22 Mart 2014 Cumartesi

23-Diploma ve MEDİNA



Artık amacımı ileriki güç görülen tıp tahsiline yöneltmek olacak. F.K.B nin ilk altı ayını bitirdikten sonra yukarı Beyazıt Kampüsünde mikrobiyoloji ve anatomi derslerine paralel olarak başladık. Bütün bu derslerin takibi ve öğrenimi için lüzumlu olan kitaplar henüz ortalarda yok. Fen fakültesinden Beyazıt’a giden arka yolun yokuş ortasındaki kitapçı gerek bizlerin ona kitap sormasından, gerek onun bizlere henüz gelmedi cevabı vermesinden her iki tarafa artık sıkıntı geldi. Her şeye rağmen üniversite lise gibi değil, kimse bizlerden ne ders hazırlamak ne de hesap, şimdilik sormuyor. Ancak içimizdeki kitapsızlık fobisi bizlere rahat vermiyor.

Çarelerden bir tanesi şimdilik, Beyazıt Üniversitesinin arka kapısındaki Tıp kütüphanesi...
Kütüphaneye henüz yeni yeni gitmeğe başladık. Bina tam Beyazıt Üniversite’sinin Süleymaniye yolunun üstünde. Ekseri öğrenciler ikinci sınıf tıp fakültesine ait.  Birazdan anatomi imtihanlarına girecekleri için buraya ineklemeğe geliyorlar. Kütüphane kapısından girip koridora baktığımızda karşımızda o anda gayet enteresan bir Hamlet piyesinin oynandığına şahit oluyoruz.
Her öğrencinin elindeki kemiğe göre insan iskelet sisteminin neresini öğrendiğini anlamak zor değil. Kiminin elinde uzun çubuk kemiği, kiminin elinde Hamletin kafası.

Herkes hapishane koğuşunda bir aşağı bir yukarı volta atar dururken kas sistemini öğrenenler ya kendi kaslarını kontrol ederek veya arkadaşının el, yüz kaslarına dokunarak olayı yaşamağa bakıyorlar. Bütün bu hengâmede etraf bir mezar sessizliği içinde kimse kimseyi rahatsız etmemeğe dikkat ediyor, zira zaman kısa, iş çok ve zor.

Artık aramızdaki arkadaşlığımız daha yakın, daha samimi, daha candan. Herkes nereye, ne zaman gidileceğini biliyor, Eğer asılacak ise hep beraber asıp bahçedeki çimende toplanıp gırgır, şamata yaparken bizleri tanıyan seyyar fotoğrafçı bizlerden olmağa başladı habire anlık veya poz verilen fotoğraflar çekiyor. Belli mi? Hayatın nerede, nasıl olacağı belli mi? Bütün bu güzel anları hatırlayacak mıyız? Birbirimize aklaşmış zamanlarımızda omuza vurup hatırlıyor musun? Nasıldık? Bak şapkan, kabanın ne kadar güzel diyecek miyiz kim bilir?  Hep beraber bizim Veysel’e veya Sultan Ahmet Camii karşısındaki köşedeki kurucuya öğlen yemeğine gidecek miyiz?

Biz Yahudi takımının etraftaki kız milleti ile pek alakamız yok. “Mozoz judiyoz, eyoz vedres, poko i alaka.”  Onlar bizlere saygılı, bizler onlara. Sevilen bir topluluk olmağa başladık.
Zaman kolay zaman değil, gerçek o ki memleket için için kaynıyor, hayat zor.

Benim doktorluk hayatım bu kısa zamanda başladı. Annemin kalp yetmezliği sık sık nüks etmeğe başlaması ile damara ve kalçaya iğne atmam gerekiyor. Babam İstanbul’dan ecza levazımatı satan arkadaşından nirosta kutu, cam şırınga ve iğneleri satın alıp eve getirince bana da kolları sıvayıp damara iğne yapmak kaldı. Ne yapalım nefes darlığı olan annemin bu sıkıntısını gidermek ancak onu çok seven bana kaldığı için hem heyecanlanıyor hem de yardımcı olabildiğim için seviniyorum.
Seneler ilerledikçe mali durumumu düzeltmek için ders vermekten başka çare yok, zira fakülte sabah dokuz akşam beşlere kadar. Kolay olmamasına rağmen idare olmağa bakıyorum. Evden aldığım harçlık ta olmasa vaziyet zor. Yapılacak başka çare yok diyor bu zor uzun köprüyü bütün arkadaşlarım gibi geçmeğe bakıyorum.

Artık ikinci senenin ortasındayız, dersler daha yoğun ve sıkı. Bütün dersler içinde en hoşlanıp zevk aldığımız ve kaçırmamağa gayret ettiğimiz Anatomi amfisindeki Dr Sami Zan’ın anatomi dersi. Amfide bu dersi takıp edebilmek için ekseriyetle daha erken saatlerde gidip yer tutmak lazım, zira amfiyi dolduracak yalnız biz tıp talebeleri değil iktisat, hukuk vs. Fakülte talebelerinin gelmesi ile yer bulmak mesele. Dr Sami Zan ders değil çok enteresan bir piyese mizansen yapan bir gösteri adamı, mükemmel bir hayat filozofu, tam bir öğretici tam bir insan. Amfiye girişi büyük bir patırtı gürültü ile olmasına rağmen çok ama çok kısa zaman içinde her taraf sessizliğe bürünür. Üstündeki bembeyaz elbiseleri sanki birkaç dakika evvelinde ütülenmiş kolalanmış, kel kafası sanki cila atılmış pırıl pırıl, yuvarlak küçük gözlükleri arkasında fırıl fırıl canlı gözleri sanki hepimizi tanıyor gibi gülümsemesi ve her zamanki gibi kırmızı güler pak yanakları ile derse başlıyor. Bu şahıs herkes tarafından taktır edildiği gibi herkes tarafından seviliyor, sayılıyor. Her taraf pür dikkat ve hayran. Bugün yine anatomiden kadın alt karın organlarını çarşaflarla Duglas boşluğunu iki önde oturan iki talebenin üstüne atıp, işte önde mesane ortada rahim arkada rektum dedikten sonra işi hayat filozofi dersine kaydırıp sözlerini bu şekilde sıralıyor:
SİZLER BUGÜN BURADA GÖÇMEN KUŞLAR GİBİ GELDİNİZ, KONDUNUZ, ZAMANI GELİNCE UÇUP GİDECEKSİNİZ.
Ben ise yeni gelecek göçmen kuşları karşılayıp lüzumlu yiyeceği sizlere verdiğim gibi onlara da verip işime devam edeceğim.

Der ve dersini büyük bir alkış tufanı ile bitirip etrafı çevrilir, herkes memnun o da memnun.
Eminim ki gün gelecek toplandığımız zamanlarda ve bizlerde talebelere ders verme fırsatımız olacağı vakitlerde bu şahsı hatırlayacak ve örnek alacağız.

Tıbbiyenin korkulu rüyası mikrobiyoloji ve viroloji Göt Ömer ve yaveri ince uzun kendini beğenmiş biraz ayol olan profesör. Mikroplarla virüslerle uğraşmak zor ve sıkıcı ama ne yapalım bu köprüyü geçirmek lazım ve bu yoldan geçiyor geçeceğiz başka çare var mı?

Bu sene histoloji dersine başladık. Her deste sanki sürrealist müzesinde acayip acayip pembe, mor, mavi, beyaz, siyah renklere boyanmış tablo seyrede seyrede, bazen karanlıkta uyur ya da sohbet muhabbet veya bahçede otlamaya, güneş almaya giderek geçiriyoruz. Nihayet imtihan zamanı geldi
Bu tabloları tek tek ezberleyip öğrenmek lazım. İlk iş eski talebelerden, onlarında eski talebelerden satın aldıkları suyu çıkmış histoloji preparatlarını bulup satın aldıktan sonra iş düştü mikroskop alımına. Ağızdan kulağa Birinci Karma Okulunun yanında oturan rahmetli olmuş Dr Zalmanın hanımından üç okülerli ve immersyonu olan Zaıss Alman marka güzel bir mikroskop satın aldım. Şimdi iş eve kapanıp preparatları mikroskop altına koyup gece gündüz ezberleyip tanımak... İmtihanı bitirip geçtikten sonra adaya gittiğim bir hafta sonu tatilinde bizim Muhsin’in kahvesinde oturup turlanan arkadaşlara ve tanıdıklara bakıp çayımızı içerken aniden arkadaşların biri “Yahu selam veririz almazsın, vermezsin. Ne oldu, büyük adam mı oldun?” deyince o güne kadar farkında olmadığım görme bozukluğunu öğrendim. O günden beri histoloji imtihanının hediyesini bugüne dek gözlük takarak hatırlıyorum.

Bu arada babamın işleri daha iyiye gittiğinden adada İtfaiye karşısında yeni yapılan iki katı dört palyesi olan evin ikinci üst yokuşa bakan üç odası geniş uzun tarasası bir mutfak, küçük holü olan ev satın alındı. Ev hem yol geçen, hem de manava kasaba, çarşıya yakın. Tam annem için rahat bir yaz evine sahip olduk. Mahallenin etrafı ekserisi Musevi ve tanıdık adalı aileler.

Artık yaşımızı başımızı aldık. Bizim Heybeli her ne kadar zamana uymağa gayret ediyor ise orta direğin adası kaldı ve gençlere hitap eden kulüpleri, diskotek ve eğlence yerleri halen yok. Bizler bu yokluğu Büyükada’ya giderek Yekta ve Değirmen’de dans kurtlarımızı dökerek gideriyoruz. Bazen Maden yolundaki Horozluya şarap ile meze yemeğe giderek Cumartesi akşamlarını değerlendiriyoruz. Bizim adada yaşımıza uygun ikinci köprünün altında, sakin, sessiz medeniyetten uzak Burgazada Karpuz kayanın karşısında küçük bir koyu kendimize var ettik.

Adanın akşam yaşantısını yapan iskeledeki sıra sıra kahvelerdir. Bu kahveler ekserisi adalı, yaşlı, orta yaşlı anne, baba, anneanne, babaanne ve genç küçük çocuk, bebeleri olan ailelerin oturup çay, kahve, gazoz içip karşıdan turlayanları süzüp dedikodularını yaptıkları curcuna yerlerdir.
Biz yeni gençlik için oturup laklak edebileceğimiz yer olarak bütün bu kahvelerin sonuncusunu, arabacıların son durağı ve garajının yanındaki kahvehaneyi kendimize mekân edip ismini Muhsinin yeri olarak adlandırdık. Burada biz adanın asları bulunur. Eti Çukulata, Eti Puler, Erkek Çela, Janet Cibili, Janti Barokas, Beki Hara, İzak Baruh,  Dani, Beto Levent, Jojo Çiprut, Jojo Hara, Yusuf Sevi ve isimlerini kavrayamadığım vs.vs.

Arada bir adanın elektriklerinin kesilip karanlığa büründüğü oluyor. İşte eğer Muhsin saatlerine uyuyor ise mumlar yakılır. Ay dolunay oldu ise karşıdaki Suadiye, Bostancı, Yakacık tepelerindeki ışıkları pırıl pırıl parıldayan büyük bir kristal avize olan bu ışıklar Marmara sularına yansıyıp yakamozlar ta ayaklarımıza kadar uzanırken ve bizler hafif acımtırak çaylarımızı yudumlar iken, bu güzel manzaranın karşısında karanlığı unutup zevk alıp dört oluyoruz.

Üniversite hayatı kadar tatlı, hoş, ilginç bir hayat devri tasavvur etmek zor. Her ne kadar maddi bakımından bizler gibilere zor geliyor ise de, durumu çok güzel idare ediyoruz. Doktor olmak ve bu meslekten ilerde ekmek yemek zor olduğunu bilmemize rağmen onu seven bizler için bütün zorluklara göğüs geriyor yolumuza devam ediyoruz. Zaten bu mesleği sevmez isen hemen karar ver ve ondan uzaklaş. Bu mesleğin vereceği katı ekmeği çiğnemek her babayiğidin harcı değil.

Hayat oyunu insana öyle oyunlar eder ki ben bu dereden bir daha su içmem dedirtmesine rağmen çok çabuk unutturuyor. Bu kış gittiğimiz Mişne Tora yoksul çocuklara yardım kurumunda yeni kız arkadaşım Janti’yi tanıdım. Gayet enteresan bir kız, herkese yüz vermeyen, az konuşan, gayet şık giyinen, uzun boylu cici bir aile kızı. Meğer bizim Heybeliadalı imiş. Arkadaşlığımız gayet iyi gidiyor, ailesi çok muhafazakâr. Gizli kapaklı sözde arkadaşlığımız davam ederken bizim bugünkü kabul edilen normlara göre durum pek uzun süreceğe benzemiyor. Nitekim belli bir müddet sonra kız arkadaşım Jantinin sıkıntılı durumunu anlayıp ve bana evdeki durumunu anlattıktan sonra ne biçim hareket etmem gerektiğini düşünmeğe başladım.

Ben ki henüz üniversitenin başlangıcında, henüz yeni istenmeyen nişanlılıktan ayrılmış, baba eline bakan ve zorlukla öğrenci bulup bütçesini dengelemeye çalışan ben nasıl hareket edeyim de bu çok hoşuma giden kız arkadaşımla devam edeyim. Bütün bu zorluklara rağmen içimdeki his onunla sonuna kadar devam edeceğimi söylüyor. Olayı ilkin anneme açıkladım. Annemin tepkisi pek hoş olmadı. Sen mademki buna karar verdin tıp öğrenimini bırak, işe git para kazan. Hem kendine bak hem de nişanlın olacak kıza bakarsın der ve beni sorularla baş başa bırakır.

Bir taraftan annemin hakkı yok değil. Bütün bu zorluklara rağmen ikimiz arkadaşlığımızı devam ettirmeğe karar verdik. Günler haftaları, haftalar ayları takip ettikçe arkadaşlık olarak başlayan bu beraberlik aşk ve sevgiye değişip her yerde her zaman beraber olmağa başladık.

Bu durum ailem ve ailesi tarafından idare edilmesine rağmen etrafın örf ve adetlerini çiğnemek çok zor olduğundan nihayet anemin bana olan sevgisi onu ikna ettirerek nişanlılık olayı ile sonuçlandı.
Artık bu olaydan sonra ben nerede Janti orada göründük. Etraf dost, akraba, tanıdık, aile başta olayı yadırgıyor gibi görünüyorlar ise de zaman geçtikçe kabullenip Jantiyi hem seviyorlar hem de sayıyorlar.

Üniversite hayatı ve öğrenimi bütün hızı ile devam ediyor. Bizim takım her zaman beraber tam bir hareket içinde bürgün içinde bazen Cerrahpaşa, Guraba, Çapa, Haseki Hastahanesinin yollarını tepmekle kalmayıp bazen İstanbul Beyazıt Fakülte binasında dersler aldığımız oluyor, yani yoğun bir tedrisat. Bütün bu yoğunluğa rağmen asmadığımız günler yok değil. Asılan günler ya Haseki hasta hanesinin arkasındaki veya Cerrahpaşa hasta hanesi karşısındaki kıraathanede bizimkiler birbirlerine kravat takmakla meşguller. Oynanan oyunların başında ohel geliyor. Arada pişpirik olursa ben de katılıyorum.

Kravat takılan ve takanların başında bizim Çanakkaleli Afat harçlığını bizim Kurtuluşlu İsmail’den tedarik ediyor. İsmail kaybettikçe daha çok öğrenci bulup ders vermeye mecbur oluyor.

Kışları baharları, baharlar yazları takip ederken Fakülteler Çapa, Cerrahpaşa olarak ayrılmasına rağmen bizler her zaman beraber kalıyor yalnız stajlarda ayrı devam ediyoruz. Zamanın nasıl geçtiğini bir biz biliyoruz fakat nihayet bütün bu güzel devre nihayet sona erip kendimizi Hilton otelinde verilen bitirme balosunda gördüğümüzde Sevgili hocamız Dr Sami Zani’yi hatırlayıp hepimizin kanat açıp bu yuvadan ayrılmağa hazır olduğumuzu hissediyoruz. Bu çıktığımız yolun yönü, yeri, istikbali nerede?  Bunu bize yalnız zaman gösterecek.

Hilton otelindeki törenden evvel diplomaya konacak olan fotoğrafın daha modern, daha Avrupai olabilmesi için profesörlerden alınan cübbe ilk defa olarak tıp diplomasına kondu.
Diploma alma töreni çok heyecanlı ve şaşaalı olarak Hilton otelinin düğün salonunda yapılırken
Hepimizin anne, babalarımızın heyecanlarını, sevinç gözyaşılarını gördükçe içimizden inanıyoruz ki hepimiz aynı şeyleri tekrarlıyoruz.
KENDİMİZE VE SİZLERE VERMİŞ OLDUĞUMUZ SÖZÜ TUTUK. BAŞARDIK BAŞARDINIZ. TEŞEKKÜR EDERİZ.

Her birimiz birbirimize sarılıp tebrik ettikten ve tıp armalı davetiyelere gelecek için birbirimize başarı ve güzel gelecek yıllar hakkında satırları yazdıktan sonra Hilton otelinin kapısından dışarı çıktığımızda hafif bir meltem rüzgârı ile ben Jantiye, Janti bana sarılıp birbirimizi tebrik edip oradan gelecek günler için yürümeğe başladık. Ben artık bir doktorum.

Bugüne dek tıp fakültesini bitirip doktor olmuştuk. Ne var ki durum burada başlıyor. Memlekette yeni doktorun geleceği meçhul olduğu gibi bizler için daha da meçhul, nerede ne zaman ihtisas yapabilme sorunu, askere gidip iki sene ortalıktan kaybolup geldiğinde kim sana ihtisas yeri garantiler? Türkiye’de şimdiye dek tıp Avrupa ve Amerika memleketlerine kıyasla pratik sahadaki tecrübeden başka modern tababet ve alet edevat bakımından çok geride. Bizler ki orta halli ailelerden gelen açık zihinli, azimli, ileri tıbbı görebilen genç kuşak için durum zor. Hali vakti yerinde olanlar için Avrupa’ya veya Amerika’ya ihtisasa gitmek mesele olmasa bile sayıları parmakla gösterilebilecek kadar az.

1967’de orta doğuda büyük bir değişiklik var. İsrail altı günlük harbinde etraf Arap memleketlerini yendikten ve sınırlarını genişlettikten sonra büyük bir göç propagandasına başladı. Bu durum bizim orta halli ailelerden üniversite bitiren gençlere tesir etmeğe başladı. Sebeplerin başında Sionizimden başka yeni hayata atılıp başlayacak olan bizler için bu memlekette başlama şartları daha cazip ve ilerici görülüp kararımızı göç etmeğe yönetiyor. Her ne kadar bu, doğup büyüyüp ekmeğini yediğimiz memleketimize karşı kahpelik gibi görünüyor ise de biz dış memleketlerde mesleklerimizde muvaffak oldukça ilerde onun saygıdeğer elçileri olup bu memlekete bu şekilde hizmet edeceğimize inancı ile ihtisas yapıp iyi modern tıp doktorları olmak üzere göçe karar kılıyoruz.

İlk giden elçiler Dr İshak Levi, Dr Dadi Levi, Dr Marko Altaras, Dr İsrael Benşuşen. Bu orta halli aile çocukları İsrael Konsolosu yardımı ile Negev Berşeva Soroka Üniversite Hastahanesine kabul edilip bir iki ay içinde göçüp gittiler. Onlar için durum çok daha kolay oldu. Onlar benim gibi nişanlı veya sözlü olmadıkları için karar vermek zor olmadı. Ben her ne kadar Janti ile karar verdim isede evlenmeden bunu yapmak mümkün değil. Olayı ailelere açtığımda 1948-53 senelerinde bu topraklarda zorluklara dayanamayıp geri dönen ailelerimiz başta bu karara karşı gelmek istedilerse de kendileri de geleceğimiz hakkında garanti göremedikleri için onlar da bizim gibi durumu kabullenip düğün hazırlıklarına başladılar. Daha önümüzde tam bir sene var. Amerikan Hastahanesine müracaat edip cerrahi asistanlığına başladım. Cerrahinin ilkelerini gönüllü olarak yaz aylarında gittiğimiz Guraba ilk yardım odasındaki onbaşı Mehmedin, Etfal hastahanesinde dâhiliye servisi ve cerrahideki gönüllü işlerimizle dikiş atmak, ekartör tutmak gibi ilkelere sahi olduğum için Amerikan hastahanesinde barınmak zor olmuyor. Burası bugünkü İstanbul’un en lüks ve en modern hususi tababet veren tek hastahanesi. Doktor kadrosu ekserisi dış memleketlerde ihtisas görüp modern tıp bilgisine sahip, icabında hastaları ile veya kendi aralarında İngilizce, Almanca, Fransızca konuşan daima şık elbise ve beyaz önlüklerle dolaşan, levanten zümreye ait doktorlar. Kendimi böyle bir atmosfer içinde görüp çalışmamın ilk zamanlarında büyük gurur ve zevk aldığımı inkâr edemem. Şık hasta ve insanlar arasında dolaşıp tıbbın daha modern şeklini, tıptan nasıl para kazanıldığını görmek karar vermiş olduğum ileriki planlarımı gölgelemeğe başladı. Cerrahlardan en çok sevdiğim ve saydığım bizim levanten Yahudilerden babadan gelme tıp ailesine bağlı Dr Jul Barbut beni himayesine alıp girdiği bütün ameliyatlarında asistanlığını yaptığım gibi kendime ilerdeki doktorluğumda lider olarak görmeğe başladım.

Dr Barbut İngiltere’de cerrahi ihtisasını bitirip tam bir İngiliz stil ve şivesi ile gerek Türkçeyi gerek İngilizceyi konuşup tam bir İngiliz lordu gibi davranan bir tip. İnsan böyle bir kısmete nasıl imrenmez, taklit etmez. Zaman geçtikçe aramızdaki samimiyet ve bağlılık ilerledikçe bir gün beni karşısına alıp
YUSUF SEN SAKINA BURADA KALMAYACAKSIN. SENDE DİĞER ARKADAŞLARIN GİBİ PILINI PIRTINI TOPLAYIP MEDİNAYA GİDİP MODERN TIBBI YAPIP YAŞAYACAKSIN.
Bu söylenti yaşantımın ileride Türkiye’de değil,  arkadaşlarım gibi İsrail’de olacağına bir başlangıç işareti. Bu andan itibaren Janti ile sohbetimiz düğüne hazırlık ve göç olmaya başladı.
Düğün hazırlıkları ile beraber düğün tarihi Hazirana belirlenince göç hazırlıkları da paralel olarak gitmeğe başlıyor. Aslında hazırlanacak ne var ki, eğer düzeltilmiş bir evimiz olaydı, yerleşmiş işimiz ola idi hazırlık kelimesi yerinde olur idi.
Bizler ki yeni evlenmiş genç çift için bütün problem anne baba evinde yaşayıp, baba parası yiyip yepyeni bilmediğimiz bir memlekete gidiyor ve ailemizden uzaklaşıyoruz. Bizler ki üniversiteyi iyi derecelerle hiç zaman kaybı olmaksızın bitirip aile ve etrafımızın birer gurur ve iftihar vesilesi olduk. Ansızın pılımızı pırtımızı toplayıp üniversiteye başladığımızdaki hülyamız olan İstanbul Nişantaşı Caddesinde güzel bir klinik açıp kapının yan duvarında sarı pirinçten doktor tabelası, aranan meşhur bir Yahudi doktoru olup gerek Yahudi, gerek Türk cemaatinde lanse olup maddi manevi ilerlemek, adam olmak düşünce ve hülyayı arkada bırakıp gidiyoruz.

Bizleri ve bizler gibileri buna iten sebeplerin başı memleketin vatandaşlarına lüzumlu dikkat ve kıymeti verememesinden dolayı olsa gerek. Sen bu genç doktora doğru dürüst ihtisas yeri veremezsen, ihtisas sırasında maddi durumunu düzeltemez, geçinebilmek için ikinci iş arattırırsan, akranları olan arkadaşları ticarette daha iyi para kazanıp ilerlerse, o genç, dinamik kafası açık ilerlemek isteyen doktor, ne yapıp yapıp ilk fırsata bu zorluklardan kaçacak ve istikbalini başka memleketlerde arayacaktır.

İsrail Devleti otuz yıldan beri geçirmiş ve geçirmekte olduğu kuruluş ve kurtuluş devresinin güçlüklerine rağmen bütün dünya millet ve memleketlerine örnek oldu. Dış memleketlerde yaşayan tüm Yahudi fertlerinin gurur duyabilecekleri modern, ileriye yönelik bu memleket kendine bu günlerde mıknatıs gibi Yahudi gençliğini çektiği gibi bizleri de buna katıyor.





















18 Mart 2014 Salı

22- Tıp Fakültesi



Son sınıf bitirme imtihan hazırlıkları Mayıs, Haziran aylarında yarı sınıfın asıp buluşma yeri Taksim Cennet bahçesinde sözde çalışmakla geçiyor. Her ne kadar bu sebepten gidiyor isek de yokuşu inip demir çerçeveli,  açık üstü hanımeli çiçekleri ile donanmış kapısından içeri girip merdivenleri inerken karşıdaki Kız kulesi, adalar, Marmara’nın mavi suları olan çalışma niyetimizi bozup demirden yapılı üstü mermer yuvarlak masa etrafına oturup bir temiz buzlu beyaz şantiyeli uzun bardak içindeki kakao içkimizi yudumlar iken buraya ne için geldiğimizi unuttuk bile. Kısmet bugün böyle, deyip olan olmayan hülyalara dalıp birbirimize anlatıp duruyoruz. Nasıl olsa imtihanlara daha bir bütün bir ay var, Daha buraya kaç kere gelip kitap defter açmadan yalnız lak lak edip eve gideceğiz?

İmtihan ayı Haziran gelip çattı. Bu ay ekseri sıcaklar kendini göstermeğe başlar. Millet adaya modaya çıkıp şehirdeki evleri kapatmıştır. Ben sessizlikle ders çalışmayı seven bir tip olduğum için haftanın beş günü Kurtuluştaki naftalinlenmiş, güneşlikleri kapalı evde annemin yatak odasının penceresinin önüne portatif kontrplak masayı getirip perdeleri aralayıp evin bu taraftaki sessizlik ve serinlikten faydalanıp imtihanlara hazırlanmağa başladım.

Yemek meselesi benim için hiç bir zaman problem olmadı. Zira ben kendi kendine idare olabilen kişiyim. Hafta bitip Cuma akşamüstü her şeyi yerinde olduğu gibi bırakıp doğru köprüdeki ada vapurunun yan sıralarına oturup esen rahatlatıcı havayı akciğerlerime çeke, çeke hafta içindeki kazan olmuş kafamı dinlendiriyor, özlediğim annem, babam, kardeşim İzakı düşünüyorum.
Adada ders öğrenmek bahane arkadaşlar, plaj, Muhsin’in kahvesi, arada Büyükada, Yekta var iken ders nerede? Kafa nerede?

İmtihan günleri gelip çattı. Bazısı yazılı, bazısı sözlü... Sabahın köründe boş olan okul avlusunda arkadaşlarla toplanıp biraz oradan buradan, daha çok son noktaları rötuş ettikten sonra ayakları zor giden kurbanlık kuzular gibi bir bir imtihan odasına girip iki üç öğretmen karşısında sorulan suallere bazen kurulmuş motor hızı ile bazen kekeleyerek, bazen derin derin düşünerek veya düşünmeyerek biran evvel karşılarından siktir olup dışarıda oh çekmek için can atıyorum.
Her ne kadar oh çekmek istiyorsam da dışarda bekleyenlerin sual yağmuru otomatik olarak çıkanı bir daha imtihana sokuyor. Ne sordular? Öğretmenler sert mi? Mülayim mi? Sualler uzun mu? vs.vs.
Bu günkü imtihan geçti. Hadi bakalım herkes kendi evin, kendi köşesine yalnız veya beraber öğrendiği arkadaşıyla. Yarın yeni bir gün, yeni bir imtihan günü.

Bugün imtihan yazılı oluyor. Birbirimizle dışarda nerede kim kiminle? Kim kimin arkasında? Nasıl kopya geçireceğiz? Planları yapılırken bizler içeri çağırılıp dağıtılmağa başlayınca evdeki hesabın hiç çarşıya uymadığını gördük. Bütün bu güçlüğe rağmen zor anlarda birbirimize yardımcı olmağa bakıyoruz. Gayemiz hep beraber bu sınıfı bitir kendimize verdiğimiz sözü yerine getirip üniversiteye devam etmek. GİTMEK VAR DÖNMEK YOK. BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN.
Gaye hep birlikte başlamak ve bitirmek… Önümüzde hayatımızın en zor ve en zevkli devresi başlıyor.
Geçen bu on bir sene içinde tatlı, acı, hoş, çirkin, çocukluk, gençlik, Hasköy Musevi İlkokulu, ikinci karma ilkokulu ve nihayet Beyoğlu Bene Berit Lisesi engebelerini atlayıp kendime, etrafıma ve aileme vermiş olduğum sözü yerine getirmeye nihayet muvaffak oldum.
Bu geçen zaman ve seneler içinde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde siyasi sebeplerden dolayı orta halli zümreye tesir edebilecek politik, siyasi, iktisadi, meseleler bugüne gelebilmeme mani olamadığı gibi aksine beni ve arkadaşlarımı kamçılayıp daha azim ve istekle üniversite giriş imtihanlarına kadar getirdi.

Babamın son zamanlardaki kamyon işi ve Yemişteki yeni dükkânı maddi durumumuzu biraz olsun rahatlattı. Her ne kadar memlekette üniversite çok cüzi bir aidatla okunuyorsa da 19 yaşındaki bir gencin aylık masrafı kulak arkasına atılmayacak kadar. Bu yaşta baba eline bakmak hem güç hem de kolay değil. Bunu kendime kolaylaştırabilmek amacı ile bütün arkadaşlarım gibi lisenin başından beri vermekte olduğum hususi derslere devamla durumu idare etmeğe bakıyorum. Zamanlar kolay zamanlar değil Hal ve tavırlarımızla Avrupa ve Amerika gençliğine uyup onları taklit etme çabasındayız. Bu durum hayatımı zor duruma koyuyor.

Lise imtihanlarını bitirip diplomaları aldıktan ve ada sefasını sürdükten sonra bütün arkadaşlarla birlikte İstanbul Beyazıt Üniversite binasının giriş imtihanları harç yatırma kuyruklarına dadandık. Artık burada anlıyoruz ki şimdiye kadar bizi ellerimizden alacak ne ana ne de baba var. Burada bir sen varsın gerisi alnında ne yazılı ise.

Azim, istek, karar her şey var ama bu kadar müracaat edenlerin dokuz bini içinden yalnız altı yüzü alınacak. Söz verdiğimiz tıp fakültesine girmek için ŞANS VE ÇOK BÜYÜK ŞANS LAZIM. 

Bu dönemde imtihanları bitirdikten sonra bizim Musevi Lisesi son sınıf öğrencilerinden İzak Levi, Rafael Lombrozo, Salamon Benzeray, Yusuf Sevi tıp fakültesine yazılırken bizim bir dahaki döneme Menahem Barokas, Murat Behar iltihak ettiler. Giriş imtihanları için birçok fakültenın girişlerine herkes gibi müracaat ve imtihanlarına girdikten sonra kendimizi tıp fakültesi listesinde gördük. Giriş harcını yatırdıktan sonra bu işi başardığımız için arkadaşlar sarılıp birbirimizi tebrik ettik.
Bu muvaffakiyet her ne kadar bizlerin ise de aileler, akrabalar, komşu ve tanıdıklar bizler kadar bununla gurur ve seviniyorlar.

Bu günkü küçük azınlık içerisinde bu kadar adayını tıp fakültesine sokması Türkiye Yahudi Cemaatinde büyük bir muvaffakiyet ve gurur olayı olması lazımdır. Eskiden beri klişelenmiş olan, muvaffakiyet ve yüksek tahsil için para lazım, tezini bozan bu gerçeği ortaya koyduk.
Bu dönemde üniversiteye girebilen hemen hemen hepimiz orta halli, mali durumları yüksek olmayan Türk Yahudi terbiyesinin en iyi şeklini görmüş gençler olarak kendimize vermiş olduğumuz sözü yerine getirdik. Şimdi temennimiz önümüzdeki güçlük dolu engellerin aşılması, nasıl olacak? Hayat rüzgârı bizleri nereye savuracak? Bu engebeli dikenlerle dolu yolu nasıl yürüyeceğiz? Duraklamalar, geç kalmalar, tamamen durup terk etmek? Böyle durumlar karşısında kaldığımız takdirde nasıl hareket edeceğiz? Kırılacak mıyız? Birbirimize destek olup bu güçlükleri beraber yenmeğe gayret edecek miyiz? Egoistliğe takılıp arkaya bakmadan ilerleyecek miyiz? Yahudiliğimizden gurur duyup bunu etrafımıza hissettirecek veya saklayacak mıyız? Biz bu küçük Yahudi kitlesi böyle kalabalık büyük toplumda kendimizi sevdirecek ve saygı verip alabilecek miyiz? Bütün bunları zaman gösterecek. Korkumuz yok, inancımız var başaracağız.

Bu senenin bütün hoş, güzel yazı, üniversiteye giriş, adalar, modalar, çaçalar, rock and roll tvist, Yektalar, Değirmenler, her şey geldi geçti, şimdi hayat yarışı başlıyor. Açılış alışmadığımız bir tarih Ekim ayı. Tıp Fakültesi dendiği vakit hemen beyaz önlük, stetoskop boyunda, iki tak tak bir tık tık ile başlamıyor. İlkin F.K.B yani fizik, kimya, biyoloji. Okul Aksaray yokuşunun üstünde kırmızı tuğla ve betondan Koska Helvacısının karşısında koskoca bir komplex bir bina. İlk günün heyecanı ile ilk derse girmek üzere arkadaşlarla buluşuyoruz. Herkesin gittiği gibi bizlerde sorup, soruşturduktan sonra kendimizi koskocaman bir sinema, tiyatro salonunda buluyoruz. İlk şokumuz ortadaki insan kalabalığı ve hengâme. Ne kara tahta ne pencere. Kendimizden başka kimseyi tanımıyor köm köm etrafa bakıyoruz. Kulağa gelen çeşitli lehçelerle konuşmalar, askeri üniforma, çeşit çeşit giysiler kokular orda burada çarşaflar, diller.
Yaş ortalaması acayip, on dokuz elli arası. Duyulan diller arasında Kürtçeden Arapçanın en seslisi en santurlusu. Mısırlı, Suriyeli talebeler. Uzun uzun tek koltuklu oturma yerlerinin hepsi dolup taşıyor. Ne kadar olsa ilk gün ilk heves bu da geçecek. İleriki zamanda kim inek kim değil belli olacak.
Salonda büyük bir uğultu hüküm sürüyor. Ta ki hoca mikrofon önüne gelip söyleyeceğini söylemeğe başlaması ile uğultu nihayet azalır ve ilk ders başlar oldu. Dediğim gibi önümüzde kara tahta yerine beyaz perde ve hocanın önündeki cama yazdığı anlaşılması belirsiz yazı ve çizgileri var. Salonda daimi bir hareket var. Biri girer on kişisi çıkar, kimse kimseden hesap sormaz, serbest hür bir hayat üniversite. Peki, bu şekil öğretim ile bizler bu tıbbiyeyi nasıl bitireceğiz?

Artık her gün sat dokuzda fen fakültesi yolunu otobüs troleybüs ile teper hep birlikte salonda buluşup ders dinler dinlemez bir şekilde vakit geçirir sonunda karar kılınır. Hep birlikte bazılarımız hariç salondan çıkıp asıyoruz. Yönümüz ya hep birlikte yukarı üniversite bahçesinde oturup güneşleniyor veya hep birimiz bir tarafa dağılıyoruz.

Neticede hayat şimdilik zor görünmemesine rağmen maddi durum biraz karışık, her zaman cebe bakıp bir şeyler yapmak lazım o da hususi dersleri arttırmak. Zaman ilerledikçe okunacak ve öğrenilecek mevzular için kitaplar şimdilik ortada yok gibi. Bu kitapları ya Beyazıt’taki Sahaflar kitap çarşısındaki dükkânlardan kazara bulabildiğimiz veya artık suyu çıkmış saman kâğıdından on, on beş senelik bilgiler ihtiva eden, öğrencilerin sattıkları eski notlar ve kitaplar. Bütün bu havaya rağmen günlük hayatımıza devam ediyoruz.

Mühim problem olabilecek öğlen yemeği meselesini gayet kolay olarak halettik. Fen fakültesinin arka tarafında, yan sokaklardan birisinde küçük, temiz, leziz, ucuzdan halk lokantası, Bizim Veysel lokantasını keşfettik. Lokanta önü içerideki yemekleri gösteren camekân ve üstüne talaş serpilmiş birkaç beton basamakları indikten, Veysel’in önündeki yemek çeşidinden geçtikten sonra altı yedi tene tahta masa ve iskemlesi dağılmış, her masada dört kişi sıkışarak oturan içerisi dolu lokanta kısmına giriyoruz. Şimdiye kadar annemizin hazırladığı ev yemeklerinden bambaşka tatlar var.
Burada yeni yeni tadını alıp beğenmeğe ve alışmağa başladığımız Türk mutfak yemekleri İncik kebabı, Kadın Budu Köfte, İzmir Köfte, Patlıcan Kebap, Patlıcan Beğendi, Karnı Yarık, Patates Fırın Kuzulu, yani velhasıl ERMOZO ÇEŞİTİKO… 
 
Burada herkes o gün cebindeki paraya göre yemek yiyor. Kuru fasulye, pilav, lahana turşusu, çeyrek ekmek veya durum iyi ise kuzu incik fırında patatesli veya arpa makarna, su çeyrek ekmek, birde sonunda hoşaf, yani hem temiz hem leziz bizim Veysel lokantası. Bugün Süleymaniye Camii karşısındaki köşe aş evinde yemeğe karar verdik. Tıp kütüphanesi önünden geçip İstanbul Üniversite arka kapısından sonra arnavut taşı ile örülmüş küçük yokuştan indik. Dışarda saç çardağın altında ki kaldırımın önünde kırık tahta iskemle ve masalara yerleşirken olan dar yerden dolayı su şişeleri sandıklarını biraz itip yerleştik. İçerisi dar ve dop dolu. Hava hafif çiseliyor, mühim değil, neticede kuru pilav ve turşu yiyoruz. Gelen kurunun içinde şansın varise arada küçük kuzu eti parçaları düşebilir senin o günkü şansına bağlı. O gün ve her günkü gibi kimse ile öpüşmek derdimiz yok ise bir soğan patlatıp kuruya meze yapıyoruz. Bütün bu zevkli geçen yemek faslından sonra ağzımızı tatlandırmak için bizim İzakın fikri ile fen fakültesinin karşısındaki Koska Helvacısında baklava veya helva ile o günkü yemek sefası sona eriyor.

Yaşadığım bu devirde gerek Türk toplumu ve gerek Yahudi toplumu halen vals ve tango devrindeler. Bu gençliğin istekleri, ihtiyaçları olan hormonal değişikliğe bağlı olanları hiçe sayarak görmemezlikten gelip halen köşeye atılıp saklı tutulur vaziyette. Bunun kurbanlarından bir tanesi şimdilik yeni üniversite talebesi bizim Yusuf.

Üniversiteye başladığımdan bir sene oldu. Aile arkadaşlarımızdan ve aynı zamanda uzak akrabalığımız olan aile kızları ile söylediğim sebeplerden dolayı nişanlanmak zorunda kaldım. Bu nişanlılık baştan iyi bir şekilde devam etmeyeceği belli oluyor. Ailem talebeliğimden ve kızın şımarıklığından korkarken arkadaşlarım tarafından kız kabullenilmeyince, olan beraberlik falso verdikçe verdi. Sonunda bu işin bana zevk değil dert verdiğini hissettiğim anda karar verdim, ben bu nişanlılığı istemiyorum
Olayı ve isteğimi İzam arkadaşıma açıkladığımda hemen müspet okeyi aldıktan sonra nasıl halledileceği yolunda planlar sanki hazır idi. Karar TEKİRDAĞ.
Bu karar fakülteye gidip sabah derslerine girdikten sonra öğle saatlerinde yağmur bardaktan boşalırcasına olmasına rağmen Sirkeci otobüs durağına gidip hep beraber Dadi, İzak, Marko, Sami çocuk ve ben Tekirdağ yolculuğuna çıktık. Peki, neden Tekirdağ? Bizim Marko ve Sami çocuk Tekirdağlı, İstanbul’a en yakın uzak mesafe bu ve aynı zamanda orada yatıya gidebileceğimiz ve kafaları çekebileceğimiz yer.

Tekirdağ İstanbul’a iki saatlik mesafede. Marmara denizinin kıyısında küçük şirin bir şehir. Daha evvelinden bu yeri tanımış değildim. Bu şehirde çok eskiden beri bir Yahudi Cemaati olduğunu bilirdim. Son yıllarda artık Türkiye’de dağılmış, hepsi gibi buradaki cemaatin ailelerinin büyük bir kısmı da İstanbul’a göç ettiklerinden kalanlar ticaret sebeplerinden dolayı çok azaldılar. Bunlardan birileri de bizim Marko ve Sami çocuğun aileleri.

Otobüs yol aldıkça akşama nerede nasıl kafaları çekeceğimiz hakkında konuşurken etrafın karanlık bastığının farkında olmadan otobüsün durması ve kapıların açılıp dışarıdan içeriye soğuk havanın girmesi ile Tekirdağ’a vardığımızı fark ettik.

Dışarıda sicim sicim yağmur yağıyor. Yağmur çamur, görmeden Markonun evinin yolunu alıp güle, oynaya hiçbir şeye aldırmaksızın kendimizi evine attık.Aile fertleri ile tanışıp biraz sohbet ve kahve sefasından sonra akşam yatak dağılımını halledip planın ikinci kısmı olan meyhane faslına geldik. Marko ve Sami buranın yerlileri olmaları sebebi ile seçimi onlar yaptılar. Bütün bu hazırlıklar yapıldıktan sonra karar daha da katılaştı.
BEN NİŞANLIMDAN AYRILIYORUM.

Bütün bu geçen zaman zarfında içim rahat değil. Ben kimseye haber vermeden buraya geldim, annem, babam merak edip beni arayıp bulamazlar ise halleri ne olur? Bu olay ile babamla çok samimi arkadaşının arası ne olacak? Acaba doğru hareket ediyor muyum? Peki, bu kaçışa ne lüzum var, istemediğini söyle ve bitir.
KONLOS TUYOS KOMES I BEVAS, ALIŞVERİŞ NO TENGAS. YA TUVIMOS NE YAPALIM?

Meğer bizim İzak bunu ayarlamadan evvel benden habersiz bizim pedere olan samimiyetine dayanarak planı açmış, söylemiş ve bende kendimi burada yiyip bitiriyorum. Dışarısının soğuk, yağmurlu, loş ışıklarla aydınlatılmış çamurlu yollarından birbirimize gülerek takılarak meyhanenin kapısına geldik. Karar bu akşam zom olmak. Kapıyı açıp içeriye girdiğimizde Marko yerlisi olması sıfatı ile garsonlarla ve sahibi ile bir şeyler söylendikten sonra köşedeki masayı donattırdı. Havada kalın bir sigara dumanı, gramofonda eski bir nağme: ÇİLE BÜLBÜLÜM ÇİLE.

Artık saatlerin nasıl geçtiğinin farkında olmadan Dadinin ağlaması, benim nişanlılık hikâyelerim ve halimiz o biçim zil zurna, kahkahalar, şamatalar, şarkılar nihayet karar kılındı çıkıyoruz. Kendimizi meyhanenin kapısından dışarı atığımızda dışarda halen soğuk ve yağmurun dinmediğini anladık. Gecenin nasıl geçtiği, hangi evde yatıp, uyuyup uyumadığımız belli olmadan sabah İstanbul yolunu tuttuk. Ne biçim bir zamanda yaşıyoruz? Bizler hep böyle beraber kalıp birbirimizle gülecek eğlenecek miyiz? Hiç zaman akmayacak mı? Yaşlanıp saçlar ağardığı vakit bu anları hatırlayıp bir hoş oh çekecek miyiz? Bu anları görmek istemeyecek miyiz? Hani nerede fotoğraf? Hani nerede fotografçı?

Tekirdağ dönüşü direkt sabahleyin Sirkeci garından otobüse ve doğru üniversite sıralarına... Dersler bitip akşama eve geldiğimde annemden hafif bir fırça yedikten sonra olay yavaş yavaş unutulup gitti, olan babama oldu. En samimi arkadaşını benim yüzümden kaybetmişti.