8 Mart 2014 Cumartesi

21- BEYOĞLU MUSEVİ LİSESİ


Sekizinci sınıfa kadar geldim, halen sınıf erkek ve kız karışık okuyoruz, sınıflarda fazla talebe olduğundan halen sekizinci A ve B olarak ayrılmış durumda biz erkeklerle kızlar arasında büyük aşklar yok gibi, herkes kendi havasında yaşayıp gidiyor. Zaman kimseye bir şey sormadan geçip gidiyor, kışlar baharları, baharlar yaz ve kışları takip ederken benim yolum aynı yol. Tramvay, otobüs, troleybüs, bazen yayan tavana kuvvet ver elini Kurtuluş, Şişhane, Kuledibi. Değişmeyen şeylerin içinde bazen öğle yemeklerini Apollon havrasının karşısındaki Yomtov mezecisinden aldığım Amerikan salatası içinde mortadellalı sandviç veya Birinci Karma Okulunun karşısındaki suratı asık her zaman hayata küsen aksimi aksi gülümsemesini hiç görmediğim köfteci mösyö Moiz’e gidip çeyrek ekmek içine yerleştirip üstüne tuz serptiği köfteli sandviç. Eğer para durumu o gün müsait ise LO BUENO pastanesinden mösyö İsrael’den pasta alıp öğleni götürüyorum.
Bu sene Kuledibi Yahudilerinde büyük sansasyon var. Çok senedir talebesiz kalıp kapalı kalan benim eski Hasköy Musevi İlkokulu cemaatin kararı ile Musevi Ruhani Okulu olarak yürürlüğe giriyor.
Peki, bu okulun talebeleri kim olacak? Yeterli talebe olacak mı? Okulun tedrisatı ne biçim bir tedrisat? Bugünkü Türkiye’de bunu düşünmek ve yürütmek mümkün mü? Öğretmenler kim olacak? Biz ki bütün din serbestliğine rağmen bu yer bizleri ırgalayacak mı? Bunun maddi çıkarlarını kimler karşılayacak?

Bütün bu suallere cevap yok iken teşebbüs başlatıldı, talebelerin büyük bir kısmı dar gelirli olan Yahudi ailelerin çocukları ve Mahazike Torada öğrenim gören, şimdiye kadar Musevi Lisesinin ortaokulu son sınıfına kadar gelebilmiş talebeleri toplayıp işe giriştiler. Okul zor, çok az sayıda mezun verdikten sonra bir daha açılmamak üzere kapıları okul olarak ilelebet kapattı. Bu güzelim bina Yahudiliğin zamanında iftihar edip terbiye ve kültür veren yer ileride ne olacağı şimdiden tasavvur etmek zor. Zaten bunları düşünmek için vakit çok erken olsa gerek. Dedik ya biz Yahudiler göçmen insanlarız nerede ne zaman olacağımız belli değildir.

Ortaokul imtihanlarını geçip bitirdikten sonra Lise hayatına başladım. Artık sınıf ortaokulun son sınıf talebelerinden devam edebilenlerin birleştiği tek bir erkek kız karışık dokuzuncu sınıf. Ortaokulu bitirenler veya bitirmeden ayrılan talebeler, ya maddi sebeplerden veya okuma isteği olmadığından İstanbul’un Tahtakale veya Yeşildirek Üniversitesinin ilk sınıflarına yazılıp hayata bu şekilde atıldılar. Bizlerde sınıfları bir bir takip ederek baba parası, arada çıkar ise küçük sınıf öğrencilerine hususi dersler (talebe avcılığında muvaffak olabildi ise) vererek babamıza ve kendi harçlığımıza yardımcı olmaya bakıyoruz. Bunu yapmak şart zira Pazar günkü kulüp, sinema, parti, Tophane ve kapalı çarşıdan Lewis cins pantolon ve Amerikan gömlek alıp bu günkü modaya uymağa bakmak lazım.
Bu dönem yaşın verdiği fizik değişiklikleri yanında şahıs olarak daha ciddi, daha etraf olayları ile ilgilenen, gazete okuyup radyo dinleyen, daha etrafın sorumlulukları ile ilgilenen ve katkıda bulunmaya hazır bir genç olurken kurulup devam eden arkadaşlıklar daha sıkı, daha yakın ve hoş olmaya başladı. Bu güzel diyebildiğim devrede giyim ve kuşama daha da önem veriyor, okul çantası yerine kitap defter elde taşınıp çoktandır evdeki sakal tıraşını bazen saç kesmek için gittiğim berberde tekmil saç sakal yapıyorum. After şev olmadan olmadığı gibi arkadaşlar çoktandır COOL, SALEM sigaralarını ceplerine yerleştirdiler. SINIF TAKIMI: İZAK LEVİ, İZAK ANJEL, YOMTOV ASSES, YUSUF KOHEN, MENAHEM BARROKAS, ALBERT BEHAR, MOİZ BEHAR, SAMİ ZALMAN, YASEF SEVİ, AŞER LEVİ, SALAMON BENZERAY, MEİR NAE, HAİM UZİEL, REFAEL LOMBROZO

Okuldaki faaliyetler arasında dersler, muziplikler, basket maçları ve arada bir küçük toplarla iki pota demiri arasında maçlardan başka okul dışı hayatım okulumdan olmayan Cumartesi, Pazar arkadaşlarım. Yine Kuledibi, Şişhanede oturan Yakup, Macit, Jojo, Malki, Boksör Cako toplanıp ya evde Pol Anka, Elvis, Şadovs kırkbeşlik plaklarla müzik dinler, saçlar briyantinle ayna karşısında taranır, dans figürleri tekrarlanır, evde yumurta var ise melemen yapılır, yendikten sonra hep beraber sokağa. Saat beş buçuk bugün Pazar gök kapalı yağmur çiseliyor.
Bankalar yokuşundan çıkmakta olan kırmızı tramvaya birer birer atlayıp doğru Beyoğlu'ndaki Yeni Melek yan sokağındaki langırt ve caz sesleri ile donanmış salonda heyecan dolu masa futbol maçları başlıyor. Nihayet sinema saati gelmiştir. Bugün Saray sinemasında güzel bir filme gidiyoruz. Film bittiğinde daha saat erken, bu saate bazen Galatasaray Lisesi karşı sokağındaki Haylayf’a gidip sosisli sahanda yumurta yenir. Veya bu günkü program gibi sinema yanı İnci pastahanesinde kalabalığın arasından Profiterol veya Uludağ pasta yenip Ağacami karşısındaki Atlas sinema çıkışındaki ikinci kattaki Bilardo salonuna gidip küçük seyirci tribününden meşhur Tıptop. Siyah yelek, beyaz gömleğin yakasının içinde fuları dışa doğru bombeleşmiş pantolonu tringa pırıl pırıl siyah ayakkabıları ile aydınlanmış yeşil çuha üstündeki kırmızı beyaz üç top toplara bakıp düşünürken birden bire herkesin bildiği ve her seferinde herkesi heyecanlandıran kükremesi duyulur:
SOFYANİ İSTEKAMI GETİR.

Artık Cumartesi, Pazar kurtları atıldı, İstiklal caddesinden Tünele geçen hafta sonunu ve gelecek haftaya yapılacak parti için planlar ve yer tayini konuşulurken Tünel durağına geldiğimizi görüp karşıdaki durakta sanki yetmiş numaralı Kurtuluş otobüsü beni bekliyormuş haydi eyvallah doğru ev yoluna. Hafta bitti haydi gelecek haftaya.

Bu şekil hayat gidişi içinde Şeker Bayramı arifesi, şahsi mali durumumuzu düzeltmek için tüccarlık içgüdümüze bağlı olsa gerek pazarlarda çorap satışına karar verdik. Hesaplar, kitaplar, nereden alınır? Nasıl satılır? Nereden sermaye? Peşin? Konsinye? Her birimize ne kadar kalacak, her kafadan bir ses, vesaire, vesaire.

Karar para kazanıp zengin olmak ve Kapalı Çarşıdaki Aliden Amerikan cins, gömlek almak için. Ana sermaye için her birimiz kendi membalarına müracaat ettikten sonra (ben annem ve büyük annemden) bu kabarmış içgüdü ile doğru Yeşildirek Mahmutpaşa’daki küçük çorap imalathanelerine didinip baba, dayı, tanıdık tüccar isimleri verip mal almaya başladık tek şart konsinye. Mal büyük küçük, orta, bebek,  ölçü yumruk.

Malı arkadaşlardan Yakup’un evinde topladıktan sonra ikiye bölüp bir kısmımız Beşiktaş halk pazarının girişinde bir kısmımız da çıkışında satmak için dağıldık. Mal her renkten dört ucu sicimle bağlanmış muşambaya yerleştirilmiş, birimiz çığırtkan, birimiz isketeci ve belediyecileri kollayacak, birimiz mal satıyor. Zaman ilerledikçe Pazar kalabalıklaşıyor, mal iyi satılıyor bağırmalar, çağırmalar, gülmeler, laf atmalar, sevinçler. Demek ticaret sanılıp düşünüldüğü gibi değilmiş, alnın çok terleyip sırtın acıyıncaya kadar. Mal öğlen saatlerinde azalınca arkadaşlardan ikisi haydi imalathanelere mal getirmeye, peki yemek ne olacak yolda simitle idare oluruz. Bu sefer daha büyük sermaye var ancak arife bir gün ya satamazsak? Nasıl olsa bu furya ile bir değil daha iki sefer yaparız, nasıl olsa konsinye değil mi? Der mal alınır. Mal gelip satılmaya devam ettikçe heyecandan, gülmelerden, dört olan sesleri kısılmış bizler karanlık olmağa başladığının farkına varmayıp birden müşteri görmeyince birbirimize ve muşambadaki mallara bakarken günün bittiğinin farkına vardık. Satılan satıldı, kalan mal kaldı. Cebimizdeki para tomarlarını hissettikçe Allah bin bereket versin pantolon, gömlek ve moda koyunda bir Pazar sefası için para çıktı.

Bu da benim ilk ve son tüccarlığım. Kalan mallar ne geri verildi ne hiçbirimize yaradı. Kime hediye vermek istedi isek dudak büküp teşekkür edip geri verdi. Bu azimli hamarat, hayatın çemberinden geçmeye gayret eden çocuklar ilerdeki zaman içinde hangi yollardan gidip hangi meslekler edinip nereye varacak? Acaba bu candan olan samimi hislerle dolu arkadaşlık, kardeşlik devam edecek mi? Yoksa herkes yoluna gidip bu anları unutup hatırlamayacak veya hatırlamak istemeyecekler mi? Hayatın insanlara yaptığı değişiklikleri şimdiden kim aklına getirip ona göre hareket eder, acaba bu genç çocuklar ileride birbirlerini arayıp soracaklar mı?  Her biri sıcak bir sohbette çocuklarına bu güzel, saf, tatlı olayları ve anıları anlatacaklar mı ???????????

Ortaokula başladığımdan bu yana annem epey rahatsız gidiyor. Nefes darlığı, çarpıntı, öksürük, halsizlik ve daimi yorgunluk… Kalp yetmezliği teşhisi çoktandır Doktor Nisim Tabah tarafından Balat hastahanesinde konmuştu. Babam elinden geldiği kadar evdeki yükünü hafifletmek için dayılarımın atölyesinde çalışan Şakir’in kız kardeşi Fatma’yı yardımcı olarak aldırdı. Kalp yetmezliğine bağlı nefes darlığı çok kötü bir meret. İnsanın havaya olan yoksulluğunu görmek yakından hissetmek çok zor bir şey  

Zaman geçtikçe bu tablonun sıklaşması, çok sevdiğim annemin acizliğini görmek beni ona sevgi ile daha da yaklaştırıyor. Bu durum bana ona yardımcı olabilmem için çok şeyler öğretiyor. Fatma’nın olmadığı zamanlarda lüzum olduğu takdirde yerlerin silinmesi, pazara gitmek, evin alışverişlerini yapmak, icabında yemek pişirmek, evi yerine koymak.

Lise tahsilim devam ediyor. Arkadaşlarım arasında sevilen bir kişi oldum. Allame bir talebe değilsem de ant içtiğim bu okulu bitirmek için ne lazımsa yapmaya gayret ediyorum.
Kardeşim İzak Işık ortaokulunu bitirdikten sonra soluğu Tahta Kale Üniversitesine attı. İzak cin kadar kurnaz, akıllı, cana yakın, çalışmaktan yılmayan, herkesle arkadaşlık kurabilen bir çocuk. Bunu neticede gerek kendine ve gerek etrafına ispat ediyor.

Artık o da piyasanın verdiği lakapla ismi Osman oldu. Bizim Osman parayı kazanmasını öğrendiği gibi harcamasını da o kadar öğreniyor. Ben bu boyuma gelmiş halen Kurtuluş Feriköy’deki berberde tıraş olurken bizim Osman Hilton otelindeki lüx berberde tıraş olur. Hafta sonu kokoz kalmış ise büyük annemi karşısına alır lüzumlu parayı vermesi için paranın faizini hesap eder, parayı çıkarır. Bir iyi tarafı var ise zamanında parayı geri vermesi (EZ BUEN PAĞADOR).
Artık arkadaşları iyi muhitlerden Maçka, Şişli, Nişantaşı, Valikonağı’ndan. Son zamanlarda yeni kurulmuş Şişlideki Sinagog arkasında açılmış Dostluk kulübünün idare heyetine kadar geldi. İki kardeş arasında pek problemlerimiz yok. Her birimiz kendi dünyasında yaşayıp gidiyor. Piyasada babama daha yakın olması sebebiyle araları daha az resmi. Arada bir babamı dükkânın yanı başındaki Panddeli lokantasına davet eder beraber yemek yiyip ya ısmarlar ya da ısmarlatır.
Artık lise son, sınıf bütün gaye üniversiteye girebilmek ve iyi bir meslek sahibi olmak, tabi ki doktor olmak.

Bu sınıf artık on sekiz büyümüş, şahsiyetlerini şekillendirmeye çalışan, Çetin Altan’ı okuyup olan yazılarını münakaşasını eden, Beatles dinleyip, Shadows müziğini ayna karşısında gitarla taklit eden, Rolling Stones la dans eden, asileşmeğe yüz tutmuş yirminci asrın son senelerinde yaşayan genç kuşak. Artık her söylenen, istenilen şey zorluk ve sabırsızlıkla dinlenip tartışması olmadan kabul edilmeyen bir devir. Yani sözüm ona memlekette hak, hukuk aranıyor. Üniversitelerde nümayişler, siyasette istikrarsızlık, etraf bir deprem havası içinde ve biz genç kuşak bunun içindeyiz.
Bu hava içinde olan biz son sınıf öğrencileri, bu senelere kadar kendilerini Allah'tan sonra gelen şahıslar olarak görenlere karşı kazan kaldırıp isyana karar kıldık.

Bu kişiler kim oluyor da bizlere bir günde ayrı mevzularda üç imtihan yapacaklar? Biz hayvan mıyız? Neyi nereye yetiştiriyorlar? Genç çocuk psikolojisi nedir? Nerede düzen? Nerede hak ve hukuk bütün bunları biliyorlar mı? Böyle yüklü arabayı nasıl koşarız? Artık kölelikten kurtulma zamanı geldi çattı.
Şimdiye kadar dış dünya ile alakaları pek az olan öğrenci zümresi bugün Avrupa, Amerika'daki akranlarını gerek filmlerdeki davranışlarını, yaptığı müziklerini işitmekle, giydiği Cins pantolonlarını giymekle onları taklit edip haklarını arıyorlar.

Bugüne kadar bunları görmemezlikten gelen veya görmek istemeyen öğretici zümre için kabullenmek zor, çok zor. Fakat bunu kabullenmeleri lazım ki bunun zamanı geldi. Dünya her ne kadar kendi aynı yörüngesinde dönüyorsa da insan aynı yerde kalmayıp dev adımlarla değişiyor.
İşte biz bütün bunların öncüleri imişiz gibi Musevi Lisesinin tarihine, öğretmen ve idarenin haksızlıklarına karşı isyan bayrağı çektik. İRFAN YOLU OKULUMUZ.
Karar verildi. Sınıf bir tek vücut olup aynı gaye ve düşünce ile karar aldı. Yarın sabaha okula ve sınıfa girmek yok.

Toplantılar, kalemler, sahifeler, silgiler,  masa etrafında münakaşa, kararlar, liderler. En nihayet beyaz duman bacadan çıktı,  dilekçe hazır, daktiloya çekildi. İzak Levi, İzak Anjel, Salamon Benzeray delege olarak Müdür Sonsinonun odasından içeri girip kısa bir zaman içerisinde dilekçeyi verip okulun dışına çıktılar. Artık idare ve öğretmenlerin bu dilekçe karşısında ne biçim tavır alacaklarının bizlere tahminlerinden başka bir şey bırakmaz iken hep beraber Lobueno pastahanesinden toplu olarak Doğruyol’dan çıkan kırmızı yeşil tramvaylara atlayıp soluğu Yeni Melek sinemasında bulduk.
Sinemadan çıkıp İnci Pastahanesinde profiterolleri midemize attıktan sonra gelecek yarına planlar konuşuldu, anlaşıldı ve gelen haberlerle yarın sabaha okula hep birlikte girecek ve idare ile konuşacağımıza karar kılıp evlere dağıldık.

Sabahleyin yine okulun karşısındaki Lobueno pastahanesinde toplanıyor yine planlar yapıyoruz, derken idareden bizi çağırdıklarına dair haber geldi. Artık heyecandan ne yapacağımızı bilmez iken okulun demir kapısından içeri girmeğe başladık, İki taraflı sıra yapıp bizleri alkışlarla karşılayan küçük sınıf öğrencilerinin güler yüzlerini görmek her şeye değerdi. Bizler bu kütleye ve gelecek nesillerin öğrencileri için öğrenci haklarının ilk adımlarını atıp onların öğretmenlerin maryoneteleri olmadıklarını kabul ettirdik. Neticede gayemize ulaşmamız üç günlük okuldan uzaklaştırma cezası ile sahip olduğumuz hak ve kanunu kabul ettirdik. Artık bir günde üç imtihan acayipliği tarihe karıştı.
Bu olaylardan birkaç gün sonra Müdür Muavini Nevzat beyin odasının yan dış duvarında Lombrozo, Anjel ve ben (bizler doktor olacağız) cümlesinin altına imzamızı Rollex kalemi ile çizdik. Kim bilir bir gün kırk sene sonra bu duvara vurulan boya tabakalarını kazıp bu cümleyi ortaya çıkarıp diplomalarımızla birbirimize bakıp, gülüp, o günkü heyecanı yaşasak. (her ne kadar sınıf arkadaşlarından çoğumuz doktor olduysak da Romantik gitarist ve piyanistimiz İzak Anjel hukuku bitirip avukat diplomasını alıp Jenevadaki büyük bir banka müdürü olup milletin paraları ile oynayıp zevk almaya devam ediyor)


5 Mart 2014 Çarşamba

20-Azınlıklar ve değişim





Artık etrafımda olan geçenlerle ilgilenmeğe başladığım bu dönemde galiba Türkiye aynı Türkiye olmaktan çıkıp içinde yüzyıllardır barındırdığı, her türlü din ve kültür hürriyeti verdiği azınlıklarla uğraşmağa başladı. Sabah, akşam gazeteler, radyolar, sokak ve otobüslerde yeni bir slogan peydahlandı. VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ 
Bu slogan kimler için olduğu belli olmasına rağmen acaba bu kapsam içine Yemişteki halde çalışan, yağ iskelesinde, Tahta Kalede Kürtçe konuşan vatandaşları da alıyor mu?

Yüzyıllardır kendi örf ve adetlerini sürdürüp kimseyi rahatsız etmeyen, Ermeni, Yahudi azınlıkların yaşlı kimseleri şimdiden sonra şive değiştirip Türkçe lisanını bir Türk gibi nasıl konuşup işini halledecek? Neden bu insanlardan palyaço yapmak istiyorlar? Kim onlara bu hakkı verdi? Mademki bu memleketin içinde Rum, Ermeni, Yahudi okulları kanun içinde kabul edilmiş bu sloganı bu müesseselerde tatbikine gidilmesi daha uygundur. İnsanın ellisinden sonra yeni lisan ve alışkanlıklara girmesi kolay bir şey olmasa gerek.

Bu olay azınlıklar arasında ne kadar rahatsızlık getirdi ise, kültürü kıt bazı Türk-Müslüman vatandaşların o kadar içgüdülerine girip sokakta, tramvayda, otobüste Madam, Hanım, Beyim Türkçe konuş cümlesini alenen, yüksek sesle günlük olay olarak kullanması görülmeğe başlandı. Belki ileriki senelerde bunun daha da ileri durumunu göreceğiz. Öyle ki Yasef, Yusuf, Mordo Murat, Salamon Süleyman, İzak İsak, Vitali Vedat, Moşe Moiz Musa olup kendi kendimize aynaya bakıp söyleyip buna kendimizi ikna edeceğiz. İleriki yıllarda, nesillerde bizim Yasefler, Avraamlar, İshaklar onları güldürecek hatta alay fıkralarında isim olup hatırlanacaklardır. Diğer bir düşünce ile Kıymetli büyük lider Sayın Atatürkün ülkeleri kaybolmağa yüz tutmakta olan bu günlerde Türk dilini kuvvetlendirmek yerinde bir olay olsa gerek.       
                                       
Böyle bir zaman ve hava içinde unutulması zor, hatırlanması istenmeyecek, utanç verici olarak Türkiye’nin yeni tarihine girecek olan ALTI EYLÜL olaylarını yaşıyorum. Akşam karanlığı inmiş etraf sessiz, bizim cambazhane bu akşam perdesini açmadı, hava lodos sıcak pencereler ardına kadar açık biraz hava girsin diye akşam yemeği bitti radyo açık dinliyoruz. Birden sokaktan acayip acayip rençper kıyafetli, kasketleri yarı yana kaymış, ellerinde uzun sopalarla küçük gruplar halinde alışıla gelmediğimiz yüksek sesle anlaşılması kolay olmayan Türkçeye benzer bir lisanla konuşan ve ellerindeki lüks çikolata kutuları ile cambazhanenin karşısındaki tepede çömelip yiyip yiyip yüksek sesle konuşmalarına devam ederlerken karşı Harbiye Orduevi caddesinden nümayiş sesleri ile karışık, silah sesleri gelmeğe başladığı anda Radyodan vatandaşların sokağa çıkmamaları evde kalmaları anonsları tekrarlandı. Babam ve dayılarım aralarında konuşmağa başladılar, hava sıcak boğucu olmasına rağmen pencereler kapatılıp, ışıklar söndürülüp evin içi sokak fenerinin ışığına bırakılıp uyuya kalmışım.

Sabah kalktığımızda babam çoktan işine gitmişti, annem okulların kapalı, tatilde olduğumuzu hatırlattığında dün akşamki korkulu saatleri unutup günün programını Pangaltına gitmek üzere hazırladık. Kardeşim ve ben etrafa aldırmaksızın yolu Pangaltına yönlendirdik. Pangaltıdaki eczanenin köşesine vardığımızda bir çocuk olarak ta olsa etrafın görünüşü vahim ve korkulu. Etrafın görünüşü sanki dün akşam bu semte çok büyük bir fırtına esip etrafı tuzla buz etti. Dükkânların vitrinleri çerçeveleri ile birlikte sökülmüş, mallar etrafta talan olmuş buz dolapları, çamaşır makineleri sokakta parçalanmış dağılmış, kumaş topları açılmış, caddelerdeki bu çirkin görüntüleri saklamak istercesine örtüyor, etraf evlerin birinci, ikinci, üçüncü katlardaki pencere camları kırılmış tüller, perdeler dışa doğru uçuyorlar.

Sokaktaki insanlar etrafa ve insanlara öyle bir şekilde bakıyorlar ki sanki bu millet bunu yaparken ne düşündü? Neden yaptı? Kime ne yapmak istedi? Neden? Niçin bu hunharlık? Gibi yüksek sesle söyleyemediklerini yüz hat ve şekilleri ile dile getiriyorlar. Radyolarda marşlar, örfi idare ilanı.
ACEP HARP MI VAR? KAZANDIK MI? DÜŞMANIMIZ KİM?

İki küçük çocuk el ele verip bu korkulu harp sonrası muharebe sahasında dolaşırken yerde bir büyük sandıktan dökülmüş etrafa saçılmış büyük para banknotları gözümüze ilişti. Hiç önemsemeden bunlardan temiz olanlardan bir kısmını toplayıp evin yolunu tuttuk. Yolda kendi kendime neden bu paraları aldık? Bu para bizim değil, bunun sahibi kim? Bu paraları arıyor mu? Peki, neden bırakıp nereye gitti? Hani para canın yongasıdır derler? Biz bu para ile ne yaparız? Böyle bir günde bu paranın kime ne hayırı olur? Böyle düşüncelerle eve varıp anneme olanları, gördüklerimizi ve paraları gösterdiğimizde yüzünün bembeyaz kesildiğinin farkına vardım. İlk tepki olarak bizleri sövüp soğana döndürdükten sonra hemen bu paraları alıp aşağıdaki bahçede çukur açıp gömün demesi oldu. Sonradan bu paraların eski Rus paraları olduğu ve kıymeti olmadığı ortaya çıktı.
Bu olayların Rum azınlıkları için yapılan bir olay olması sebebi ile artık etrafta duyulagelen Rumca ve bunu konuşan insanlar ortadan kaybolmuş, yok olmuş gibi.

Hani nerede mezhep, dil, din söz özgürlüğü tanıyan ana yasa? Bu kadar tarih boyunca beraber içi içe yaşantıları olan insanlara ne oldu? İnsaniyet, terbiye, örf ve adaletler niçin ayaklar altına alınıp çiğnendi? Acaba ileriki Türkiye’de bir daha Rumca şarkılar, danslar, sirtakiler, paskalya çöreklerinin kokuları, çukulata bebek ve tavşanlar, tavernalar, sıra yapıp tokuşturduğumuz kırmızı yumurta sahnelerini görebilecek miyiz? Yunanistan’a metazori göç ettirilen Yunan tebaalı asırlar boyu doğup, büyüyüp, yaşayıp ölüp gömülen bu vatandaşlar bu topraklara tekrar gelip ayak basacaklar mı? Onları göç ettirenler Yunanistan’a gidip gezip tozacak hal hatır soracaklar mı?

Altı Eylülü askeri idare ve örfi idare gölgesi altında yaşıyoruz. Sokaktaki insanların yüzlerindeki ifade ve korkulu davranış ve tavır memleketin sıkıntı içinde olduğu belli oluyor. Toplanma yasağı, yedi insan sokakta bir araya gelmesi yasak, sokaklarda caddelerde asker hissediliyor. Herkes birbirinden ırgalanıyor. Bu havada sevinçli, sevinilecek olaylar ertelenip unutulmağa bakılıyor. Ancak bazı olaylar var ki bunları ertelemek, unutmak unutturmak mümkün değil, bunlardan bir tanesi kardeşim İshak’ın Bar Mitzva töreni. Dediğim gibi bu zamanda kimsede sevinecek güç yok. İşler durgun, gönül durgun, memleket büyük bir soru işareti.

Bütün bunlara rağmen bizim İshak’ın Bar Mitzvası yapılması şart Yahudilikte bazı adetler var ki ötelenemez. Bu olayı Şişli Sinagoguna gidip tefillin ve Sefer Toraya çıkması ile halledildikten sonra ikinci mühim olan bu olayın sevincini örfi idare sebebi ile aile arasında kutlamağa karar kılındı ise de aile büyük, arkadaş, tanıdık, konu komşu karar izin temin edildikten sonra Bomonti bira bahçesinde yapılacak. Sağ olsun bütün aile, arkadaş, konu komşu bizimkileri yalnız bırakmayıp sevinçlerine ortak olup Bomonti bahçesinde toplandılar. Bizim İshak’ın şansına bu akşamüstü gökten sağanak bir yağmur başlamaz m? Olsun herkes güler yüzle hiç aldırmadan eğlenmeğe bakıyor. Tabi ki bizim İshak nutuktan kurtuldu. Tekrar eski Balattaki alışkanlıkla tabii ki hep beraber şarkılar söylenip yağmurun ıslaklığı unutulup içkiler içilip mezeler yendi, hediyeler verildi. Böyle bir günü unutmamak ve teyit etmek için sadece bir iki küçük resim çekildikten sonra herkes sessizce evlerine döndüler. Evde hediyeler arasında pergel takımları, pijama, çamaşır paketleri içinde uzun kırmızı kutu içinde deri kayışlı İsviçre kol saati yatıyor.

Kara kışlar, yağmurlu soğuk karsız kışları, yazlar sıcak yağışlı, lodoslu yazları takip ederken seneler seneleri arkasına bakmaksızın takip ederken, baharlar her zaman ağaçlarda beyaz, pembe erik, kayısı, bademin çiçeklerini açarken İstanbul’a olan sevgim ve aşkım daha da artıyor. Bu senelerden bu sene nereden geldi ise bizimkiler yazlığa Yeşilköy’e karar kıldılar. Neyse ki Yeşilköy’de deniz ve futbol sahası var. Bu yazlığın özelliklerinden bir tanesi babamın her sene söz verip boyada kalan bisikletimin gerçek olup eve gelmesi oldu. Bisiklet Çekoslovak malı çil, çil yepyeni…
Evimiz orta yaşlı bekâr bir Rum kadınının iki katlı tahta eski bir evi. Birinci katta biz üst katta o oturuyor. Ne merettir her sabah kalktığımda bisikletin lastiği patlak, galiba bu evde cinler var, mühim değil, bu şekilde lastik patlağının tamirinin her şeklini öğrenmiş oluyorum. Evin biraz ilerisinde direkli beyaz kireç çizgili nizami futbol sahasında hem biz çocuklar hafta arası mahalle maçları hem de hafta sonları formalı, hakemli şehirler arası maçlar yapılıyor. Bu maçlarda göze batan ve unutulması zor olacak olay Yeşilköysporun sağ açığının omuz çıkması ile oyuna devamı ve koşarken yerine takması. Bu yazı bu şekilde bitirirken bisiklet lastik patlaması sualine çok zaman geçse bile cevap bulamayacağız galiba.

Senler birbirini takip ettikçe bizim Bilezikçi sokaktaki hayat şeklinde pek değişen şey yeni yeni apartmanların karşılıklı dolması neticesinde evimizin önündeki futbol oynadığımız yokuşlu saha bu yapılarla kaybolup gitti. Mahallede Yahudi ve Ermeni kökenli vatandaşlar ekseri ahaliyi ihtiva ederken bizim futbol dünyası daha da ilerleyip Sinemköy takımı Ermenilerin çoğunluğunda semt takımlarında iyi bir yer almağa başladı.
Takım idarecileri ve antrenörü Ermeni, antrenmanlar ve maçlar ekserisi Feriköy’deki toprak sahada yapılıyor. Antrenörün kabulü ile ben de Allah’ın köründe antrenmanlara katılıyor ve futbolumu ilerletmeğe bakıyorum. Futbol Türkiye’de uzun yıllardır çok popüler sevilen bir spor olmasına rağmen gelecek nesil ve şimdiki nesil için lüzumlu alt yapı olarak kabul edilebilecek sahalar ve teknik bilgiler henüz yok denecek kadar az ve yetersiz. Feriköy sahası denince akla yeşil çimli düzenli saha akla gelebilir. Ancak bu sahada Pazar günleri sabahın yedisinden akşamüstü beşine kadar birbiri ardında semt takım maçları yapılır.

Sahaya ilk çıkan takım taraftarları veya idarecileri ilkin saha çizgilerini getirilen toz kireci serptikten, saha şekillendirildikten sonra yandaki uzun barakanın içinde soyunup forma giymiş oyuncular tek sıra halinde sahanın yuvarlağına cetvel gibi dizilip orada toplanmış mahalle arkadaşlarına takım şerefine üç kere sağ ol, sağ ol, sağ ol diye bağırarak dağılır ve topla ısınmağa başlarlar.
İşte böyle bir yağmurlu, soğuk bir Pazar sabahı Ermeni antrenör Savaş ağabey bana da takımda yer verdi. Heyecanımdan uçacak gibiyim. Çok istediğim formayı, şort ve tozlukları giyerken dışarıdaki yağmur, çamur ve soğuk havayı ne düşünüyor ne de hissediyorum. Yeni Yüksekkaldırımdan aldığım kramponlu futbol ayakkabılarımı domuz yağı ile iyice yağladıktan sonra herkesle birlikte sahaya çıkıp milleti selamlayıp ısınma hareketleri bittikten sonra sol iç mevkisine girip hakemin düdüğünü beklerken kalbimin atışların duymaya başladım. Maç başladı koş topun peşinde derken aniden ayakkabı kramponlarının çivileri ayak tabanlarımda hissetmeğe başladığımda acıya rağmen koşup oynamağa devam ettim ve akşam ayaklarımın yaralarından yürüyemez hale gelmeme rağmen bu günü daima hatırlıyor ve haz duyuyorum.Bu sahada oynayan ve devam eden oyuncuların büyük bir kısmı ileriki yıllarda lig takımlarında isimlerini duyuyor ve kendimle gurur duyuyorum.

İşte bizim Bilezikçi sokağında yetişen bizler semtin apartmanlarla dolması, Ermenilerin birçoğu Kanada ve Amerika’ya göçleri ile bütün bu güzel mahalle havası kaybolup gitti.
Akılda kalan bütün bu mahalle havası ve arkadaşları acaba bir daha görebilecek miyim? Onlardan duyacak mıyım? Belki hayatın bir kısmında kazara veya rastgele dünyanın bir köşesinde birisine rastlayıp ‘’sen Sinemköydeki “İSAK, KIRKOR, SAVAŞ, GARABET, ORHAN, AGOP” değil misin? Diye sorar ve eski hikâyeleri anlatırız.

İstanbul bu geçen seneler içinde gerek nüfus bakımından yoğunlaşırken buna paralel olarak fizik bakımında büyük değişiklilere maruz kaldı. Bu değişiklikler sokakta konuşulan Türkçenin muhtelif şive ve lehçelerinin duyulması, otobüs, troleybüs, taksilerin çoğalıp şehirde trafik sıkıntısı olmağa başlaması, evladiyelik kırmızı, yeşil tramvayların İstanbul yakasından tedavülden kalkması gibi olayların yanında benim doğup büyüdüğüm Balat ve Hasköy’de Yahudi, Rum, Ermeniler yerine Karadeniz ve Orta Anadolu’dan gelip göç etmiş halkla yer değiştirmesidir. Biz Yahudiler Kuledibi, Şişli, Kurtuluş, Osmanbey semtlerine yerleşirken Rumların büyük bir kısmı Yunanistan’a, Ermeniler ise Amerika, Avrupa ve Avustralya’ya dağılıyorlar.

Bu değişikliğin içinden Eminönü, Unkapanı arasındaki yol çok yoğun olması nedeni ile asırların Yemiş ve yağ iskelesinin istimlakine Belediye kararı çıktı. Bütün bu asırlık yaka denize kadar atılıp geniş yeni asfalt yol olacak ve bu yolu İsrail’den modern aletlerle gelen Solel-Bone şirketi yapacak.
Bu karar bu kadar yüzyıllar boyunca kışın siyah çamurunda, yazın sıcağında sabah serin erken saatlerinde açtıkları dükkân önüne su serperken sabah selamını verdikten ve birbirlerine çay ısmarlayıp karşılıklı sabah sohbet eden komşuluk, sevgi, saygı, terbiyesizlik bilmeyen, arada bir küçük dargınlıkları komşu aracılığı ile halleden bu küçük orta direk tüccarları bu karar sonunda herkes bir tarafa dağılacak ve bütün bu güzel şeyler kaybolacak. Bu yerin insanları ya birbirlerini tesadüf olarak görecek veya görmeyip geçenleri gelecek nesillere anlatacaklardır.

Bu karar yıllardır küçük, dar yukarıda küçücük bir mahzeni olan, yüz kırk bir kalem çeşidi arı kovanına benzer raflarına düzeltilmiş zorlukla iki kişinin girebileceği sağ tarafında beyaz saçlı yuvarlak kırmızı güler yüzlü her an yumurtaları tek tek ampule tutan yumurtacı mösyö Yorgonun yanında seyrek te olsa arada bir girip yemek yediğimiz Pandelli lokantası, sol tarafında kaba ısmarlama ayakkabı imal eden Recep Bey, karşıda süpürgeci, yağ ticareti ile ilgili uzun büyük dükkân ve bizim Allaha şükür ekmek parasını çıkaran müsyü Nisimin küçük âcizane dükkânı bu istimlak kararının içine alınıp atılıyor.

Babam gelişigüzel bir insan değil, böyle şeyler onun için çok zor. İçine kapanıp kara kara düşünceye girdi. Buradan çıkacak, peki, nereye gider de dükkân bulup eski müşterileri ile işine devam eder? Piyasa tuz buz oluyor, müşterilerin ayağı nasıl yolu bulup yeni dükkânı bulacak? Her gün dükkân kapısı önünde durup tanıdık tüccarları, müşterileri, el arabaları dağ kadar balya ve sandıklarla geçen hamalları, dükkân önünü temizleyen komşuları, karşı süpürgecideki çay içme molaları, Mehmet ustada ızgara köfte yemeyi nerede bulup yapacak? Ancak medeniyet denen canavar kapıya dayanmış, gelmiş. Her şey değişiyor, her hatıra siliniyor. Bir akşamüstü babam biraz daha sakin baklayı ağzından çıkardı. Yeni dükkân dört katlı yeni yapılmış büyük bir hanın içinde YAPRAK HAN.

Bu olay babam ve onun gibileri için yepyeni bir iş ve ticaret anlayışı. Pislik, patırtı, gürültü, insan hengâmesinden uzak, her dükkân dar tahta kapını arkasında temiz çok düzenli, önündeki pencerelerden bol ışık, güneş giren, ne at arabası, ne hamalların gürültüsü, ne el satıcılarının sesleri, yani babam eczane açıyor. Hayırlı uğurlu olsun.

 Marangoz gelip bütün yeni dükkânın raflarını yaptıktan sonra bir iki gün içinde eski Yemişteki dükkânın malları gelip düzeltildikten sonra çok miktarda boş raflar kaldı, bunun görünüşü hoş değil, dükkân dediğin ağzına kadar malla dolu olması lazım bunun da kamuflajını rafın ön sırası dolu arka sıraları boş bırakmakla hal edildi. Dükkân düzeltilmesine, düzeltildi, şimdi mesele bizim köy bakkalı Ahmet efendi bizi nasıl bulacak, buradaki sessizlik ona göre değil, o eczaneye girmekten korkar, ilaç onun için zor. Yani yeni durum, yeni muhit, yeni dükkân uzun lafın kısası işler bu ara kaput babamın ağzı bıçak açmıyor, dükkândaki en büyük hareket devamlı olarak malların bir raftan bir rafa geçirip rafların düzgün ve temiz olmalarını sağlamak yani kısacası sinek avlıyoruz. Babam daha sık köy seyahatlerine çıkıp sipariş getirip eski hareketin bir kısmını geri getirmeğe çalışıyor ne yapsın ekmek parasını çıkarması şart. Yumurta sandıkları gelip mallarla doldurulurken içim biraz rahat ediyor. Babamı dükkânda görmek zor her zaman aşağıdaki piyasada dolaşıp çareler ararken ağzı bıçak açmaz ve her zaman düşünceli, yeni değişik işlere girmek korkutuyor, kararsız kılıyor bunun yanında seneler beraber çalışıp, beraber iyi günlerin yanında bu günleri gördüğü Haydar bey işi bırakınca babama daha da zor oldu. Fakat kısa bir zaman içinde Vatan adlı genç bir çocuğu bulup dükkâna aldı. Vatan lise öğrenimi görmüş, terbiyeli, zayıf, sıska avurtları içine çökmüş, yüzü soluk, hamarat, çalışkan, daimi güler yüzlü, efendi bir insan Babamın durumunu çok çabuk kavradığından onu her an idare etmeğe bakıyor ve yeni yeni iş fikirleri getirip babamı ikna etmekle meşgul.
Bunca fikirler içinde müşteri şimdiye kadar dükkâna gelip mal siparişi vereceğine veya babam köye gidip mal siparişleri arayacağı yerde gel bu işi ters yapalım der ve dükkânı direkt olarak müşterinin mağazasına getirip müşteri dükkâna gelmesi zahmetini ortadan kaldıralım fikri doğdu. Bu fikrin gerçekleşmesi için vasıta lazım dediler ve Büyük Çekmece Mimar Sinan köyünden şoför Civan Ali bulundu ve kamyon alınıp işe konuldu.
Fikir parlak olmasına rağmen bugünkü Türkiye’deki ticaret mefhumu için çok yeni ve örneği olmayan bir durum. Babamın kararı tasdik edildikten ve kamyon raflarla donatılıp mallarla doldurulduktan sonra ver elini Silivri, Kırklareli, Lüleburgaz, Trakya, Karadeniz’in batı kıyılarındaki yakın köylerde mallar bitiyor dolduruluyor. Büyük hareket, bereketi arkadan gelsin.

3 Mart 2014 Pazartesi

19-Futbol oynarken yaz geldi

 Bar-Mitzva töreni biter, hayat yine aynı çizgiye kayar. Her ne kadar ergin erkek camiasına girmiş sayılıyorsam da halen çocukluk, ergenlik çabalaması devam ediyor. İnat biri bin para, kendini beğenmek, karşındakini beğenmemek, kızıp bağırmak ve futbol.

Futbol Kurtuluştaki hayatımın büyük bir kısmını kaplıyor. Evimin önündeki bir tarafı hafif yokuşu olan arsada yapılardan alınan kireç tozu ile çizilmiş sahada mahalle çocuk formalı takımların maçlarını seyreder dururken bir ara aklıma parlak fikir geldi. Peki, benim de niçin formalı bir futbol takımım olmasın. Bende bütün hazırlıkları tamamlayıp neden herkes gibi sahaya çıkıp sağ ol sağ ol deyip bu ahenge uymayayım der ve işe koyulurum.

Mahallede futbolu iyi bilen Savaş, Orhan, Yakar, Erdinç, Kemal, Mehmet, Kirkoru ayarlayıp evden birer beyaz fanila ve jimnastikte giydiğimiz siyah şortlar ve lastik ayakkabılarını getirmelerini tembihledikten sonra getirilen fanilaları annemin rızası ve kabulü ile büyük saç kazandaki suya kırmızı Viktorya boyası karıştırıp kaynamaya kondu. İçimdeki heyecan ve isteğin sınırı yok gibi, benim de bir antrenörümün olacağı futbol takımım olacak. Artık formalar, şortlar hazır buna takımın ismi, arması, deriden futbol topu lazım. Her birimiz lüzumlu parayı anasından, niyet satışından, büyük anne veya babasından tedarik edip bana teslim ettikten sonra ben takımın antrenörü olarak okul çıkışında Şişhanedeki altıncı dairedeki Havaspordan Sarı kırmızı s-s SİNEM SPOR armalarını yaptırmaya verip ertesi gün okul çıkışında Yüksek Kaldırım inişinde duvar dibinde futbol topu yapan ve tamir eden Mehmet ustadan eski deriden tamir görmüş şambrelli futbol topunu alıp yanına domuz yağını da aldıktan sonra doğru yokuş yukarı ver elini yetmiş numaralı Kurtuluş otobüsü.
Heyecandan uçuyorum, kimin umurunda dersler, defterler, kitaplar. Gözümde yalnız kireçle çizilmiş yamuk saha, sarı kırmızı forma giymiş büyük SİNEM SPOR TAKIMI sahanın ortasına çıkmış SAĞOL, SAĞOL bütün kuvvetle inanarak bağırıyor.

Bu büyük heves ve heyecan daha sonraları Türk, Ermeni mahalle arkadaşlarımla yine Yüksekkaldırımdan satın aldığım eski kramponlu, her maçta taban altlarımda çivileri hissede ede yağmurda, karda, çamurda, soğukta Feriköy sahası, Teknik Üniversite su ile dolu sahası, Tepebaşındaki tepe sahası, Leventteki çimli sahada top koşturup solu kuvvetli bizim SEVİ unvanına varabildim.


 Kurtuluşa gelmemiz ile beraber babamın işlerinin ilerlemesi,  mali durumumuzun iyiye gitmesi ile birkaç yıl evvelinde gıpta edip çok arzu ettiğimiz yazın adaya gitmek düşüncesi gerçekleşti. Artık her sene değilse bile ekseri yazlar adada ev kiralayıp yazın başında adaya göç gerçekleşecek. Bu göç sevilen, arzu edilen istenen göç. Yanlış dememişler Yahudi’nin hayatı göçebedir.

Göç günü geldi, çattı. Sabahın kör saatinde kapı zili çalınıp bizim emanetçi Davit kalın cırtlak sesi ile anneme (Madam Raşel los hammales estan abaşo) der ve hepimizi yataklardan dışarı attırır. Evde bir karışıklık başlar. Mutfak takımları, frijider, yatak çilteleri, elbiseler, Mielle merdaneli çamaşır makinesi, kırılacak eşya, çamaşırlar, yani velhasıl bütün ev ayakta, ipler branda bezleri haydi balyalar. Bizde, biri işine ve okula… Akşam köprü iskelesi ve Heybeli... Annem bütün hamallar ve emanetçi David hazırladıkları bütün göçü evden çıkarıp kamyona yükleyip gittikten sonra tekrar etrafı toparlayıp bütün mobilyayı beyaz eski çarşaflarla örtüp son temizliği bitirdikten sonra ön ve arka pencerelerin trençkot güneşlikleri çekip mezuzayı öpüp kapıyı kapatır. Doğru Sinemköydeki dolmuş durağına on bir ada vapuruna yol alır. Onu adada bir bu kadar iş bekliyor kolay değil göç değil mi? Nasıl olsa alıştı, alıştık. Göç, göç ama bu başka bir göç.

Bütün bu patırtı Haziranın daha başı, İshak’ın okulunun yaz tatiline halen bir hafta kaldı, zaten bu hafta pek derse merse bakılmaz denir ve artık tatil ilan edilir, ben de her gün sabah yedi, akşam beş buçuk vapuru git gel. Ne yapalım, YUSEF YA EZ GRANDE.

Adalar İstanbul’un mavi lacivert sularına serpilmiş emsali az rastlanan, tabiatın insanlara verdiği nadir hediyelerden bir tanesi. Mavi lacivert deniz yamaçlarına kadar inen asırlık çamların arasında beyaza, kahverengine boyanmış kırmızı bordo kiremitli kâgir tek katlı, iki katlı, üç katlı evler, konaklar,  villalar, kuleli eski köşkler yalılar bu adaların özel hoş tablosunu çizerler.
Ada vapuru Eminönü vapur iskelesinden çıkıp istimini Sarayburnu’na gelmeden atıktan sonra burada kıvırıp Kadıköy'e yönlenirken sanki adalardan gelen tatlı rüzgâr boğazdan gelenle karışıp ortaya anlatılması zor olan bir esinti peyda eder, vapurun aşağı ön yan açık kısmında oturuyorum, sıcak yaz gününe rastladım. İnsana hemen hafif bir rehavet çöküyor. Yol boyu yalnız değilsin, beyaz gri martılar bana ve vapura arkadaşlık ederken bazı zaman yunuslar vapurla yarışa çıkıyor, yol gösterir oluyorlar.

Artık yaşım müsait, eğer vapur ve tramvay bilet paralarından bir şeyler kaldı ise köprüden aldığım akşam çıtır gevrek simidi ile birlikte geçen çaycıdan tavşankanı bir bardak çay alıp simitle bir yudum çay bir parça simit ısırır karşıdaki manzaraya dalar hülyalarla adaya giderim. 
Vapur düdüğünü çalmadan Kınalıadanın küçük şirin iskelesine halat atıp iskele alırken ekserisi Ermeni azınlık olan adalılar iner. Kınalının resmini hafızama resimlerken inenler aheste, aheste ceketlerini koluna almış, beyaz kolalı yakasının düğmesini açmış, kravatlarını hafif gevşetmiş olarak biletçiye sağ ellerindeki karton dört köşe vapur biletlerini uzatıyor. Hafiften esen sıcak hafif rüzgârla havalanan saçlarını tuta tuta iskeleyi terk eden milletin halen acelesi yok. Zaten buna ne hacet, kim onları kovalıyor? Ada onların değil mi? Her gün aynı insanlar, aynı simalar aynı yol almalar. Ada hayatı yavaş oynatılan filim gibi hiç bir şey kaçmıyor.

Vapur yükünü boşalttıktan sonra halat alıp iskele çektikten sonra yine buradaki sessizliği bozmak için olacak kaptan düdük çalmadan Burgaz’a doğru rota aldı. Bu saate vapurun bu yan tarafına vuran güneş gözleri pek rahatsız etmez ancak biraz kamaştırıp suları pırıl pırıl pırıldatıp vapurun suları yarıp çıkardığı beyaz köpüklere karışır. Vapurun hızının aniden yavaşladığını hissettim,  kısma baktığımda yaklaştığımız Burgaz ada iskelesine bizden evvel yanaşmakta olan Heybeli’den gelen tekmil adalar yapan Suvat vapuru iskeleye yanaştı. Bizim vapur Burgaz’ın karşısında durur oldu.
Bekliyoruz. Ne fark eder biraz geç biraz erken ada orada duruyor, kaçmıyor ya? Zaten bu bekleyiş çaycıya, tarakçıya, yasemin satan Yorga’ya yarayıp birkaç çay, birkaç tarak, bir iki yasemin demeti satabilseler akşama evlerine daha neşeli dönecekler zannediyorum.
Burgaz adalardan ikincisi olup karşısında küçücük, yemyeşil, sanki Burgaz’daki milletin çaylarını karıştırmak isteyen kaşığa benzer, kime ait olduğu daima rivayet olan Kaşık adası, ön tarafında yalılar, beyaz kırmızı damlı evler, küçük, kısa Debarkaderi. Burgaz adasının ahalisi karışık mezheplerden oluşur. Bu adada İspanyolca, Rumca, Fransızca, İngilizce ve Türkçe lisanları birbirleri ile yarış yaparcasına konuşulur. Vapur çıkışı ve girişinde bu lisan çorbası hissedilir de hissedilir. Sözün kısası bu adada isimlerini az bildiğimiz, az duyduğumuz kitle yaşar. Madamlarda kaplin şapkalar, gençlerde koltuk altında tenis raketleri, müsyülerde Alpaka lacivert kostümler ve koltuk altında Cumhuriyet gazetesi. LOZ MIJORES DE MOZOTROS

Burgaz iskelesindeki Suvat bir iki düdük işittirdikten sonra iskeleden ayrıldı, bekleyen bizlere 50 metre teğet geçerken bir düdükle arkadaşı olan bizim kaptanı selamladıktan sonra Kınalının rotasını alıp uzaklaşırken bizim kaptan fora verip Burgaz’a yönlendi. Vapur iskeleye yanaşıp halat verip iskele alırken karşıdaki evlerin, yalıların pencere camlarından yansıyan güneşin akşamüstü ışınları bir yangının alev cümbüşünü peydahlıyor. Bu saatte bu manzarayı görmek hissetmek büyük bir olay…

Oturduğum vapurun sağ yan tarafındaki insanlardan şimdiye dek kimse kalkmadı. Herkes halen oturmaya devam ediyor. Burada ne Kaplin ne de Alpaka kostüm görülür. Ceket elde kıvrılmış, kravatsız, yaka açık, orta yaşlı kırlaşmış seyrek saçları rüzgârda uçan orta direk insanları. Oturdukları tahta sıraların altında filelerin içinde açık kahverengi kalın kâğıt veya gazete kese kağıdında Eminönü'nden alınan meyve ve yanında bir iki karpuz.

Adada bu üç ay manavlar fırsat bulup mallarını bir bu kadar fiyat yaparlar, ne kadar tasarruf edilebilirse kardır, zira adada ev kiralamakla iş bitmiyor, plaj parası, Asaf parası, kahvedeki çay parası, mısır parası, tost parası, takunya parası, arada bir Pazar sabahı plaja araba keyfi parası, plajdan sonra David emanetçiden orlon, perlon, safa parası.  Velhasıl para, para, para sefası.

En nihayet bizim vapur iskeleye hafif bir darbe vurup, halat bağlayıp iskeleleri aldı. Bizim adalılar sabırsız insanlardır.  Nasıl da olmasınlar, saat artık yediye geliyor. Adanın sefasını ne zaman alacak? Zaten bütün günün yorgunluğu üstünde, eve çıkıp su bulup bir duş alabilirse yemek yiyip üstüne bir rehavet çökecek, radyodan hafif Türk müziğini dinlemeye kalktığı takdirde koltuk veya sofada uykuya kalacak. Zaten yarın sabah saat altı vapuruna kalkması lazım. İşte bizim Yahudi orta direğin ada sefası da budur işte. Velhasıl Ada bizim çocukların, anaların sefası.

Elimdeki okul çantası zor kalmasına rağmen yarı düz yarı yamuk kalabalığın arasına karışıp bende herkes gibi vapurdan rıhtıma çıkarken babalarını, çocuklarını karşılamaya gelmiş kalabalığı yararak kiralanan Lozan Zaferi caddesinin yolunu tutup bisikletçiden evvelki yokuşlu sokağa sapıp yokuşu tırmanmaya başladım. Benimle beraber tırmanan orta yaşlı adam bir oflayarak, bir puflayarak benimle beraber yol alıyor. Ne yapsın? Bu kadar para bu kadar boya mümkünü olsa idi eminim ki aşağı sokaklarda ev tutardı. Bu sene böyle olsun gelecek sene işler iyi giderse bu da nasip olur inşallah!...
Evimiz iyi ki yokuşun yarısında eski tahtadan yapılmış iki katlı şirin bir ev. Kapıyı açtığımda annem halen balyalardan çıkardığı eşya kap kacak yorgan çiltelerle meşgul.

Geldiğimin farkına vardı mı? Varmadı mı?  Bilmiyorum, bildiğim bir şey var ise fazla hohentas sorma zamanı değil. Eve girişinde seramik tuvlalı uzun bir koridor, orta yan kısmında üstü demir saç kapağı ile örtülü su kuyusu, koridor sonu mutfak ve tuvalet, mutfaktan dışarı kayısı, erik ağaçları olan küçük güzel bir bahçe. Tahta merdivenlerden yukarı iki yatak odası... Evde bulunan boron, eski bir iki kapılı aynalı, kapıları ha çıktı ha çıkacak, yataklar somyeleri gıcırdıyan ve bazen sustaları fırlayan ve arada bir dolaşan tahta kuruları. Ev eski bir Rum ailesine ait galiba. Henüz Haziranın ortası bazen sağanak yağmurlar olduğu zaman evde ne kadar leğen tencere var ise o akşam donanır. Bütün bunlara rağmen mühim olan muradımıza erdik biz adadayız.

Ada evlerinde bela olan su eksikliği, ancak bizim evde kuyu bulunması büyük bir avantaj sayılıyor, ev işleri, tuvalet için kullanılan su aynı zamanda et ve meyvaları korumak için tabii buzdolabı (FRIJIDER). Velhasıl ada evi. Okula gidip gelmem nihayet sona erdi artık. İshak kadar benim de hakkım var. Tatildeyim, tatilde. Henüz karpuz kabuğu denize düşmediği için deniz sefası başlamamasına rağmen yine haftanın bir iki günü çamlardaki Asaf güzel bir eğlence.

Sabahın erken saatinde işe giden babamı kim görür, adam ailesinin mutluluğu ona kuvvet verip işine daha hızla sarılıyor. Babamın güçlükten hiç mevzu açıp, şikâyetini duymamışımdır. Annem saat ona doğru yukarı yokuşta ev tutan kız kardeşi Rozayı beklerken dünden hazırlanan kızartma patlıcan, soğuk et (Rulo) domates, salatalık, soğan, çatal bıçakları ve mantel (masa örtüsü) hasır çantaya yerleştirdi. Bir iki fanila ve kazak aldıktan sonra teyzem Roza,  küçük Selma, kulakları biraz kepçe Kaleci Kemal ile birlikte hep beraber alttaki sokaktan plaj yolunu almaya başladık. Yol eski paket taşından eğri büğrü, etraftaki Gül ve Hanımeli kokuları ile beraber sıradaki evlerin balkon ve pencere çıkışındaki vişne likör kavanozlarına baka, baka, ısınmaya yüz tutmuş asfalta karşıdan ve aşağı iskeleden gelen paytonlardan sakınarak eğri eşek ağacının altından geçtik. İsmet paşanın köşkünün kapısında heykel gibi duran Mehmetçiğe selam durup karşıdaki plaj yolundan aşağı ver elini Assaf. Bu yokuşun önündeki manzara Burgazada’sı ile kaşık adasını içine alıp yukarıya doğru daima tatlı bir rüzgâr esince tablo tamamlanmış olur. Henüz adada yeni yapı yoktur, olanlar nüfusa yetiyor, yokuşun sağ tarafında bostanda salatalık, bahçe domates fidanlarında halen yeşil domateslerin yanında tek tük kırmızıları seçmek mümkün. Plajın yanındaki kırmızı kiremit rengindeki tenis sahasında beyaz şort, beyaz gömlek giymiş çift raket sallıyorlar,

Ne kadar olsa aristokrat oyunu, acep bir gün bende bu aristokrat oyununu öğrenip oynar mıyım? Ne palavra sıkıyorum! Futbol var iken böyle bir oyun bana ne gerek. Hava epey ısınmaya başladı, plajın kapısından geçerken içeri girip tahtalardan denize atlamak varken biz onun önünden geçiyoruz, zaten karpuz, kavun henüz turfanda, deniz şimdilik soğuktur. Herkes girmez. Hem de hafta ortası plaj bilet masrafına ne lüzum var?

Karşıdaki yerler çam iğneleri ılı dolu yoldan adımlarımız kaya kaya nihayet bizim meşhur Asafa geldik. Etraf tahta masa ve iskemlelerle her köşede küme küme madamlar ve çoluk, çocuk yer büyük. Şimdilik pek patırtı pek yok. Bazıları yeşil örtü serilmiş masalarda oyun kâğıdı oynarken başlarını kaldırıp selam verip oyunlarına devam ederken daha yaşlıları gözlük altında tığ atıp sohbet ediyor ve yer gösteriyorlar. Nihayet yamuk, düzgün denize nazır belgesi tam eski bir çam ağacı altındaki tahta masaya yerleştik. Artık bu yolu teptikten sonra ve file, çantaları yere koyduktan sonra bir oh demek zamanı geldi. Tabii ki ben biran evvel denize gidip girmek için huysuzlaşmaya başladığım anda annem haydi alın mayolarınızı giyin ve dikkatli dikkatli girin der yünden olan mayolarımızı fileden çıkarıp verir. Patika dar küçük yokuşu bulup yosun tutmuş büyük çakıl taşlı deniz kenarından yalpalıya yalpalıya taşları tabanlarda hissede ede nihayet suyun soğukluğunu hissedip bütün vücut tavuk derisi gibi kabardıktan ve ürperdikten sonra girip var dönmek yok der anneme bir bakıştan sonra ilk kulaçlarımı atmağa başladım.

Saatlerin ve zamanın böyle güzel bir yerde nasıl geçtiğinin farkına varılmaz. Bu kadınların sabahın sıcak saatlerinde ellerinde yüklü çanta, file ve çocuklarla bu yolu tepip buraya gelmeleri sebebi belli olsa gerek. Böyle bir güzel, şirin, rüzgârı, çam ağaçlarından çıkan sihirli sesleri, nağmeler ile evlerinden getirdikleri yorgunluğu unutuyorlar. Çocuklar denizde, kâğıt oyunu, çay, kahve, lak lak, bol hava, evden getirilen her türlü lezzetli yemekler dolmalar, ızgaraya atılacak köfteler, dert yok, kasavet hiç. Erkekler işlerinde mesut kadınlar burada bahtiyar, işte bizim adanın inci parçası.
Saat biri gösteriyor, her kadının sesi yükselip duyulmaya başlıyor. İsimler şimdilik Balattan beri bugüne kadar duyduğum değişmeyen Yusefiko, Avramiko, Moiziko, Albertiko, Sarika, Merika, Esterika… Çocuklar denizden yukarı, anneler yukarıdan aşağı devam eden sesli münakaşalar ederken yavaş yavaş bizler denizden çıkıp mor dudaklar, ürpererek, bütün vücut sivri sivri tavuk derisine dönmüş olarak havlularla bekleyen annelerin kucaklarına varıyoruz. Tabii ki bir temiz NEGRO MAZAL sana daha evvel çık demedim mi? Klasik sorusu sorulmadan olmaz. Bu arada ateşte ızgara olmuş köfteler, Asaftan alınmış kızarmış patatesler, evden gelmiş patlıcan tava, yeşilbiber dolma, temiz bir güzel bol sirkeli çoban salata, velhasıl bir dulu evlendirebilecek masa hazır. Herkes havanın, yerin verdiği iştahla oturmuş, hafif Burgaz’dan esen tatlı rüzgârın eşliğinde, bütün bunlar iştah ve afiyetle süpürülür. Bu devirde pek diyete bakılmaz bizim anneler dolgun balıketidirler, bizler tombulca olmasak hasta sayılıyoruz. Etraf artık sesiz her köşe masa boğaz derdinde olup bağırmalar çağırmalar kaybolmuş, köşedeki pusetteki oda hakkını istercesine ciyak ciyak bu sessizliği bozmaya bakıyor.

Bu yemek faslı zaman alır meyveler, kahveler bitikten sonra kiralanan hasırlara çocuklar yatırılır, iki ağaç arasına yapılan KUNA (salıncağa) ya bebek ve küçükler yatırıldıktan ve bazıları kiralanan tahta branda bezli şezlonglara yatırılıp üstümüz evden gelen pikelerle örtüldükten sonra kadınlar tekrar kumkam, tığ ve yün örgülerine dönüyorlar. Saat ilerleyip rüzgâr üstümüzdeki örtüleri uçurmaya başladığı anda herkes birbirlerine haber vermişcesine her şey toplanıyor, çocuklar uyandırılıp fileler, çantalar elde küme, küme ev yoluna koyuluyorlar.    
 
SENELER GEÇECEK, BU İNSANLAR YA KALACAK, YA GİDECEK. ASSAF KALIR MI? KALMAZ MI? BELİRSİZ. KALACAK OLAN BU ÇAMLAR, BU RÜZGARLAROYNAYAN ÇOCUKLAR, UYUYAN BEBEKLER, BURAYA HASRET KALIP SORUP, GELİP, GÖRECEKLER Mİ?
BU TABLOYU ÇİZİP, RESMEDEN RESSAMLAR TEKRAR GELİP BU TABLOYU ÇİZECEKLER Mİ?

Ada hayatı Haziran ayının başında başlayıp Ekim ayının yirmi dokuzuna kadar devam eder. Benim yaştakiler için ilk ve son on beş gün zor günler olsa da aradaki tatlı yaz hayatı bu günleri unutturur. Bazen Haziran ayı baştan sonuna kadar soğuk ve yağışlı geçebilir, bu durum eski ve bakımsız yokuş yukarı ki tahta evlerde gayet iyi hissedilir. Evin içine yağmur sularının sızması, tahta pencerelerden soğuk rüzgârın ıslıkla girmesi, ne yapılır, gülü seven dikenine katlanır deyip oflayarak pohlayarak bu günler geçirilir. Adanın bu hoş olmayan olaylar yanında hoş, gülünç tarafları yok değildir. Bunların başında sabahın erken saatlerinde erkeklerin vapura yetişmek için acele ile yokuştan apar topar düşmemek için zor inerken kravat ve pantolonunu düzeltenler, taranıp süslenmeğe gayret edenler, iskeleye gelip te bilet almayıp kapanan demir parmaklı kapının üstünden tırmanıp iki metre açılmış vapura kaplan gibi atılanlar, acelesi olmayıp veya vapuru kaçıranların galeta fırınından börek boğaça alıp Parlak Mehmet’in kahvesi önünde yeni demlenmiş büyük boy çaylarını yudumlayanları seyretmek adanın bu saatlerinin özelikleri görülmeğe değiyor.

Benim için artık ada tatil hayatı başlamıştır. Artık erken kalkıp vapura yetişmek olmadığından biraz daha uyuyabilirim. Uyandığım saatte annem ev işleri ile meşgul iken etrafın sessizliği, göğün maviliği, etrafı sararken havada tatlı gül hanımeli koku karışımı hissediliyor. Peki, bu günkü programım ne? Nasıl vaktimi geçireceğim? Henüz fazla tanıdığım arkadaş yok. Adada pek fazla program yapılmaz. Ya pazara inip annemin istediği ekmek ve buna benzer küçük alışveriş veya rıhtıma inip program yapmak veya annemle Asafa. Bugünkü programım annemden alabildiğim biraz para ile olta satın alıp balık avlamak.
     
Çarşıdaki kitapçı yaz aylarında olta satar, hazır olta pahalı olduğundan 5 metrelik misine onun yanında kurşun ve küçük siyah balık iğnesi satın aldıktan sonra büyük bir heyecanla rıhtıma gidiyor ve benim gibi rıhtıma gelip balık tutmakta olan bir akranıma yanaşıp bana olta için yardımını istiyorum. Akranım büyük bir heyecanla parçaları alıp iğne ve kurşunu bağladıktan sonra ben de etrafta gezinip balıkçılardan kalan küçük bir mantar parçası bulup misineyi sarıp al sana ucuzdan olta deyip yem aramaya başladım. Yem bulmak bazen mesele fırının yanındaki ve yukarı galeta fırını karşısındaki balıkçılar eğer iş yapmışlarsa balık artıkları alınır. Yok, daha oralarda bir şey yoksa veya başkaları aldılarsa rıhtımdaki merdivenlerden bel altına kadar kendimi sarkıtıp orada burada kalmış siyah midye koparmak veya balıktan vazgeçenden artık balık ve midye bulup işe koyulmak.
Bütün mesele birinci balığı yakalamak, ondan sonraki yem meselesi kolay, yakalanan balığı Jop tıraş bıçağı ile fileto yapıp küçük parçalara ayırıp oltaya koymak kalır.

Hava epey ısındı, eşşek arıları etrafta vızır, vızır uçuşur iken arada üç tane cırcır, bir lapin yakaladım. Buram buram terlemeye başladığımı hissediyorum. Balıklar çiroz olmadan ipe geçirip oltayı topladıktan sonra annemi fazla kızdırmamak niyeti ile büyük bir gururla balıkları sallıya sallıya evin yolunu tutuyorum. Bizim Heybeli’nin özeliklerinden bir tanesi akşamüstüleri rıhtımda (DEBARKADER) hissedilir. Saat beşe doğru artık güneş adanın arkasına gitmiştir. Rıhtım bütün günün sıcaklığını kaldırmış bizim madamlar Mehmet’in kahvesinin tahta masaları üstüne atılmış kareli örtülerle örtülmüş ve bazısı kırık bazısı tamir görmüş iskemlelerde oturmuş kimi kızının çeyizi için sürfile atmakla diğeri ailede yeni doğacak torunu için kışa hazırlık yumuşak yünden elbise ve patik örerken hep beraber tatlı sohbete dalar. Milletin dedikodusunu yaparlarken arada bir gözlük üstünden bir aşağı bir yukarı tur atmakla meşgul milleti süzüyor ve mevzuya onları da katıyorlar. Biz çocuklar tur atanların aralarından koşup onları rahatsız etmekle meşgulüz.

Yaşımın küçük olmasına rağmen bu adanın güzelliğine hayranım, belki diğer adalar da güzel olabilirler ancak küçük yaştan beri gördüğüm, yaşadığım tek ada şimdilik bizim Heybeli. Şimdiye kadar fırsat olmadı ki diğer adalara gidip gezineyim, göreyim karşılaştırayım. Fakat tahminim beni yanıltmıyorsa Heybeli gibisi yok. Adayı böyle yapan yalnız tabiat güzellikleri değil milletin hoşluğu, alçak gönüllülüğü, maddi bakımdan herkes birbirine çok yakın (orta direk), aynı mahallede Rumlar, Türkler, Yahudiler birbirleri ile dost ahbap, birbirlerini incitmeden, sövmeden, sevgi ve saygı içinde bu güzel üç dört ayı paylaşıyorlar. Neden olmasın? Bu güzelliği bozmak kimin haddine? Kimin hayrına?

Bizim Heybeli’de küçük iki odalı yazlık sinemanın karşısında küçük bir karakol vardır. Bekçisi, polisi adalı ve yazlıkçılar ile alışverişleri pek olmadığı gibi, polislerle yazlıkçılar arası bazen o kadar yakın ki beraber tavla atıp okey oynadıkları olur. Biz çocuklar, polis ve bekçiyi sayar, korkmayız. Polis ve karakolun işleri ancak Pazar sabahı adaya günü birliğine gelenlerden bir kısmının bu ahenge uymayıp etrafı rahatsız edenleri iledir.

Bu adanın ikinci meselesi uzun senelerden beri Bahriye ve Deniz subay okulu. Biz çocuklar için hiç te bir mesele değildir. Tam aksine okul talebeleri ve subayların beyaz üniforma ve sırmalı kasketleri, düzgün yürüyüşleri, Cumartesi bando mızıka ile çıkış törenleri. Bizim madamlar ne bu elbiselere ne de bu törenlere kulak asarlar, zira onların genç kızları vardır ve bu çok mühimdir.

Bu zamanlarda çocuk parkındaki üç büyük tekerlekli bordo, beyaz, kırmızı bisikletlerle dolaşan çocuklara gıpta etmiyor değilim. Belki ileriki senelerde babam zevke gelir bana alır da, bende Atatürk heykeli etrafında dolanırım. Adanın sefası bu şekilde devam eder giderken Eylül ayı kapıya dayanınca okulların açılıp gidilmesi gerektiği havaların bozması ile belli olmaya başlıyor.
Daha evvelden dediğim gibi adalar daha çok çocuklar ve anneler içindir. Eylül’ün on ikisi artık okulların açılmasına üç gün kaldı hava soğuk, rüzgârlı ve gök kapalı bizim debarkaderde göçler birikmeye başladı. Emanetçi David artık iş değiştirip hamalların arkasından koşup orlon perlon kovalarını gelecek sene için depoya kaldırdı. Buz dolapları, merdaneli, merdanesiz çamaşır makineleri, denkler, balyalar rıhtımda küme, küme gelecek mavnaları beklerken artık bizim madamlar Mehmet’in kahvesinde cam arkasına oturup gelecek sene hangi evi tutacakları hakkında hem konuşur hem de sürfile ve yün örgülerine devam ediyorlar.

Pazarda artık birkaç manav, bakkal açık... Millet azaldığı için etrafta sessizlik var. Eşşekçiler çoktan eşşeklerini kum taşımaya koydular, arabaların çanları duyulmaz oldu, yağmurla birlikte ıslanan yollardan keskin at, eşşek çiş, boklarının hoş olmayan kokuları etrafa saçılıyor, yani kısacası paralar bitti yapı paydos. Ta gelecek yaza kadar.

Şimdi düşünce gelecek sene hangi ev alınacağıdır. Yokuş yukarı evler az gelirli esnaf için idealdir. Hem daha ucuz hem daha havadar evler eski olsa bile üç ay idare olunur satın almayacağız ya.
Daha aşağı yerler, Lozan Zaferi caddesi iyi geçinen orta ve iyi esnaf içindir.
Hemen hemen buralardaki evler ya milletin kendi malıdır, ya da kirayla alanlar her sene aynı müdavimleridir.

Sinagogun etrafındaki sokaklar yine orta direğindir, buradaki evlerin ekserisi tahta veya yarı kâgir, bir katlı iç içe, komşuluk sevenler için idealdir. Buradaki komşuluk şekli eski Balat Yahudi topluluğunu hatırlatır. Şabat (Cumartesi günü) buralarda görüldüğü gibi Cuma akşamları sokaktan geçerken noçe Şabat (Cuma akşamı) lamparaları ve Cuma akşamı masalarını dışarıdan geçerken görmek mümkün.
Boşuna dememişler Heybeli Yahudi adası. Cuma akşamları, Cumartesi sabahları işe inmeyen babalar çocukları ile birlikte Sinagogu doldurup Şabat havasını hissettirirler. İspanyolca lisanı gayet bariz olarak duyulur ve konuşulur. Kaşer et için kasap olduğu gibi Kuledibinden, Şişliden de tedarik edilir. Eğer bayramlar Eylül’ün ortasına düştü ise, havanın yağmurlu ve serin olmasına rağmen Sinagogda bayramı kutlamak ve açık kalabilmesi için bir kısım aileler, çocuklar büyük ise kalıp Roş Aşanayı adada yaparlar. Biz adadaki ilk senemizi biraz maceralı bitirdik. Ev biraz orta yokuşta, tahta, eski yıpranmış, damı delik deşik, yağmurlarda etrafı payla ve leğenlerle odaları donattık. İkincisi bizim küçük Selma’nın kuyuya düşmesi.

Adanın bu eski evlerinin iyi tarafları yok değil, adada su meselesi çok konuşulan ve dikkat edilen bir problem, ev kiralanırken su getiren sakalar hakkında bilgi alındığı gibi evde kuyu veya su deposu var mı? (sisterna).  Bunlardan hiçbirisi yoksa o ev altından ise bile alınmaz. Bizim evde giriş holünün ortasında su kuyusu var. Her zaman üstü saçkapağı ve üstünde büyük bir taşla örtülüdür. Kuyu suyu ev işlerinde ve tuvalet için kullanıldığı gibi kuyunun serinliği frijider olarak ta kullanılır. Et, süt, meyve, kavun karpuz aşlamaya atılır, su kovasından başka bir de yuvarlak bir demir çemberde birkaç kanca.

Bizim kuyuda hiçbir zaman su eksik değil. Ağustos ayının ortasında bir sabah Roza teyzem Kemal ve Selma ile yokuş aşağı Çınar Mahallesindeki evlerinden bizlere sabah kahvaltısına geldiler. Annem, teyzem, ben ve Kemal arkadaki küçük bahçede kahvaltıya hazırlık yaparken bizim küçük Selma kapağı açık kalan kuyuya varıp etrafında oynarken kendini kuyunun dibinde buldu. İyi ki et, karpuz aşlama kancaları aşağıda idi ki itfaiye gelinceye kadar kendini ona tutturdu. İtfaiyeci gelip onu oradan çıkardı. Meğer bizim itfaiyeciler yalnız voleybol oynamayıp orman yangınlarını söndürdükleri gibi insanda kurtarıyorlar.

Bizim ada inişimiz herkes gibi balyalar, hamallar emanetçi David buzdolabı, çamaşır makinesi vesaire. Bugün yine yağmur yağıyor, annem ele alınacakları aldıktan ve bizleri önüne koyduktan sonra kapıyı uzun demir anahtarla kapadıktan sonra arkasına bakıp PARKADA ANYO KEMOSE AYEĞE (İNŞALLAH HER SENE VARIRIZ) deyip ve hep birlikte yokuştan aşağı yürümeye başladık.

Rıhtımda sessizlik, yağmur çiseliyor. Boş kahvehanelere baka baka iskeledeki gişeden tekmili birden Adalar, Kadıköy, Haydarpaşa vapuru için bilet alıp iskelenin yan kısmında beklemekte olan vapura girip bu senenin yaz mevsimini kapıyoruz. Bu düzen, bu ahenk, bu hengâme seneler birbirini takip ettikçe adada adalı olduk, her sene değişik yerlerde değişik evler, yataklar, odalar. İnsanlarda değişen yalnız yaşlar, yeni doğan bebekler, farkına varmadığım göç eden, ölen ihtiyarlar, anneler, babalar, büyük anne ve babalar, aynı veya değişik kahvelerde oturup geçen senelerin alışılagelmiş tekrarlanan davranışlar.

Artık çocuk parkı, Atatürk heykeli, bayrak direği, sahne ortadan kayboldu. Birkaç tane daha lokanta bahçesi ve kahveler yerini alırken rıhtım beton parmaklıkla donandı. Akşamüstüleri, büyüyen bizler herkesle beraber bir aşağı bir yukarı tur atıp lak lak atıp Amerikan cins pantolon ve önde paralı laufer mokasen, briyantinli saçlarla dolanırken kahvelerde tığ atan, örgü ören hanımların, tavlada zar atan büyüklerin lafı olmağa başladığımız bu zamanlarda artık bizim de kız arkadaşlarımıza çay, gazoz, limonata ısmarlamaya başladığımız bir Muhsin’in kahvesi var. Burası sezonun başından son yağmurlu günlere kadar bizlere mekânlık yapıyor.

Emminin yukarısında arkadaşlar toplanıp pikapla dans partilerinde Pepino di Kapri, Pol Anka, Beatles, Şarl Aznavur, Erol Büyükburç’un çoktan modası geçip kaybolan kırkbeşliklerin yerine long play ile dans edip eğleniyoruz. Henüz evde bizim pikabımız yok durum halen buna müsait değil galiba bu olay hali hazırda lüx sayılıyor.