5 Mart 2014 Çarşamba

20-Azınlıklar ve değişim





Artık etrafımda olan geçenlerle ilgilenmeğe başladığım bu dönemde galiba Türkiye aynı Türkiye olmaktan çıkıp içinde yüzyıllardır barındırdığı, her türlü din ve kültür hürriyeti verdiği azınlıklarla uğraşmağa başladı. Sabah, akşam gazeteler, radyolar, sokak ve otobüslerde yeni bir slogan peydahlandı. VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ 
Bu slogan kimler için olduğu belli olmasına rağmen acaba bu kapsam içine Yemişteki halde çalışan, yağ iskelesinde, Tahta Kalede Kürtçe konuşan vatandaşları da alıyor mu?

Yüzyıllardır kendi örf ve adetlerini sürdürüp kimseyi rahatsız etmeyen, Ermeni, Yahudi azınlıkların yaşlı kimseleri şimdiden sonra şive değiştirip Türkçe lisanını bir Türk gibi nasıl konuşup işini halledecek? Neden bu insanlardan palyaço yapmak istiyorlar? Kim onlara bu hakkı verdi? Mademki bu memleketin içinde Rum, Ermeni, Yahudi okulları kanun içinde kabul edilmiş bu sloganı bu müesseselerde tatbikine gidilmesi daha uygundur. İnsanın ellisinden sonra yeni lisan ve alışkanlıklara girmesi kolay bir şey olmasa gerek.

Bu olay azınlıklar arasında ne kadar rahatsızlık getirdi ise, kültürü kıt bazı Türk-Müslüman vatandaşların o kadar içgüdülerine girip sokakta, tramvayda, otobüste Madam, Hanım, Beyim Türkçe konuş cümlesini alenen, yüksek sesle günlük olay olarak kullanması görülmeğe başlandı. Belki ileriki senelerde bunun daha da ileri durumunu göreceğiz. Öyle ki Yasef, Yusuf, Mordo Murat, Salamon Süleyman, İzak İsak, Vitali Vedat, Moşe Moiz Musa olup kendi kendimize aynaya bakıp söyleyip buna kendimizi ikna edeceğiz. İleriki yıllarda, nesillerde bizim Yasefler, Avraamlar, İshaklar onları güldürecek hatta alay fıkralarında isim olup hatırlanacaklardır. Diğer bir düşünce ile Kıymetli büyük lider Sayın Atatürkün ülkeleri kaybolmağa yüz tutmakta olan bu günlerde Türk dilini kuvvetlendirmek yerinde bir olay olsa gerek.       
                                       
Böyle bir zaman ve hava içinde unutulması zor, hatırlanması istenmeyecek, utanç verici olarak Türkiye’nin yeni tarihine girecek olan ALTI EYLÜL olaylarını yaşıyorum. Akşam karanlığı inmiş etraf sessiz, bizim cambazhane bu akşam perdesini açmadı, hava lodos sıcak pencereler ardına kadar açık biraz hava girsin diye akşam yemeği bitti radyo açık dinliyoruz. Birden sokaktan acayip acayip rençper kıyafetli, kasketleri yarı yana kaymış, ellerinde uzun sopalarla küçük gruplar halinde alışıla gelmediğimiz yüksek sesle anlaşılması kolay olmayan Türkçeye benzer bir lisanla konuşan ve ellerindeki lüks çikolata kutuları ile cambazhanenin karşısındaki tepede çömelip yiyip yiyip yüksek sesle konuşmalarına devam ederlerken karşı Harbiye Orduevi caddesinden nümayiş sesleri ile karışık, silah sesleri gelmeğe başladığı anda Radyodan vatandaşların sokağa çıkmamaları evde kalmaları anonsları tekrarlandı. Babam ve dayılarım aralarında konuşmağa başladılar, hava sıcak boğucu olmasına rağmen pencereler kapatılıp, ışıklar söndürülüp evin içi sokak fenerinin ışığına bırakılıp uyuya kalmışım.

Sabah kalktığımızda babam çoktan işine gitmişti, annem okulların kapalı, tatilde olduğumuzu hatırlattığında dün akşamki korkulu saatleri unutup günün programını Pangaltına gitmek üzere hazırladık. Kardeşim ve ben etrafa aldırmaksızın yolu Pangaltına yönlendirdik. Pangaltıdaki eczanenin köşesine vardığımızda bir çocuk olarak ta olsa etrafın görünüşü vahim ve korkulu. Etrafın görünüşü sanki dün akşam bu semte çok büyük bir fırtına esip etrafı tuzla buz etti. Dükkânların vitrinleri çerçeveleri ile birlikte sökülmüş, mallar etrafta talan olmuş buz dolapları, çamaşır makineleri sokakta parçalanmış dağılmış, kumaş topları açılmış, caddelerdeki bu çirkin görüntüleri saklamak istercesine örtüyor, etraf evlerin birinci, ikinci, üçüncü katlardaki pencere camları kırılmış tüller, perdeler dışa doğru uçuyorlar.

Sokaktaki insanlar etrafa ve insanlara öyle bir şekilde bakıyorlar ki sanki bu millet bunu yaparken ne düşündü? Neden yaptı? Kime ne yapmak istedi? Neden? Niçin bu hunharlık? Gibi yüksek sesle söyleyemediklerini yüz hat ve şekilleri ile dile getiriyorlar. Radyolarda marşlar, örfi idare ilanı.
ACEP HARP MI VAR? KAZANDIK MI? DÜŞMANIMIZ KİM?

İki küçük çocuk el ele verip bu korkulu harp sonrası muharebe sahasında dolaşırken yerde bir büyük sandıktan dökülmüş etrafa saçılmış büyük para banknotları gözümüze ilişti. Hiç önemsemeden bunlardan temiz olanlardan bir kısmını toplayıp evin yolunu tuttuk. Yolda kendi kendime neden bu paraları aldık? Bu para bizim değil, bunun sahibi kim? Bu paraları arıyor mu? Peki, neden bırakıp nereye gitti? Hani para canın yongasıdır derler? Biz bu para ile ne yaparız? Böyle bir günde bu paranın kime ne hayırı olur? Böyle düşüncelerle eve varıp anneme olanları, gördüklerimizi ve paraları gösterdiğimizde yüzünün bembeyaz kesildiğinin farkına vardım. İlk tepki olarak bizleri sövüp soğana döndürdükten sonra hemen bu paraları alıp aşağıdaki bahçede çukur açıp gömün demesi oldu. Sonradan bu paraların eski Rus paraları olduğu ve kıymeti olmadığı ortaya çıktı.
Bu olayların Rum azınlıkları için yapılan bir olay olması sebebi ile artık etrafta duyulagelen Rumca ve bunu konuşan insanlar ortadan kaybolmuş, yok olmuş gibi.

Hani nerede mezhep, dil, din söz özgürlüğü tanıyan ana yasa? Bu kadar tarih boyunca beraber içi içe yaşantıları olan insanlara ne oldu? İnsaniyet, terbiye, örf ve adaletler niçin ayaklar altına alınıp çiğnendi? Acaba ileriki Türkiye’de bir daha Rumca şarkılar, danslar, sirtakiler, paskalya çöreklerinin kokuları, çukulata bebek ve tavşanlar, tavernalar, sıra yapıp tokuşturduğumuz kırmızı yumurta sahnelerini görebilecek miyiz? Yunanistan’a metazori göç ettirilen Yunan tebaalı asırlar boyu doğup, büyüyüp, yaşayıp ölüp gömülen bu vatandaşlar bu topraklara tekrar gelip ayak basacaklar mı? Onları göç ettirenler Yunanistan’a gidip gezip tozacak hal hatır soracaklar mı?

Altı Eylülü askeri idare ve örfi idare gölgesi altında yaşıyoruz. Sokaktaki insanların yüzlerindeki ifade ve korkulu davranış ve tavır memleketin sıkıntı içinde olduğu belli oluyor. Toplanma yasağı, yedi insan sokakta bir araya gelmesi yasak, sokaklarda caddelerde asker hissediliyor. Herkes birbirinden ırgalanıyor. Bu havada sevinçli, sevinilecek olaylar ertelenip unutulmağa bakılıyor. Ancak bazı olaylar var ki bunları ertelemek, unutmak unutturmak mümkün değil, bunlardan bir tanesi kardeşim İshak’ın Bar Mitzva töreni. Dediğim gibi bu zamanda kimsede sevinecek güç yok. İşler durgun, gönül durgun, memleket büyük bir soru işareti.

Bütün bunlara rağmen bizim İshak’ın Bar Mitzvası yapılması şart Yahudilikte bazı adetler var ki ötelenemez. Bu olayı Şişli Sinagoguna gidip tefillin ve Sefer Toraya çıkması ile halledildikten sonra ikinci mühim olan bu olayın sevincini örfi idare sebebi ile aile arasında kutlamağa karar kılındı ise de aile büyük, arkadaş, tanıdık, konu komşu karar izin temin edildikten sonra Bomonti bira bahçesinde yapılacak. Sağ olsun bütün aile, arkadaş, konu komşu bizimkileri yalnız bırakmayıp sevinçlerine ortak olup Bomonti bahçesinde toplandılar. Bizim İshak’ın şansına bu akşamüstü gökten sağanak bir yağmur başlamaz m? Olsun herkes güler yüzle hiç aldırmadan eğlenmeğe bakıyor. Tabi ki bizim İshak nutuktan kurtuldu. Tekrar eski Balattaki alışkanlıkla tabii ki hep beraber şarkılar söylenip yağmurun ıslaklığı unutulup içkiler içilip mezeler yendi, hediyeler verildi. Böyle bir günü unutmamak ve teyit etmek için sadece bir iki küçük resim çekildikten sonra herkes sessizce evlerine döndüler. Evde hediyeler arasında pergel takımları, pijama, çamaşır paketleri içinde uzun kırmızı kutu içinde deri kayışlı İsviçre kol saati yatıyor.

Kara kışlar, yağmurlu soğuk karsız kışları, yazlar sıcak yağışlı, lodoslu yazları takip ederken seneler seneleri arkasına bakmaksızın takip ederken, baharlar her zaman ağaçlarda beyaz, pembe erik, kayısı, bademin çiçeklerini açarken İstanbul’a olan sevgim ve aşkım daha da artıyor. Bu senelerden bu sene nereden geldi ise bizimkiler yazlığa Yeşilköy’e karar kıldılar. Neyse ki Yeşilköy’de deniz ve futbol sahası var. Bu yazlığın özelliklerinden bir tanesi babamın her sene söz verip boyada kalan bisikletimin gerçek olup eve gelmesi oldu. Bisiklet Çekoslovak malı çil, çil yepyeni…
Evimiz orta yaşlı bekâr bir Rum kadınının iki katlı tahta eski bir evi. Birinci katta biz üst katta o oturuyor. Ne merettir her sabah kalktığımda bisikletin lastiği patlak, galiba bu evde cinler var, mühim değil, bu şekilde lastik patlağının tamirinin her şeklini öğrenmiş oluyorum. Evin biraz ilerisinde direkli beyaz kireç çizgili nizami futbol sahasında hem biz çocuklar hafta arası mahalle maçları hem de hafta sonları formalı, hakemli şehirler arası maçlar yapılıyor. Bu maçlarda göze batan ve unutulması zor olacak olay Yeşilköysporun sağ açığının omuz çıkması ile oyuna devamı ve koşarken yerine takması. Bu yazı bu şekilde bitirirken bisiklet lastik patlaması sualine çok zaman geçse bile cevap bulamayacağız galiba.

Senler birbirini takip ettikçe bizim Bilezikçi sokaktaki hayat şeklinde pek değişen şey yeni yeni apartmanların karşılıklı dolması neticesinde evimizin önündeki futbol oynadığımız yokuşlu saha bu yapılarla kaybolup gitti. Mahallede Yahudi ve Ermeni kökenli vatandaşlar ekseri ahaliyi ihtiva ederken bizim futbol dünyası daha da ilerleyip Sinemköy takımı Ermenilerin çoğunluğunda semt takımlarında iyi bir yer almağa başladı.
Takım idarecileri ve antrenörü Ermeni, antrenmanlar ve maçlar ekserisi Feriköy’deki toprak sahada yapılıyor. Antrenörün kabulü ile ben de Allah’ın köründe antrenmanlara katılıyor ve futbolumu ilerletmeğe bakıyorum. Futbol Türkiye’de uzun yıllardır çok popüler sevilen bir spor olmasına rağmen gelecek nesil ve şimdiki nesil için lüzumlu alt yapı olarak kabul edilebilecek sahalar ve teknik bilgiler henüz yok denecek kadar az ve yetersiz. Feriköy sahası denince akla yeşil çimli düzenli saha akla gelebilir. Ancak bu sahada Pazar günleri sabahın yedisinden akşamüstü beşine kadar birbiri ardında semt takım maçları yapılır.

Sahaya ilk çıkan takım taraftarları veya idarecileri ilkin saha çizgilerini getirilen toz kireci serptikten, saha şekillendirildikten sonra yandaki uzun barakanın içinde soyunup forma giymiş oyuncular tek sıra halinde sahanın yuvarlağına cetvel gibi dizilip orada toplanmış mahalle arkadaşlarına takım şerefine üç kere sağ ol, sağ ol, sağ ol diye bağırarak dağılır ve topla ısınmağa başlarlar.
İşte böyle bir yağmurlu, soğuk bir Pazar sabahı Ermeni antrenör Savaş ağabey bana da takımda yer verdi. Heyecanımdan uçacak gibiyim. Çok istediğim formayı, şort ve tozlukları giyerken dışarıdaki yağmur, çamur ve soğuk havayı ne düşünüyor ne de hissediyorum. Yeni Yüksekkaldırımdan aldığım kramponlu futbol ayakkabılarımı domuz yağı ile iyice yağladıktan sonra herkesle birlikte sahaya çıkıp milleti selamlayıp ısınma hareketleri bittikten sonra sol iç mevkisine girip hakemin düdüğünü beklerken kalbimin atışların duymaya başladım. Maç başladı koş topun peşinde derken aniden ayakkabı kramponlarının çivileri ayak tabanlarımda hissetmeğe başladığımda acıya rağmen koşup oynamağa devam ettim ve akşam ayaklarımın yaralarından yürüyemez hale gelmeme rağmen bu günü daima hatırlıyor ve haz duyuyorum.Bu sahada oynayan ve devam eden oyuncuların büyük bir kısmı ileriki yıllarda lig takımlarında isimlerini duyuyor ve kendimle gurur duyuyorum.

İşte bizim Bilezikçi sokağında yetişen bizler semtin apartmanlarla dolması, Ermenilerin birçoğu Kanada ve Amerika’ya göçleri ile bütün bu güzel mahalle havası kaybolup gitti.
Akılda kalan bütün bu mahalle havası ve arkadaşları acaba bir daha görebilecek miyim? Onlardan duyacak mıyım? Belki hayatın bir kısmında kazara veya rastgele dünyanın bir köşesinde birisine rastlayıp ‘’sen Sinemköydeki “İSAK, KIRKOR, SAVAŞ, GARABET, ORHAN, AGOP” değil misin? Diye sorar ve eski hikâyeleri anlatırız.

İstanbul bu geçen seneler içinde gerek nüfus bakımından yoğunlaşırken buna paralel olarak fizik bakımında büyük değişiklilere maruz kaldı. Bu değişiklikler sokakta konuşulan Türkçenin muhtelif şive ve lehçelerinin duyulması, otobüs, troleybüs, taksilerin çoğalıp şehirde trafik sıkıntısı olmağa başlaması, evladiyelik kırmızı, yeşil tramvayların İstanbul yakasından tedavülden kalkması gibi olayların yanında benim doğup büyüdüğüm Balat ve Hasköy’de Yahudi, Rum, Ermeniler yerine Karadeniz ve Orta Anadolu’dan gelip göç etmiş halkla yer değiştirmesidir. Biz Yahudiler Kuledibi, Şişli, Kurtuluş, Osmanbey semtlerine yerleşirken Rumların büyük bir kısmı Yunanistan’a, Ermeniler ise Amerika, Avrupa ve Avustralya’ya dağılıyorlar.

Bu değişikliğin içinden Eminönü, Unkapanı arasındaki yol çok yoğun olması nedeni ile asırların Yemiş ve yağ iskelesinin istimlakine Belediye kararı çıktı. Bütün bu asırlık yaka denize kadar atılıp geniş yeni asfalt yol olacak ve bu yolu İsrail’den modern aletlerle gelen Solel-Bone şirketi yapacak.
Bu karar bu kadar yüzyıllar boyunca kışın siyah çamurunda, yazın sıcağında sabah serin erken saatlerinde açtıkları dükkân önüne su serperken sabah selamını verdikten ve birbirlerine çay ısmarlayıp karşılıklı sabah sohbet eden komşuluk, sevgi, saygı, terbiyesizlik bilmeyen, arada bir küçük dargınlıkları komşu aracılığı ile halleden bu küçük orta direk tüccarları bu karar sonunda herkes bir tarafa dağılacak ve bütün bu güzel şeyler kaybolacak. Bu yerin insanları ya birbirlerini tesadüf olarak görecek veya görmeyip geçenleri gelecek nesillere anlatacaklardır.

Bu karar yıllardır küçük, dar yukarıda küçücük bir mahzeni olan, yüz kırk bir kalem çeşidi arı kovanına benzer raflarına düzeltilmiş zorlukla iki kişinin girebileceği sağ tarafında beyaz saçlı yuvarlak kırmızı güler yüzlü her an yumurtaları tek tek ampule tutan yumurtacı mösyö Yorgonun yanında seyrek te olsa arada bir girip yemek yediğimiz Pandelli lokantası, sol tarafında kaba ısmarlama ayakkabı imal eden Recep Bey, karşıda süpürgeci, yağ ticareti ile ilgili uzun büyük dükkân ve bizim Allaha şükür ekmek parasını çıkaran müsyü Nisimin küçük âcizane dükkânı bu istimlak kararının içine alınıp atılıyor.

Babam gelişigüzel bir insan değil, böyle şeyler onun için çok zor. İçine kapanıp kara kara düşünceye girdi. Buradan çıkacak, peki, nereye gider de dükkân bulup eski müşterileri ile işine devam eder? Piyasa tuz buz oluyor, müşterilerin ayağı nasıl yolu bulup yeni dükkânı bulacak? Her gün dükkân kapısı önünde durup tanıdık tüccarları, müşterileri, el arabaları dağ kadar balya ve sandıklarla geçen hamalları, dükkân önünü temizleyen komşuları, karşı süpürgecideki çay içme molaları, Mehmet ustada ızgara köfte yemeyi nerede bulup yapacak? Ancak medeniyet denen canavar kapıya dayanmış, gelmiş. Her şey değişiyor, her hatıra siliniyor. Bir akşamüstü babam biraz daha sakin baklayı ağzından çıkardı. Yeni dükkân dört katlı yeni yapılmış büyük bir hanın içinde YAPRAK HAN.

Bu olay babam ve onun gibileri için yepyeni bir iş ve ticaret anlayışı. Pislik, patırtı, gürültü, insan hengâmesinden uzak, her dükkân dar tahta kapını arkasında temiz çok düzenli, önündeki pencerelerden bol ışık, güneş giren, ne at arabası, ne hamalların gürültüsü, ne el satıcılarının sesleri, yani babam eczane açıyor. Hayırlı uğurlu olsun.

 Marangoz gelip bütün yeni dükkânın raflarını yaptıktan sonra bir iki gün içinde eski Yemişteki dükkânın malları gelip düzeltildikten sonra çok miktarda boş raflar kaldı, bunun görünüşü hoş değil, dükkân dediğin ağzına kadar malla dolu olması lazım bunun da kamuflajını rafın ön sırası dolu arka sıraları boş bırakmakla hal edildi. Dükkân düzeltilmesine, düzeltildi, şimdi mesele bizim köy bakkalı Ahmet efendi bizi nasıl bulacak, buradaki sessizlik ona göre değil, o eczaneye girmekten korkar, ilaç onun için zor. Yani yeni durum, yeni muhit, yeni dükkân uzun lafın kısası işler bu ara kaput babamın ağzı bıçak açmıyor, dükkândaki en büyük hareket devamlı olarak malların bir raftan bir rafa geçirip rafların düzgün ve temiz olmalarını sağlamak yani kısacası sinek avlıyoruz. Babam daha sık köy seyahatlerine çıkıp sipariş getirip eski hareketin bir kısmını geri getirmeğe çalışıyor ne yapsın ekmek parasını çıkarması şart. Yumurta sandıkları gelip mallarla doldurulurken içim biraz rahat ediyor. Babamı dükkânda görmek zor her zaman aşağıdaki piyasada dolaşıp çareler ararken ağzı bıçak açmaz ve her zaman düşünceli, yeni değişik işlere girmek korkutuyor, kararsız kılıyor bunun yanında seneler beraber çalışıp, beraber iyi günlerin yanında bu günleri gördüğü Haydar bey işi bırakınca babama daha da zor oldu. Fakat kısa bir zaman içinde Vatan adlı genç bir çocuğu bulup dükkâna aldı. Vatan lise öğrenimi görmüş, terbiyeli, zayıf, sıska avurtları içine çökmüş, yüzü soluk, hamarat, çalışkan, daimi güler yüzlü, efendi bir insan Babamın durumunu çok çabuk kavradığından onu her an idare etmeğe bakıyor ve yeni yeni iş fikirleri getirip babamı ikna etmekle meşgul.
Bunca fikirler içinde müşteri şimdiye kadar dükkâna gelip mal siparişi vereceğine veya babam köye gidip mal siparişleri arayacağı yerde gel bu işi ters yapalım der ve dükkânı direkt olarak müşterinin mağazasına getirip müşteri dükkâna gelmesi zahmetini ortadan kaldıralım fikri doğdu. Bu fikrin gerçekleşmesi için vasıta lazım dediler ve Büyük Çekmece Mimar Sinan köyünden şoför Civan Ali bulundu ve kamyon alınıp işe konuldu.
Fikir parlak olmasına rağmen bugünkü Türkiye’deki ticaret mefhumu için çok yeni ve örneği olmayan bir durum. Babamın kararı tasdik edildikten ve kamyon raflarla donatılıp mallarla doldurulduktan sonra ver elini Silivri, Kırklareli, Lüleburgaz, Trakya, Karadeniz’in batı kıyılarındaki yakın köylerde mallar bitiyor dolduruluyor. Büyük hareket, bereketi arkadan gelsin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder