ocak 2014 Çarşamba

2-Balat’a dönüş



Zaman nasıl geçtiğini hatırlamıyorum, iki ay gibi bir zaman içinde İstanbul’dan gelen haberle her şeyi bırakıp, İstanbul’a geri göç ettik. Tekrar göç, tekrar yerleş, tekrar sil baştan. Kaderde bu varmış meğer bakalım gelecek ne gösterecek bizlere.

Geçen bu seneler ardından bu küçük Balata ne insanlar, ne ananeler, ne geride kalan komşular, ne sokaktan geçen yoğurtçu, ne horoz şeker düdüğü satan amca ne de macun satan kasketli adam değişti. Sanki zaman durmuş, bizi devamı için beklemiş.  Geçen bu zaman iyi, kötü gelecekte anlatılacak, hatırlanacak, sorgu sual sorulacak hayatımın bir kısmı olarak kalacak sanırım.Evimiz yine Balat içinde dost ve akrabaya yakın yarısı tahta yarısı kâgir üç katlı bir Yahudi ailesine ait köşe başında. Biz üçüncü üst çatı katında iki yatak odası, küçük bir mutfak ve oturma odası şirin küçük bir ev.

Biz çocuklar için yeni yere, duruma, mahalleye alışmak zor olmadı. Çocuk her yere her zamana, her değişikliğe çabuk alışan bir mahlûk. Aile problemlerinin başında benim okul problemi geliyordu, tabiidir ki bu problemi hali anneme düşüyor idi. Geldiğimiz aylar okullar henüz yaz tatilinde olduklarından annem beni giriş için hazırlamağa başladı. Kolay bir olay değil kulak dolgunluğuma rağmen bir ay içinde iki senenin eksikliği tamamlamak hiç te kolay değil, şöyle ki bir ay sonra gittiğimiz devlet okulunda yapılan imtihanda yetersiz bulundum ve dokuz yaşımda birinci sınıfa karar verildi. Bu karar bana o anda fazla bir şey yapmadı, Belki ilerideki okul hayatımda tesiri olacak mı? Ancak zaman gösterecek. Kısa münazaradan sonra karar Hasköy Musevi İlkokuluna karar verildi. Peki, okul iyi, bu çocuk oralara nasıl gider? Nasıl geri gelir? Arada deniz var önümüz kış, bunun yazı da var peki ne olacak. Çocuk büyüdü kendini bütün çocuklar gibi kendini idare eder Allah büyüktür, onu korur.

Balat’ın içindeki hayatın gidişatı ne kadar basit, saf, kendine özel renk ve kokularının yanında küçük çocuk olarak bizden büyüklerimize özel saygı ve hürmet istenir. Öyleki aileye yakın dost, arkadaş ve komşu büyüklerine saygı ve sevgi işareti olarak kendi öz isimlerinin başına tanti (teyze) onkli (dayı) lakapları ile hitap edildiği gibi, daha uzak olanlara müsyü (sayın bay), madam (sayın bayan) olarak hitap edilir.

Semtteki meslektaşlar herkes tarafından tanınan simalar olduğundan özel isimlerinin önüne mesleklerinin isimleri konarak daha çabuk anlaşılır ve hatırlanır. Bu şekilde Yahudi Cemaatinde ekseri tekrar eden isimler bu şekilde karışmamış olur. Kampeyas el kasap, Cako el kunduracı, Robert el ahtar, Binyamin el şekerci, Estreya la iğneciya, Andon el bakkal, Davit el fotografçı.  Ananıya el lokantacı, Nuri el boyacı.

Balat ahalisinin büyük kitlesi ekonomik bakımından orta ve ortanın altında olan ailelerdir, aile fert sayısı bakımından ana, baba, bir veya iki çocuk. Bu ailelerin önceki devre aileleri yani büyük baba ve anne ailelerinin fert sayısı altı veya on ikiye kadar olabiliyor.

Gerisi mühim değil hepsi geçti bile.
Bizim şu küçük Balatta biz çocuklar hem çocukluk çağlarını gayet renkli ve sevinç içinde yaşar hem de çabuk büyümek zorundayız.

Annelerimiz bizleri boş boş evin içinde dolaşmamızı pek sevmezler.
Daima bizlere bir iş bulup sokağa salıp zaman geçirip onlara zırıltı olmamamız için ustadırlar.
Verilen işler içinde ekserisi ya bakkal ya ekmek fırını, neyin nereden, ne zaman içinde, söylenen şey alınır alınmaz unutulur unutulmaz mühim değildir. Mühim olan vakit geçsin. İcabında verilen vazife tekrarlanır. Ekmek alınacaksa yolda arkadaş sohbeti var ise ekmeğin yarısı kemirilmiş bitmiştir.
Yine böyle bir yaz günü ortasında, sabah sabah kalkıp kısa kollu gömlek ve bretelli pantolonumu giydikten, şekere batırılmış tereyağı kaşığını yutup akşamki bayatlamış ekmeğin kızartılmış dilimine tereyağı ve şeker serpilip çay bardağını yudumladıktan sonra yalla haydi sokağa.
Ancak bu demek değildir boş gezenin boş kalfası ol. Yalla Vazife!.
Annemin bugün evde hem çamaşırı hem de evin işi var, ayakaltı çocuk istenmez.
Günün sabah sıcaklığının hissedildiği bu saate annem ’’haydi onkli Jak’a git ona yardım et’’. Emir her ne kadar emir ise de ben dayımın kunduracı dükkânına daima gitmeyi severim.
Evin kapısından çıkıp acele etmeden mahallenin ev önlerinde teyze ve madamların seyyar satıcılarla yaptıkları alışverişler ve sohbetlerini seyrede seyrede yokuştan aşağı sağa kıvrılıp galete fırını önünden içerisinden çıkan anasonlu galeta kokusunu sindire sindire Tahta minare hamamının kapısını geçip Tahta minare camisinin karşı kaldırımına korkusuzca geçip dayımın dükkânına giriyorum. Karşıdan karşıya geçmek o kadar tehlikeli değil bu zamanda, zira otomobiller pek revaçta değil bizim bu zamanki Balat’ta.

Dükkân küçük bir vitrini içinde iki üç ayakkabı çift siyahlı kahve rengili dar bir giriş kapısı, tavanda şapkalı bir tek ampul, diğer ışık dışardan içeri giren. Bu küçük dükkân hem satış hem ayakkabı imalatı artan zamanda ayakkabı tamiri yapılan bir yer. Büyük patron onkli Jak. Onkli Jak hafif esmer pek uzun boylu değil, kolları pazılı, üstündeki elbise iş elbisesi, yüzü her zamanki gibi tebessüm dolu. Beni görür görmez ne maksatla yollandığımı anlamışçasına “şimdi bugün sen bana yardım edeceksin’ ’der. Köşedeki su kovası ve konserve kutusunu alıp kovaya su doldurduktan ve dükkânın kapı önüne koyduktan sonra ’’dükkân önüne su serp te içeriyi tozdan edelim ve yeri serinletelim” der, beni dışarı sallar bende küçük ellerimle vazifemi gayet ciddi bir şekilde yapıp bitirmeğe bakarım.
Dayım tezgâha döndüğünde teneke kutunun içindeki çivileri avuçladığı gibi ağzına atması ile benim gözlerim fal taşı gibi açıldı. Olanca alışkanlığı ile çivileri bir bir alıp parmakları ile iki bacak arasında sıkıştırdığı örs içindeki ayakkabının köselesine çivileri çakmağa başladı. Sulama teçhizatını yerine koyduktan sonra ikinci vazifenin emrini beklerken onun ellerine ve işine bakmak bana yetiyor.

Bir an ‘’git, yanımızdaki ahtardan iki tane buz gibi Olımpus veya Çamlıca gazozu getir de içelim’’ deyince içim sevinç doldu, dünyalar benim oldu.
Gazozlar yudumlanıp bittikten ve şişeler geri verilip ahtar amca kapının eşeğine iki çapraz tebeşir işareti yaptıktan sonra ben dayımın karşısına oturup onu seyretmeğe devam ettiğim anda müşteri göründü.

Gelen, güler yüzlü, kırmızı yanaklı, hafif göbeği ileri çıkmış, temiz giyimli bir amca. Musevi’ce selam sabah dendikten sonra ayakkabı ısmarlamak için geldiğini açıkladı. ’Hayırlı uğurlu olsun, dükkân kapısı rahmet kapısı’’.

Dayım elindeki tamir etmekte olduğu ayakkabı ve örs’ü yana koyup sırtının arkasındaki rafta duran sayfa uçları epeyce kıvrılmış büyük defteri açıp yere koyduktan sonra müşteriden ayakkabılarını çıkarıp kokmakta olan hafif ucu örülmüş çorapla kalmasını söyledi. Müşteri amca küçük, altı hasır tabureye oturduktan sonra ve ayağını defter sayfasına dayadıktan sora dayım kulak arkasındaki kopya kalemin ucunu dilinin ucuna sürtüp ayak resmini çizmek için ayak etrafında dolaştırdıktan, boynundaki bez metre ile ayağın sağlı sollu ölçüsünü alıp numaraları sayfalara yazdıktan sonra, müşteriye kendi ayakkabılarını giydirip işin özüne girmek üzere tekrar kendi tezgâhına döndü.
Model, renk, para, teslim tarihi…

Model denince seçenek pek yok, ya mokasen ya da bağcıklı. Renk dersen ya siyah ya kahve, para denince ‘’sen işe başla yavaş yavaş öderim’’, teslim tarihi bayramlara dek hazır olsun.
Alan memnun veren memnun, bir bu kadar tatlı bir sohbet bir de tatlı kahve, haydi hayırlısı, hayırlı işler,  sana da kolay gelsin, haydi bana eyvallah.

Bu günkü kunduracı dersini bitirdikten sonra dayımın elime sıkıştırdığı on kuruş ile Çiçek sineması karşısında duran dondurmacıya yaklaşıp vişneli kaymaklı bol kürekten külaha doldurduğu dondurmamı alıp büyük bir zevk ve sevinç içinde yalayarak bir damla dahi damlatmadan evin yokuşunu tırmanıyorum. O kadar dalmışım ki önümdeki elektrik direğini görmeyip kafamı bir güzel vurdum. Neyse ki dondurmamı düşürmeden sağ salim evimin kapısına gelebildim
Sıcaklar devam ettiği bu günlerde annem ve komşu teyzeler arada bir serinlemek ve biraz olsun ev iş yorgunluğunu gidermek için Balat’a yakın Haliç’in üstünde olan Fener semtinin vapur iskelesinin yanındaki belediye halk bahçesine gidiyoruz. Hem deniz havası alacak hem bizler keten helva yiyeceğiz.

Eğer bugün şansım yaver gider annemin küçük çantasında yeterli para varsa, çıngıraklı tahta çember veya Eyüp işi küçük boyanmış düdüklü testi alır bende bayram ederim.Günlerden cumartesi akşamüstü annem, babam, dayılarım, komşular yarın sabah gidilecek Silahtarağa gezisi hazırlıkları hakkında harıl, harıl konuşup fikir getirerek kimin ne getireceği, francala fırınından kaç ekmek alınacağı, nerede hangi saate buluşulacak... Biz çocuklar merak ve heyecanla her şeyi aklımızda yazıyor, yarını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bütün konuşmalar bir kısmı Türkçe, ekseri İspanyolca, serinlemek babından birer vişne suyu ikramı ve erkekler bir pişti partisi attıktan sonra yarın sabahın randevusu için herkes iyi akşamlar dileyerek ayrılıyorlar.

Pazar sabahının erken saatinde henüz sabahın serin vaktinde herkeste büyük bir telaş, büyük bir hareket… Yemekler, sefertasılar, sepetler, file çantaları, her şey yerleştirildikten sonra dönüş zamanı için lüzumlu giyecekler hazır hale konur. Sonra babam kravatsız açık yaka beyaz ütülenmiş bir gömlek, çizgisi hissedilen düzgün bir pantolon, boyalı temiz ayakkabılar, gömleğin cebinde dolmakalemi, saçları düzgün taranmış elinde hafif bir file herkese “ haydi geç kalacağız’’ dediğinde…
Annemin bir yan bakışı ve babam kapıdan çıkıp dışarda beklemek üzere sessizce çıkışı…
Annem her şeyi hazır hale getirdikten sonra beyaz ton üstünde hafif çiçekli yazlık bir elbise, saçlar düzgün hafif bir kuafür ve dudağında hafif ruju, ben ve kardeşim kısa paçalı arkada çapraz bretelli pantolon, ayakta sandalet ve temiz bir gömlek.

Annemin bütün ısrarına rağmen başka uzak bir geziden kalmış çıngırağı çalmaz olan tahta çemberi elime alıp onlar arasına karışıp bende gidiyorum. Gidişimiz belli, Silahtara!!

Hep birlikte Balat içinden dışına giden Balat çarşısından geçiyoruz. Herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm ve şenlik... Günün bu saatlerinde çarşı, Pazar günü olması olsa gerek sesiz ve tenha...
Manavı, kasabı, ciğercisi, ekmek fırını, salatacısı sabahın bu erken serin saatlerinden faydalanıp mallarını tezgâhlara dizer düzeltirken birbirlerine laf atıp gelen geçene “günaydın, nereye böyle Silahtar ağaya mı?’’ deyip bizleri uğurluyorlar Bizim Balat böyle tatlı, samimi, candan insanlardan oluşmuş böyle alışılmış bir yer.

Bizim kafilede, selam verip yeni ıslatılmış arnavut taşından yapılı yoldan Balat dışındaki Halk otobüs durağına doğru yürüyoruz. Köşe başındaki helvacı Mehmet’in önündeki Desoto, Buick, Pleymouth dolmuşlarının duraktaki karşı kaldırımdaki tahta çerçeveleri yeşile boyanmış, yan köşesinde yeşil asması ve salkımları görünen kahvehanenin önünde toplanıp Eyüp-Silahtarağa halk otobüsünü beklemeğe başladık. Herkesin yüzünde bir tatlı tebessüm, belli ki bizleri hoş güzel bir gün bekliyor.
Nihayet yamuk yumuk siyahlaşmış paket taşından yapılmış dar caddenin görünen başından bizim beklediğimiz içi geçmiş, dökülmeğe yüz tutmuş otobüs bir sağa bir sola sallana sallana ilerleyip acayip sesler çıkararak önümüzde durdu.

Otobüste pek fazla yolcu olmamasına rağmen bizimkilerde bir aceledir bir telaştır tuttu, dedik ya bizler telaşa memurlarıyız.Yarı Musevi’ce, yarı Türkçe bir patırdı bir gürültü bir curcunadır gidiyor.
Otobüs kapısına asılı, müşteri kollayan ağzında sigarası sallanan pis kaç günlük belli olmayan sakalı belli şoför muavini habire vites kolunu zorlayıp vitesi koymağa gayret eden gözleri yarı kapanık yorgun şoföre seslenip “sol serbest, tamam.’’ kumandasını verdikten sonra olan alışkanlığı ile kendini içine attı. Ücret...

Otobüs ücreti muavinin elindeki saman kâğıdından oluşmuş bir koçandan yırtılıp paralarda elden ele geçerek yapılıyor. Otobüsün içi sıcak ve boğuk iyi ki pencere camları bazısı yarı açık, yarı kapalı bir ter ve kolonya kokusu karışımı… Dar caddenin iki tarafı birbirine dayanmak istiysen eski ev ve yapılar, dışardan içeriye gelen hava ağır ve acayip bir haliç kokusu lağım ve mezbaha koku karışımı. Otobüs ofluya pufluya yoluna devam ederken arada bir yol ortasından muavinin emiri üstüne durup yolcu alıp verirken nihayet mavi gök gözüküp otobüsün durması ile muavinin cırtlak sesi duyuldu.  Silahtarağa son durak.  Herkes alelacele biraz gerilip derin nefes aldıktan sonra, annem de herkes gibi bizleri ellerimizden tutup aşağı indirdikten sonra bütün o karanlık kirli hava kaybolup etraf yemyeşil çimen ve kavak, dut, çınar ağaçları ve iki yaka ortasından sessizce akan yeşil bir dere ve yüzen renkli kayıklar ve sevimli yüzlü insanlar...

Demek mesire yeri dedikleri Silahtarağa burası. Şimdi erkekler ağaçlar arasındaki tahta kulübeye gidip kiralanan yer hasırları aldıktan, kıyı üstü serin gölgeli bir yere katlanan tahta iskemle ve saç masalar sıralandıktan, anneler hasır sepetlerden örtüleri çıkarıp masaların üstüne atıktan sonra şimdi herkes yere serilen hasırların üstüne palamida gibi serilip bir oh çekiyor, biz çocuklar bir buraya bir oraya koşuyor etrafta satıcı var mı arıyoruz.  Nihayet köşede büyük siyah kazan ve altında ağaç dalları yanan mısırcı gözümüzden kaçmadığı gibi yanımızdan iki omuz arası sopa ucundan sallanan dondurma fıçıları ile dondurmacı, öteki köşede yuvarlak beyaz, pembe renklerde keten helva satıcısı ve bir köşede harıl harıl akan belediye çeşmesi...

Dayılarım beyaz kırmızı boyalı sandal kiraladılar. Tabii ki bizler için büyük bir bayram, her taraf yemyeşil, sessizliği bozan ya kuş sesleri veya uzaktan gelen gazeller, şarkılar… Sandal sanki derenin sesiz durgun yeşile çalan sularını yarıp, bazen suların arasından kayıyor. Yer sanki gerçekle irtibatını kesmiş cennetin bir köşesi.

Sandal sefasını bitirdikten sonra kadınlar masalara eksik etmedikleri muşamba örtüleri koydular. Sonra, herkesin birkaç gündür hazırladıkları salatalar, dolmalar, mezeci Andon’dan alınmış mortadella salam, sırt pastırması, evde yapılmış tarama, iki şişe Yeni Rakı, mezeye katılan biraz lakerda, tereotu, zeytinyağı içinde bol sirkeli çiroz salatası,  dünden kızartılmış beyin, üstüne bol maydanoz az yağ atılmış bol limonlu beyin salatası, karpuzun mezesi olan kucaras de berenjena, kuru köfte, bol soğan maydanoz doğranmış sirkeli piyaz salatası, aynı şekilde kızartılmış kuzu ciğeri, mevsimi olduğu için bollaşmış olan domates ve hıyardan çoban salatası, sabah saatlerinden alınan mis kokan francala ekmekleri, hasırların alındığı kulübeden alınan soğuk su testileri…

Otobüsten indiğimizde karşı köşedeki tahta kalıntılarından ve kalaslardan yapılmış sergide önünde mavisi kaçmış kirli, beline bağlanmış önlüğüne eline aldığı karpuzu temizleyen, parlatmakta olan, başındaki yana kaymış kasketi, ağzında külü sallanan sigarası, kirli, dikenli, pis sakallı karpuzcudan bir karpuz, bir uzun mis kokan topatan kavunu, Yeni Rakıya meze olacak olan bir Kırkağaç alındı. Oracıkta devamlı soğuk su akan belediye çeşmesinin yalağına herkesin yaptığı gibi aşlamaya konulan karpuz ve kavunlar alınıp kesildikten sonra bizimkiler  “UN BİVDO  SEKAZA’’ deyip masaya oturmağa başladılar. Artık herkes havasından mı, suyundan mı? Aç, hem de çok aç.

Babam herkesle konuşuyor şakalaşıyor, annemin yüzü hep gülüyor herkese laf yetiştiriyor, bizler arada bir francalanın köşesini kemirip biran evvel yemeğin başlaması için sabırsızlaşıyoruz.  Etraftan rakı kokularına karışmış meze kokuları ile birlikte sağdan soldan gelen tanınan şarkı ve gazeller, her şey hoş her şey güzel bu cennetin köşesinde. Yemekler karpuzlar kavunlar yendikten sonra yerin sessizliği ve havası olsa gerek erkekler hasırların üstünde bir temiz palamida gibi uzanıp uykuya daldılar çınar ağaçlarının yaprakları arasından gelen hafif rüzgâr sesi ninni gibi geliyor. Artık toplanıp gitme zamanı geldi. Herkes bir şeyler toplayıp etrafı kolaçan ettikten sonra anneme el verip karpuzcunun önünde bekleyen eski, harap, içi geçmiş otobüse doğru yürüyoruz. Herkesin yüzü gülüyor ve birbirlerine laf atıyor. ESTOS İ MUNÇOS.

20 Ocak 2014 Pazartesi

01- Yeni Bir yaşam



Zaman tüneline girmiş trenin pencere camına dayanmış,  karşı siyah şeride dalmış hayal meyal önümden geçen görüntüler peydahlanıp, netleştikçe geçen zaman içinde hayatın ne kadar çabuk geçip aktığını hissediyorum. Trenin ilerdeki beyaz noktaya son hızla ilerlediğini görüyor ve bu hızın yavaşlaması için dua ediyorum. Aniden trenin yavaşladığını hissettim. Artık geçen hayat şeridini daha yakından görmek, incelemek, hatırlamak o anları tekrar yaşamak, olan yanlışları görüp düzeltmek, doğrulamak tasdik edip etmemek,  tekrar o zevki tatmak, üzüntü, kederleri tekrar paylaşmak arzusu, içimi bir hoş ediyor.
Trenin hızını yavaşlatmak ancak kondüktörün kazana atacağı kömüre, vereceği sigara molasına bağlı. Ne korkunç bu arzu, bütün geçenleri bir daha yaşamak hissetmek, gülmek, ağlamak, bağırıp haykırmak, koşmak, oynamak…
Olaylar İstanbul Haliç’in sol yakasının Fener ile Eyüp Ayvansaray semtleri arasında sıkışmış çok eski mazisi olan Balat’ta geçiyor. Mazisinin eskiliği, sinesinde barındırdığı cami, kilise, Sinagoglarına bakılırsa epey eski bir semt. Yazılanlara, söylenenlere bakılırsa Balat’ın tarihçesi İstanbul fethinden evveli Bizans İmparatorluğuna uzanır. Bütün bu tarihten kala kala yıkıntı ve eski Balat’ın dışını saran Fatih Sultanın İstanbul fethinden kalan eski yıkık, dökük harap olmuş Bizans’ın surlardır. Daha sonraki Osmanlı devrinden Fenerdeki Rum Patrikhanesi, Balat dışındaki Yahudi Hasta hanesi, Fenerdeki kıyıya yakın Bulgar Kilisesi ve Mimar Sinan tarafından inşa edilen Balat içindeki Tahta Minare Camiidir. Ahalisi böyle görüldüğü gibi birbirleri ile iç içe girmiş lezzetli bir karışık güveç. Herkes birbirini sever, sayar hürmet verip böyle gelmiş böyle gider burada.
Bebeklik ve ilk çocukluk çağımı hayal meyal görüntülemeğe çalışırken annem, babam, dost ve akrabanın ne kadar genç, sevinçli olduklarını görüyor, onlarla birlikte sekiz sene sonraki evliliğin meyvesini görmekle, bende onlar kadar heyecanlanıyor, seviniyorum. İmkânlar o kadar dar ki bunları tasdik edecek fotoğraf makinesi burada, bu zamanda ne arar, yazık.
Seneler birbirini şelaleden akan su gibi takip ediyor ise bile, Balat’ta hayat yavaş geçer, yenilikler yok denecek kadar azdır. Öyle bir yaştayım ki benim akranlarımla mestra dedikleri yuvaya madam Elizaya gitmek mecburiyeti başa geldi. Elimde ahtar Robert’ten satın alınmış siyah küçük kara tahta ve uzun ince beyaz tebeşirlerle nihayet disiplinli madam Eliza’ya teslim edildim. “Eti benim kemiği senin’’ prensibine göre kurbanlık oldum.
Balat’ta en büyük eğlence ailelerin birbirlerine ziyaretleri, bayramlar, seyranlar, mahalle meydanlarında atlıkarınca, ayıcının ayısı, kayık salıncaklar, tek kapalı ağır kırmızı büyük perdesini açıp kapatan Milli Sineması ve yazın tahta iskemleleri sıralanmış Çiçek Sineması…
Amcalarım, teyzelerim, büyük annem, komşular, tanıdık, dost akrabalar bu çocuğun kaprislerini yerine getirmek için birbiri ile yarıştıklarını görmek ne kadar hoş, ne kadar güzel...
Zaman İkinci Dünya savaşı sonu ve herkes çok zor olan ekmeğin peşinde… Aileye kızıl saçlı, kartopu kadar beyaz tenli kardeşim doğdu. Tarih 1947 Haziranı. Herkes memnun ve bahtiyar, evin içi sevinç ve heyecan dolu… Denildiği gibi doğan çocuk kendisi ile şansını ve nafakasını getirir. Bu heyecan, bu sevinç içinde aile fertleri arasında bir fısıldamaya ortak oluyorum, o da çok az bir müddet yaşayan zavallı küçük kız kardeşimin mevzusu kısa ve öz olarak konuşulup bitirildi.
Yaşanan hayat çok basit te olsa insanlar hoş genç, dinamik, ilerisi meçhul olan bir yolda yürüyüp giderler. Zaman bu ahenkle akar dururken birden, memlekete propaganda çılgınlığı sonucu olsa gerek apar topar Yahudiler arasında İsrail’e göç etme sloganı ortaya çıkar.
Ailede konuşmalar, tartışmalar ağlamalar, sızlamalar, son karar İsrail’e göç kararı alınır. Bu anda kendimi ailemle birlikte Galata vapur iskelesinde kısa pantolon, beyaz kısa kol gömlek, annem çiçekli ince kumaştan elbisesi kucağında kardeşim bohçalanmış, gözlerinden akan ayrılık yaşları sessiz sesle etrafındaki akraba ve yakınlara konuşur,  köşede dayılarımla konuşmağa dalmış genç siyah çerçeveli kalın yuvarlak camlı gözlüklü babama neden?  Niçin? Sorusunu sormak, cevap almak istiyorum.  Acaba bu soruma bu anda cevabı olur mu? Bilmem!
Vapur o rıhtımda çocuğun gözünde sanki bir dev, içine insanları yutan bir ejderha. Herkes biran evvel güverteye çıkmış kimi mendil, kimi el sallıyor, kimi sessizce uzaklardan görünen Galata Kulesine gözlerini dikmiş sessizce ağlıyor, mırıldanıp duruyor. Nereye gidiyoruz? Ne yapıyoruz? Tanrım bizleri unutma, koru.
Siyah beyaza boyanmış vapur artık yolcularını, yükünü almış, rıhtıma dayanmış iskelelerini yukarı çekmiş, önden, arkadan vapuru rıhtıma bağlayan kalın halatlar kalkmış, birbiri arkası iki kalın ürpertici düdük işittikten sonra yavaş yavaş rıhtımdan uzaklaşmağa başladığı anda, bir anlık sessizlikten sonra rıhtımdan vapura, vapurdan rıhtıma yanık sesler, mendiller sallanır.
Vapur artık Sarayburnu açıklarında...  Rıhtımdaki dost, akraba, komşular, çoluk, çocuğun mendil, kol salladıkları hayal meyal görülür. Herkes bir hoş olmuş,  kimi ağlar, kimi düşünür durur, kimi çocuğunu aramakla meşgul, vapur rıhtımdan bir nokta, rıhtım vapurdan siyah bir çizgi gibi görülür.
Sekiz gün yedi gece bazen hoş anlar, bazen dalgalar, bazen kusmalardan sonra en nihayet sabaha karşı karşıdan kara görünür. Vapur ahalisi kimi güverteye kimi lomboz pencerelerinden baş çıkarıp Hayfa, Hayfa deyip haykırır. Babam, annem sessizdirler.
Vapur epeyce karaya yaklaşmıştır karşıdan yeşilliklere bürünmüş Hayfanın Karmel tepeleri. Büyük ideallerle gelmiş, bunca asırlar Türk topraklarında doğmuş, büyümüş, yaşamış, ailelerinin bir kısmını oralarda bırakmış bu insanları ne bekliyor? Meçhul! Bilinmez!
Annem tekrar ince kumaş çiçekli elbisesini, babam kısa kollu beyaz gömleğini giyer, beni de kısa kollu gömlek pantolonla giydiren annem, kardeşimi bohça yapmış koynunda, babam kahve siyah renkli valizlerle vapurdan çıkmak için ağır ağır sallanan merdivenden inip dışarıya doğru kalabalığa yürüyorlar.
Biz sana geldik İSRAİL...
Artık arkaya bakmak için ne vakit, nede düşünce kaldı galiba. Limanda bir hengâmedir gidiyor, Etrafta yalnız tefilla kitabında okunan, anlamadıkları bir acayip lisan bu insanları bazen güldürürken bazen derdini anlatmak isteyenleri küplere bindiriyor. Sağdan soldan bağırışımalar, çağrışmalar ve en nihayet uzun burunlu gri sarı renkli acayip otobüslere bindirilerek, uzun olmayan vücutların ter içinde yüksek sesle birbirine hitap eden heyecan dolu insanlarla dolu tık nefesli otobüs, etrafı huni şeklindeki çadırlarla dolu tahta bir baraka önünde boşaltır. Çocuklar o Allah’ın sıcağında ağlamalar sızlamalar, anneler artık sabırları kıttır ya çocuk kolundan çekilir veya kafaya hafif bir el iner. Etrafı bir curcuna alıp götürürken, tahta kulübenin kapısından çıkanların ellerinde acayip çilteler, kap kaçaklarla, brezent bezinden yapılmış huni biçimli çadırlara yerleştiriliyorlar.
Çocuklar her zamanki gibi, onlar en kolay her şarta alışanlardır. Zira onları birkaç şekerle satın almak kolay. Her taraf hamam gibi cehennem sıcağı ile kavruluyor, herkesin eli, kolunun tersi alın terini silmeye çalışıyor. Zaman zor, memleket çok daha zor...
Akşam inmek üzere, o kavurucu sıcak nispeten hafifler gibi iken annem yatacağımız çiltelerin üstüne çarşafa benzer yeşil gri renkte bir kumaş sererken, güneşten kızarmış yanaklarından aşağıya inen gözyaşlarını görüyor bende onunla beraber sessizce ağlıyorum.

Şu anda bir çocuk olarak ne kadar isterdim Balattaki mahallemizde arkadaşlarımla beraber çember, saklambaç, kuka, olmasa da kızlarla seksek oynayayım. Bu kampın içi birçok çocukla dolup taşıyor her biri bir lisan konuşuyor, anlaşmak zor, hangi oyunu isteyeyim, hangisini oynayayım.
Babam geldiğimiz ilk günden beri ortalıkta pek görünmez olmuştu. Arada göründüğünde de daima düşünceli ve sessiz. Küçük çocuk bunları görür,  bilir, anlar, anlatmaz susar.
Günler, günleri, haftalar, ayları kovalar ve nihayet çadırı bırakma haberi gelir. Yeni evimize gidiyoruz.
Yeni evimiz Tirat Akarmel köyünde. Alınacak götürülecek pek fazla eşya yoktur, buradaki göçümüz çok daha kolay, ayrılırken özleyeceğimiz fazla güzel hatıralar yok. Ancak buranın fotoğrafını zihnime yerleştirip belki bir gün hatırlar anlatırım.
Basit bohçalar ve sohnutun verdiği şilte ve yataklarla 1948 harbinde, savaş sonunda Araplar tarafından terkedilmiş, harabeye dönüşmüş Tira köyüne geldik. Yıkık dökük acayip taşlardan yarı yıkılmış setleri geçerek evimiz olacak yıkıntılar arasında her tarafı siyah gri renk almış büyük taşlarla örülmüş eğri yıkık duvarlardan yapılmış, ahıra benzer, damı düz bir büyük oda, işte yeni evimiz. Gülelim mi? Ağlayalım mı? Sevinelim mi? Çadırdan daha iyi değil mi? Hava sıcak yine, rüzgâr hak getire, kapı pencere arama çünkü yok, her şey sil baştan, haydi bakalım sıva kollarını anneciğim, yallah...
Peki, kim bütün bunları yapacak? Kim anneme kuvvet verip güçlendirecek? Babam bir köşeye çekilmiş susar, düşünür düşünür susar.
Böyle zamanlarda çocuk olmak çok daha kolay… Her şeye uyar, hem oyununu, hem arkadaşını bulup bu zor anları bazen hisseder, fakat çabuk unutur, büyür, gelişir.
Gelen aileler içinde Türkiye’den başka örf adetleri değişik, kimi Romanya’dan, kimi Polonya’dan soykırımdan çıkan, kimi Irak, kimi Suriye’den, kimi Rusya’dan, Maroko’dan, kimi Yemen’den anlayacağın tekrar Nuh zamanı. Nasıl aranmasın bizim boklu, çamurlu Balat’ımız…
Yer küçük, insanlar harap, para kazanıp geçinmek güç. Hayfa limanında adamın olursa iş bulur ya topal, yaralı, ya sedyede ölü olarak eve dönen, ya da Allah’ın köründe kalkıp LISKAT AVODA denilen barakadan iyilik yapan birisinin sayacağı isimlerle yol yapımında iş bulan şanslı babalar, akşam ayakları yanmış olarak evlerin dört duvarına dönen babalar.
Susarız, sessizce onları seyrederiz. Annem evi, ev haline getirmeye başlıyor. Tuvalet bahçede olsa bile evde hafif bir sevinç emareleri var olmağa başlamıştır. Artık yeşil gözlü Grundig radyomuz var. Duvarlara sıva çektikten sonra açık mavi, üstünde kırmızı gül yeşil yapraklı buketlerle donatan Romanyalı badanacı gitmiş,  evimizi bir gül bahçesi kadar güzel yapmıştı. Annemin yüzü güler oldu. Ev misafir kabul eder hale geldi. Artık evin kapı ve pencereleri de mevcut. Yaş ilerledi okula gitme zamanı geldi. Peki, bu çocuk hangi okula gidecek? Büyük bir problem!
Mapay okuluna mı? Mizrahi okuluna mı? Arkadaşlarım Mizrahi okulunda şeker alıyorlar, ben de bu okula gitmeye karar aldırdım.
Bütün bu olayları gelecek zamanlarda görebilmek hatırlayabilmek için ne olur bir küçük fotoğraf makinesi?  Ne gezer, yokluk zamanı (SENA) millet vesika ile yemek alırken nereden de ben fotoğraftan bahis ediyorum. Dedik ya çocuk, ne yaparsın büyüyecek, bunları anlatacak, kimse inanmak istemeyecek, ona koyacak. Bir hoş olacak.

Köydeki yaşantı bazen hoş, bazen üzücü, bazen hasret dolu anlar içinde geçerken annem ve babamın kardeş ve akrabaları köye yerleşmeye başladılar. Bu durum anne ve babamı bir hayli rahatlattı, artık yalnız değillerdi.
Sabah olmuş babam çok erken saatlerde evden çıkıp LİSKAT AVODA’nın vermiş olduğu taş kırıp yol yapmak işine gitti. Öğlen saati annem elime vermiş olduğu çıkınla dağ başındaki yol yapımında çalışan babama yolladı.
Çıkını sallaya sallaya vardığımda gözlerim babamı aramaya başladı ve karşımda hiç unutamayacağım acı tablo göründü.
Eve gidip gelmeler ile evde Türkçe, İspanyolca duyulur oldu. Birinci yerleşim senesinin sonlarına doğru, babam nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde İstanbul’dan tanıştığı arkadaşı ile birlikte köyün giriş caddesinin içinde, "İstanbul Pazarı" bakkal dükkânını ortak olarak açtılar. Dükkân İngilizlerden kalan mallarla donatıldı. İş başladı, raflar epey malla yüklü, müşteriler dost, ahbap, akraba. Babamın yüzü güler oldu. Her işten dönen, dükkânda mola verip hafif sohbet, muhabbet, gündüzün karısı alışverişini yapmadı ise,  alacağını alır, yoluna devam eder, hesap deftere yazılır. Bu ahenk altı yedi ay sonunda değişmeğe başladı. Akrabalar sohbet etmekle geçinip, eke bile almaz oldular. Nasıl alsınlar? Mallar azaldı, lüzumlu mallar yalnız partiye bağlı bakkallardan (SALHANIYA) almak mümkün... Peyniri almışken ekmek de alınır. Bizim Nesim ekmeklerini evine mi götürsün?
Nesim Efendiyi tekrar dükkân kapısında oturmuş düşünür, susar, düşünür gören ben küçük çocuk ta olsam çok üzücü... Bu durum sönmekte olan yanan mum gibi bir sene daha devam etti. Ben dokuz, kardeşim beş yaşında, evde güleryüz görmek zor. Yapılan bütün gayretler netice vermiyor. Babam çok dürüst bir insan, dürüstlük böyle bir yerde ve zamanda böyle insanlara azap çektiriyor.
Artık durum çekilmez hale gelmiştir. Bir günün akşamında biz çocuklar büyük odada yatmış yarı uyuyor iken aniden küçük mutfaktaki odada annemin, babamın sessizce konuşmaları arasında annemin acı, acı ağlayışını, burnunu dolduran gözyaşlarını çekip çekip yutkunduğunu hissediyor yatakta bir sağa, bir sola dönüyor sessizce onunla beraber ağlıyor, ağlıyorum.
Böyle bir zamanda tekrar sabah olmuştu. Babam bavulu elinde annemle vedalaştıktan, bizleri öpüp sardıktan gözlerinden süzülen yaşları silerken Haifa otobüsüne binip onunla beraber uzaklaşıp kayboldu.
Peki, bu kadın bu iki küçük çocukla ne yapar? Nasıl geçinir? Dükkân ne olacak? Kim bütün kalan şeylerle uğraşacak? Böyle bırakıp gitmek olur mu? Annem olacak kadın ne kadar kuvvetli olabilir? Bu cefa nedir? Neden her şeyi bırakıp geldik buralara? Bizi kovan mı oldu? Nerede vaatler? Nerede Siyonizm? Gelecek sene Yeruşalayimde!!!  Geldik, gördük, yaşadık. Dönüyoruz!!!
Bizler yalnız, babamdan haber iki hafta sonra ulaşır. Varır varmaz geri dönüp yerleşmek için iş ve ev aramağa başlamış denir. Babam her ne kadar göstermez ise de annemi bütün kalbi ile seven, ailesini onun en kutsal şeyi sayan, mütevazı, ciddi, karşısındaki insana insan hürmeti veren ve bunu aynı şekilde karşısındaki insandan bekleyen bir zat. Böyle olunca bu sıkı anda bunun semeresini eski komşumuz, orta yaşlarda henüz evlenmemiş, kendini mahzurlu erkek kardeşine adamış, akrabamız gibi saydığımız Eliza Teyzemiz babamı İstanbul’a vardığında karşılayanlar arasında idi. Bütün hikâyeyi dinledikten sonra Babama, yarından tezi yok kendine İstanbul’da geçinebileceğin küçük bir dükkân ara sen benim ağabeyim kadar sevdiğim, saydığım kimsesin, bunun için lüzumlu parayı ben sana vereceğim, kazandıkça ödersin der destek olur. Bu kadını hayat boyunca ne babam, ne annem, ne de bizler karşılıksız iyiliğini unutmadık, bu kadını sevdik, saydık,  aradık. Ne demişler iyi dost kötü günün dostudur!!!

ÖNSÖZ



…………………………………………………………………………………………………..
Önsöz
…………………………………………………………………………………………………..

Biz insanlar hayatımız boyunca yaşantılarımızı, geçen olaylarımızı, sevinç ve üzüntülü anlarımızı, yalnız tek şahıs olarak geçirdiğimizi zannederiz. Hakikatte etrafımızdaki insanlar buna tam ortaktırlar. Ancak bu akış içinde iken bunlar farkında olmayıp unutulur gider. Yaş ve zaman akışında, benzer olaylar, unutulan etraf insanlarını, olayları hatırlatır ve onlardan örnek alınarak aynı yanlışları tekrarlamamağa çalışılır. Ne demişler ’’Geçmişini hatırla ki aynı yanlışa düşmeyesin’’
Geçmişi hatırlamak her zaman hoş olmasa bile o bizim geçmişimiz silmek, unutmak mümkün değil.
Unutulmuş gibi zannedilen olaylar yaşantılar, çehreler zihnin bir yerinde saklanır, orda durur, kalır. Onu yüzeye getirmek için çok küçük bir kıvılcım, bir deja vu, bir söz, bir hikâye yeterlidir.
Yazmağa gayret ettiğim bu hayat hikâyesi esnasında geçen uzun senelere rağmen her kelime,  her satır, her paragraf, her sahife geçen olayları, insanları, yerleri, kokuları, renkleri birbirlerini takip edip hatırladıkça, kelime kelimeleri, satır satırları, sahife sahifeleri takip etti ve bu anlardan sonra olayları tekrar yaşadım. Unuttuğum insanlarla haşır neşir oldum, unuttuğum oyunları tekrar oynayıp zevk aldım, yazları, güzleri, baharları tekrar yaşayıp çocuk oldum, gençleştim, yaşlandım...
 Neticede bütün bunların yalnız bana ait olmadığına kanaat getirdim,  Benim bu hayat hikâyemde etrafımda olan insanlar bu satırları okuduklarında biraz gayretle kendilerini benim yerime koyup, büyüdüklerini, zaman, yer ve insanları, göç edip giden veya bu yolda olan anne, baba dost ve akrabalarını genç, dinamik zamanlarını hatırlayıp geçmişe gurur, özlemle bakıp zevk almaları, korkmadan tekrar gururla, torunlarına, yaşlanmağa yüz tutmuş çocuklarına, kazara ortaya çıkan eski çocukluk arkadaşlarına:
“İŞTE BÖYLE BÜYÜDÜK, BÖYLE YAŞADIK, BU GÜNLERE GELDİK”
Diyebilmeleri ve icabında beni de hatırlamaları için yazdım.  
Bizler ki yirminci asrın sonu, yirmi birinci asrın başlangıcını yaşamağa devam eden olgun insanlarız. Asrın teknolojisinin basitinde yaşayıp bugünkü dev adımlarla ilerlemiş teknolojiyle aşık atıp ona ayak uydurmağa bakan bizler halen geride kalan senelerin bıraktığı hayat tecrübesi, geçen anı ve yaşantıların neticesi olduğuna inanıyor geçmişi hasretle anıyorum.
................................................................................................................................





      BÖLÜM



İÇİNDEKİLER



SAYFA





1
Yeni bir yaşam
 4

2
Balat'a dönüş
 8

3
İlkokul başlıyor
12

4
Karne zamanı
16

5
Kış bitiyor
18

6
Sağlık sorunları
21

7
Bir cenaze, bir düğün
25

8
Kış günleri, yılbaşı
28

9
Purim lanu
31

10
Pesah evveli hamam sefası
34

11
Heybeliada'da yaz tatili
37

12
Yine kış
40

13
Florya
43

14
Kurtuluş'a göç
45

15
İkinci Karma İlkokulu
48

16
Okullar açıldı
51

17
Bar Mitzva
55

18
Terzi Mösyö Hayim
57

19
Futbol oynarken yaz geldi
61

20
Azınlıklar ve değişim
68

21
Musevi Lisesi
72

22
Tıp Fakültesi görünüyor
76

23
Diploma ve karar
80

24
Düğün, balayı
84

25
Ver elini İsrail
88

26
Ev sahibi olmak
92

27
Kipur savaşı
95

28
Sıkıntılı yıllar
99

29
Servis şefliği
102

30
İstanbul'da yaz tatili
104


Büyükada
106