22 Ocak 2014 Çarşamba

2-Balat’a dönüş



Zaman nasıl geçtiğini hatırlamıyorum, iki ay gibi bir zaman içinde İstanbul’dan gelen haberle her şeyi bırakıp, İstanbul’a geri göç ettik. Tekrar göç, tekrar yerleş, tekrar sil baştan. Kaderde bu varmış meğer bakalım gelecek ne gösterecek bizlere.

Geçen bu seneler ardından bu küçük Balata ne insanlar, ne ananeler, ne geride kalan komşular, ne sokaktan geçen yoğurtçu, ne horoz şeker düdüğü satan amca ne de macun satan kasketli adam değişti. Sanki zaman durmuş, bizi devamı için beklemiş.  Geçen bu zaman iyi, kötü gelecekte anlatılacak, hatırlanacak, sorgu sual sorulacak hayatımın bir kısmı olarak kalacak sanırım.Evimiz yine Balat içinde dost ve akrabaya yakın yarısı tahta yarısı kâgir üç katlı bir Yahudi ailesine ait köşe başında. Biz üçüncü üst çatı katında iki yatak odası, küçük bir mutfak ve oturma odası şirin küçük bir ev.

Biz çocuklar için yeni yere, duruma, mahalleye alışmak zor olmadı. Çocuk her yere her zamana, her değişikliğe çabuk alışan bir mahlûk. Aile problemlerinin başında benim okul problemi geliyordu, tabiidir ki bu problemi hali anneme düşüyor idi. Geldiğimiz aylar okullar henüz yaz tatilinde olduklarından annem beni giriş için hazırlamağa başladı. Kolay bir olay değil kulak dolgunluğuma rağmen bir ay içinde iki senenin eksikliği tamamlamak hiç te kolay değil, şöyle ki bir ay sonra gittiğimiz devlet okulunda yapılan imtihanda yetersiz bulundum ve dokuz yaşımda birinci sınıfa karar verildi. Bu karar bana o anda fazla bir şey yapmadı, Belki ilerideki okul hayatımda tesiri olacak mı? Ancak zaman gösterecek. Kısa münazaradan sonra karar Hasköy Musevi İlkokuluna karar verildi. Peki, okul iyi, bu çocuk oralara nasıl gider? Nasıl geri gelir? Arada deniz var önümüz kış, bunun yazı da var peki ne olacak. Çocuk büyüdü kendini bütün çocuklar gibi kendini idare eder Allah büyüktür, onu korur.

Balat’ın içindeki hayatın gidişatı ne kadar basit, saf, kendine özel renk ve kokularının yanında küçük çocuk olarak bizden büyüklerimize özel saygı ve hürmet istenir. Öyleki aileye yakın dost, arkadaş ve komşu büyüklerine saygı ve sevgi işareti olarak kendi öz isimlerinin başına tanti (teyze) onkli (dayı) lakapları ile hitap edildiği gibi, daha uzak olanlara müsyü (sayın bay), madam (sayın bayan) olarak hitap edilir.

Semtteki meslektaşlar herkes tarafından tanınan simalar olduğundan özel isimlerinin önüne mesleklerinin isimleri konarak daha çabuk anlaşılır ve hatırlanır. Bu şekilde Yahudi Cemaatinde ekseri tekrar eden isimler bu şekilde karışmamış olur. Kampeyas el kasap, Cako el kunduracı, Robert el ahtar, Binyamin el şekerci, Estreya la iğneciya, Andon el bakkal, Davit el fotografçı.  Ananıya el lokantacı, Nuri el boyacı.

Balat ahalisinin büyük kitlesi ekonomik bakımından orta ve ortanın altında olan ailelerdir, aile fert sayısı bakımından ana, baba, bir veya iki çocuk. Bu ailelerin önceki devre aileleri yani büyük baba ve anne ailelerinin fert sayısı altı veya on ikiye kadar olabiliyor.

Gerisi mühim değil hepsi geçti bile.
Bizim şu küçük Balatta biz çocuklar hem çocukluk çağlarını gayet renkli ve sevinç içinde yaşar hem de çabuk büyümek zorundayız.

Annelerimiz bizleri boş boş evin içinde dolaşmamızı pek sevmezler.
Daima bizlere bir iş bulup sokağa salıp zaman geçirip onlara zırıltı olmamamız için ustadırlar.
Verilen işler içinde ekserisi ya bakkal ya ekmek fırını, neyin nereden, ne zaman içinde, söylenen şey alınır alınmaz unutulur unutulmaz mühim değildir. Mühim olan vakit geçsin. İcabında verilen vazife tekrarlanır. Ekmek alınacaksa yolda arkadaş sohbeti var ise ekmeğin yarısı kemirilmiş bitmiştir.
Yine böyle bir yaz günü ortasında, sabah sabah kalkıp kısa kollu gömlek ve bretelli pantolonumu giydikten, şekere batırılmış tereyağı kaşığını yutup akşamki bayatlamış ekmeğin kızartılmış dilimine tereyağı ve şeker serpilip çay bardağını yudumladıktan sonra yalla haydi sokağa.
Ancak bu demek değildir boş gezenin boş kalfası ol. Yalla Vazife!.
Annemin bugün evde hem çamaşırı hem de evin işi var, ayakaltı çocuk istenmez.
Günün sabah sıcaklığının hissedildiği bu saate annem ’’haydi onkli Jak’a git ona yardım et’’. Emir her ne kadar emir ise de ben dayımın kunduracı dükkânına daima gitmeyi severim.
Evin kapısından çıkıp acele etmeden mahallenin ev önlerinde teyze ve madamların seyyar satıcılarla yaptıkları alışverişler ve sohbetlerini seyrede seyrede yokuştan aşağı sağa kıvrılıp galete fırını önünden içerisinden çıkan anasonlu galeta kokusunu sindire sindire Tahta minare hamamının kapısını geçip Tahta minare camisinin karşı kaldırımına korkusuzca geçip dayımın dükkânına giriyorum. Karşıdan karşıya geçmek o kadar tehlikeli değil bu zamanda, zira otomobiller pek revaçta değil bizim bu zamanki Balat’ta.

Dükkân küçük bir vitrini içinde iki üç ayakkabı çift siyahlı kahve rengili dar bir giriş kapısı, tavanda şapkalı bir tek ampul, diğer ışık dışardan içeri giren. Bu küçük dükkân hem satış hem ayakkabı imalatı artan zamanda ayakkabı tamiri yapılan bir yer. Büyük patron onkli Jak. Onkli Jak hafif esmer pek uzun boylu değil, kolları pazılı, üstündeki elbise iş elbisesi, yüzü her zamanki gibi tebessüm dolu. Beni görür görmez ne maksatla yollandığımı anlamışçasına “şimdi bugün sen bana yardım edeceksin’ ’der. Köşedeki su kovası ve konserve kutusunu alıp kovaya su doldurduktan ve dükkânın kapı önüne koyduktan sonra ’’dükkân önüne su serp te içeriyi tozdan edelim ve yeri serinletelim” der, beni dışarı sallar bende küçük ellerimle vazifemi gayet ciddi bir şekilde yapıp bitirmeğe bakarım.
Dayım tezgâha döndüğünde teneke kutunun içindeki çivileri avuçladığı gibi ağzına atması ile benim gözlerim fal taşı gibi açıldı. Olanca alışkanlığı ile çivileri bir bir alıp parmakları ile iki bacak arasında sıkıştırdığı örs içindeki ayakkabının köselesine çivileri çakmağa başladı. Sulama teçhizatını yerine koyduktan sonra ikinci vazifenin emrini beklerken onun ellerine ve işine bakmak bana yetiyor.

Bir an ‘’git, yanımızdaki ahtardan iki tane buz gibi Olımpus veya Çamlıca gazozu getir de içelim’’ deyince içim sevinç doldu, dünyalar benim oldu.
Gazozlar yudumlanıp bittikten ve şişeler geri verilip ahtar amca kapının eşeğine iki çapraz tebeşir işareti yaptıktan sonra ben dayımın karşısına oturup onu seyretmeğe devam ettiğim anda müşteri göründü.

Gelen, güler yüzlü, kırmızı yanaklı, hafif göbeği ileri çıkmış, temiz giyimli bir amca. Musevi’ce selam sabah dendikten sonra ayakkabı ısmarlamak için geldiğini açıkladı. ’Hayırlı uğurlu olsun, dükkân kapısı rahmet kapısı’’.

Dayım elindeki tamir etmekte olduğu ayakkabı ve örs’ü yana koyup sırtının arkasındaki rafta duran sayfa uçları epeyce kıvrılmış büyük defteri açıp yere koyduktan sonra müşteriden ayakkabılarını çıkarıp kokmakta olan hafif ucu örülmüş çorapla kalmasını söyledi. Müşteri amca küçük, altı hasır tabureye oturduktan sonra ve ayağını defter sayfasına dayadıktan sora dayım kulak arkasındaki kopya kalemin ucunu dilinin ucuna sürtüp ayak resmini çizmek için ayak etrafında dolaştırdıktan, boynundaki bez metre ile ayağın sağlı sollu ölçüsünü alıp numaraları sayfalara yazdıktan sonra, müşteriye kendi ayakkabılarını giydirip işin özüne girmek üzere tekrar kendi tezgâhına döndü.
Model, renk, para, teslim tarihi…

Model denince seçenek pek yok, ya mokasen ya da bağcıklı. Renk dersen ya siyah ya kahve, para denince ‘’sen işe başla yavaş yavaş öderim’’, teslim tarihi bayramlara dek hazır olsun.
Alan memnun veren memnun, bir bu kadar tatlı bir sohbet bir de tatlı kahve, haydi hayırlısı, hayırlı işler,  sana da kolay gelsin, haydi bana eyvallah.

Bu günkü kunduracı dersini bitirdikten sonra dayımın elime sıkıştırdığı on kuruş ile Çiçek sineması karşısında duran dondurmacıya yaklaşıp vişneli kaymaklı bol kürekten külaha doldurduğu dondurmamı alıp büyük bir zevk ve sevinç içinde yalayarak bir damla dahi damlatmadan evin yokuşunu tırmanıyorum. O kadar dalmışım ki önümdeki elektrik direğini görmeyip kafamı bir güzel vurdum. Neyse ki dondurmamı düşürmeden sağ salim evimin kapısına gelebildim
Sıcaklar devam ettiği bu günlerde annem ve komşu teyzeler arada bir serinlemek ve biraz olsun ev iş yorgunluğunu gidermek için Balat’a yakın Haliç’in üstünde olan Fener semtinin vapur iskelesinin yanındaki belediye halk bahçesine gidiyoruz. Hem deniz havası alacak hem bizler keten helva yiyeceğiz.

Eğer bugün şansım yaver gider annemin küçük çantasında yeterli para varsa, çıngıraklı tahta çember veya Eyüp işi küçük boyanmış düdüklü testi alır bende bayram ederim.Günlerden cumartesi akşamüstü annem, babam, dayılarım, komşular yarın sabah gidilecek Silahtarağa gezisi hazırlıkları hakkında harıl, harıl konuşup fikir getirerek kimin ne getireceği, francala fırınından kaç ekmek alınacağı, nerede hangi saate buluşulacak... Biz çocuklar merak ve heyecanla her şeyi aklımızda yazıyor, yarını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bütün konuşmalar bir kısmı Türkçe, ekseri İspanyolca, serinlemek babından birer vişne suyu ikramı ve erkekler bir pişti partisi attıktan sonra yarın sabahın randevusu için herkes iyi akşamlar dileyerek ayrılıyorlar.

Pazar sabahının erken saatinde henüz sabahın serin vaktinde herkeste büyük bir telaş, büyük bir hareket… Yemekler, sefertasılar, sepetler, file çantaları, her şey yerleştirildikten sonra dönüş zamanı için lüzumlu giyecekler hazır hale konur. Sonra babam kravatsız açık yaka beyaz ütülenmiş bir gömlek, çizgisi hissedilen düzgün bir pantolon, boyalı temiz ayakkabılar, gömleğin cebinde dolmakalemi, saçları düzgün taranmış elinde hafif bir file herkese “ haydi geç kalacağız’’ dediğinde…
Annemin bir yan bakışı ve babam kapıdan çıkıp dışarda beklemek üzere sessizce çıkışı…
Annem her şeyi hazır hale getirdikten sonra beyaz ton üstünde hafif çiçekli yazlık bir elbise, saçlar düzgün hafif bir kuafür ve dudağında hafif ruju, ben ve kardeşim kısa paçalı arkada çapraz bretelli pantolon, ayakta sandalet ve temiz bir gömlek.

Annemin bütün ısrarına rağmen başka uzak bir geziden kalmış çıngırağı çalmaz olan tahta çemberi elime alıp onlar arasına karışıp bende gidiyorum. Gidişimiz belli, Silahtara!!

Hep birlikte Balat içinden dışına giden Balat çarşısından geçiyoruz. Herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm ve şenlik... Günün bu saatlerinde çarşı, Pazar günü olması olsa gerek sesiz ve tenha...
Manavı, kasabı, ciğercisi, ekmek fırını, salatacısı sabahın bu erken serin saatlerinden faydalanıp mallarını tezgâhlara dizer düzeltirken birbirlerine laf atıp gelen geçene “günaydın, nereye böyle Silahtar ağaya mı?’’ deyip bizleri uğurluyorlar Bizim Balat böyle tatlı, samimi, candan insanlardan oluşmuş böyle alışılmış bir yer.

Bizim kafilede, selam verip yeni ıslatılmış arnavut taşından yapılı yoldan Balat dışındaki Halk otobüs durağına doğru yürüyoruz. Köşe başındaki helvacı Mehmet’in önündeki Desoto, Buick, Pleymouth dolmuşlarının duraktaki karşı kaldırımdaki tahta çerçeveleri yeşile boyanmış, yan köşesinde yeşil asması ve salkımları görünen kahvehanenin önünde toplanıp Eyüp-Silahtarağa halk otobüsünü beklemeğe başladık. Herkesin yüzünde bir tatlı tebessüm, belli ki bizleri hoş güzel bir gün bekliyor.
Nihayet yamuk yumuk siyahlaşmış paket taşından yapılmış dar caddenin görünen başından bizim beklediğimiz içi geçmiş, dökülmeğe yüz tutmuş otobüs bir sağa bir sola sallana sallana ilerleyip acayip sesler çıkararak önümüzde durdu.

Otobüste pek fazla yolcu olmamasına rağmen bizimkilerde bir aceledir bir telaştır tuttu, dedik ya bizler telaşa memurlarıyız.Yarı Musevi’ce, yarı Türkçe bir patırdı bir gürültü bir curcunadır gidiyor.
Otobüs kapısına asılı, müşteri kollayan ağzında sigarası sallanan pis kaç günlük belli olmayan sakalı belli şoför muavini habire vites kolunu zorlayıp vitesi koymağa gayret eden gözleri yarı kapanık yorgun şoföre seslenip “sol serbest, tamam.’’ kumandasını verdikten sonra olan alışkanlığı ile kendini içine attı. Ücret...

Otobüs ücreti muavinin elindeki saman kâğıdından oluşmuş bir koçandan yırtılıp paralarda elden ele geçerek yapılıyor. Otobüsün içi sıcak ve boğuk iyi ki pencere camları bazısı yarı açık, yarı kapalı bir ter ve kolonya kokusu karışımı… Dar caddenin iki tarafı birbirine dayanmak istiysen eski ev ve yapılar, dışardan içeriye gelen hava ağır ve acayip bir haliç kokusu lağım ve mezbaha koku karışımı. Otobüs ofluya pufluya yoluna devam ederken arada bir yol ortasından muavinin emiri üstüne durup yolcu alıp verirken nihayet mavi gök gözüküp otobüsün durması ile muavinin cırtlak sesi duyuldu.  Silahtarağa son durak.  Herkes alelacele biraz gerilip derin nefes aldıktan sonra, annem de herkes gibi bizleri ellerimizden tutup aşağı indirdikten sonra bütün o karanlık kirli hava kaybolup etraf yemyeşil çimen ve kavak, dut, çınar ağaçları ve iki yaka ortasından sessizce akan yeşil bir dere ve yüzen renkli kayıklar ve sevimli yüzlü insanlar...

Demek mesire yeri dedikleri Silahtarağa burası. Şimdi erkekler ağaçlar arasındaki tahta kulübeye gidip kiralanan yer hasırları aldıktan, kıyı üstü serin gölgeli bir yere katlanan tahta iskemle ve saç masalar sıralandıktan, anneler hasır sepetlerden örtüleri çıkarıp masaların üstüne atıktan sonra şimdi herkes yere serilen hasırların üstüne palamida gibi serilip bir oh çekiyor, biz çocuklar bir buraya bir oraya koşuyor etrafta satıcı var mı arıyoruz.  Nihayet köşede büyük siyah kazan ve altında ağaç dalları yanan mısırcı gözümüzden kaçmadığı gibi yanımızdan iki omuz arası sopa ucundan sallanan dondurma fıçıları ile dondurmacı, öteki köşede yuvarlak beyaz, pembe renklerde keten helva satıcısı ve bir köşede harıl harıl akan belediye çeşmesi...

Dayılarım beyaz kırmızı boyalı sandal kiraladılar. Tabii ki bizler için büyük bir bayram, her taraf yemyeşil, sessizliği bozan ya kuş sesleri veya uzaktan gelen gazeller, şarkılar… Sandal sanki derenin sesiz durgun yeşile çalan sularını yarıp, bazen suların arasından kayıyor. Yer sanki gerçekle irtibatını kesmiş cennetin bir köşesi.

Sandal sefasını bitirdikten sonra kadınlar masalara eksik etmedikleri muşamba örtüleri koydular. Sonra, herkesin birkaç gündür hazırladıkları salatalar, dolmalar, mezeci Andon’dan alınmış mortadella salam, sırt pastırması, evde yapılmış tarama, iki şişe Yeni Rakı, mezeye katılan biraz lakerda, tereotu, zeytinyağı içinde bol sirkeli çiroz salatası,  dünden kızartılmış beyin, üstüne bol maydanoz az yağ atılmış bol limonlu beyin salatası, karpuzun mezesi olan kucaras de berenjena, kuru köfte, bol soğan maydanoz doğranmış sirkeli piyaz salatası, aynı şekilde kızartılmış kuzu ciğeri, mevsimi olduğu için bollaşmış olan domates ve hıyardan çoban salatası, sabah saatlerinden alınan mis kokan francala ekmekleri, hasırların alındığı kulübeden alınan soğuk su testileri…

Otobüsten indiğimizde karşı köşedeki tahta kalıntılarından ve kalaslardan yapılmış sergide önünde mavisi kaçmış kirli, beline bağlanmış önlüğüne eline aldığı karpuzu temizleyen, parlatmakta olan, başındaki yana kaymış kasketi, ağzında külü sallanan sigarası, kirli, dikenli, pis sakallı karpuzcudan bir karpuz, bir uzun mis kokan topatan kavunu, Yeni Rakıya meze olacak olan bir Kırkağaç alındı. Oracıkta devamlı soğuk su akan belediye çeşmesinin yalağına herkesin yaptığı gibi aşlamaya konulan karpuz ve kavunlar alınıp kesildikten sonra bizimkiler  “UN BİVDO  SEKAZA’’ deyip masaya oturmağa başladılar. Artık herkes havasından mı, suyundan mı? Aç, hem de çok aç.

Babam herkesle konuşuyor şakalaşıyor, annemin yüzü hep gülüyor herkese laf yetiştiriyor, bizler arada bir francalanın köşesini kemirip biran evvel yemeğin başlaması için sabırsızlaşıyoruz.  Etraftan rakı kokularına karışmış meze kokuları ile birlikte sağdan soldan gelen tanınan şarkı ve gazeller, her şey hoş her şey güzel bu cennetin köşesinde. Yemekler karpuzlar kavunlar yendikten sonra yerin sessizliği ve havası olsa gerek erkekler hasırların üstünde bir temiz palamida gibi uzanıp uykuya daldılar çınar ağaçlarının yaprakları arasından gelen hafif rüzgâr sesi ninni gibi geliyor. Artık toplanıp gitme zamanı geldi. Herkes bir şeyler toplayıp etrafı kolaçan ettikten sonra anneme el verip karpuzcunun önünde bekleyen eski, harap, içi geçmiş otobüse doğru yürüyoruz. Herkesin yüzü gülüyor ve birbirlerine laf atıyor. ESTOS İ MUNÇOS.

1 yorum: