Artık
etrafımda olan geçenlerle ilgilenmeğe başladığım bu dönemde galiba Türkiye aynı
Türkiye olmaktan çıkıp içinde yüzyıllardır barındırdığı, her türlü din ve
kültür hürriyeti verdiği azınlıklarla uğraşmağa başladı. Sabah, akşam
gazeteler, radyolar, sokak ve otobüslerde yeni bir slogan peydahlandı. VATANDAŞ
TÜRKÇE KONUŞ
Bu slogan
kimler için olduğu belli olmasına rağmen acaba bu kapsam içine Yemişteki halde
çalışan, yağ iskelesinde, Tahta Kalede Kürtçe konuşan vatandaşları da alıyor
mu?
Yüzyıllardır kendi
örf ve adetlerini sürdürüp kimseyi rahatsız etmeyen, Ermeni, Yahudi
azınlıkların yaşlı kimseleri şimdiden sonra şive değiştirip Türkçe lisanını bir
Türk gibi nasıl konuşup işini halledecek? Neden bu insanlardan palyaço yapmak istiyorlar?
Kim onlara bu hakkı verdi? Mademki bu memleketin içinde Rum, Ermeni, Yahudi okulları
kanun içinde kabul edilmiş bu sloganı bu müesseselerde tatbikine gidilmesi daha
uygundur. İnsanın ellisinden sonra yeni lisan ve alışkanlıklara girmesi kolay
bir şey olmasa gerek.
Bu olay
azınlıklar arasında ne kadar rahatsızlık getirdi ise, kültürü kıt bazı Türk-Müslüman
vatandaşların o kadar içgüdülerine girip sokakta, tramvayda,
otobüste Madam, Hanım, Beyim Türkçe konuş cümlesini alenen, yüksek sesle günlük
olay olarak kullanması görülmeğe başlandı. Belki ileriki senelerde bunun daha da
ileri durumunu göreceğiz. Öyle ki Yasef, Yusuf, Mordo Murat, Salamon Süleyman,
İzak İsak, Vitali Vedat, Moşe Moiz Musa olup kendi kendimize aynaya bakıp
söyleyip buna kendimizi ikna edeceğiz. İleriki yıllarda, nesillerde bizim Yasefler,
Avraamlar, İshaklar onları güldürecek hatta alay fıkralarında isim olup
hatırlanacaklardır. Diğer bir düşünce ile Kıymetli büyük lider Sayın Atatürkün
ülkeleri kaybolmağa yüz tutmakta olan bu günlerde Türk dilini kuvvetlendirmek
yerinde bir olay olsa gerek.
Böyle bir
zaman ve hava içinde unutulması zor, hatırlanması istenmeyecek, utanç verici
olarak Türkiye’nin yeni tarihine girecek olan ALTI EYLÜL olaylarını yaşıyorum. Akşam
karanlığı inmiş etraf sessiz, bizim cambazhane bu akşam perdesini açmadı, hava
lodos sıcak pencereler ardına kadar açık biraz hava girsin diye akşam yemeği
bitti radyo açık dinliyoruz. Birden sokaktan acayip acayip rençper kıyafetli, kasketleri
yarı yana kaymış, ellerinde uzun sopalarla küçük gruplar halinde alışıla
gelmediğimiz yüksek sesle anlaşılması kolay olmayan Türkçeye benzer bir lisanla
konuşan ve ellerindeki lüks çikolata kutuları ile cambazhanenin karşısındaki
tepede çömelip yiyip yiyip yüksek sesle konuşmalarına devam ederlerken karşı
Harbiye Orduevi caddesinden nümayiş sesleri ile karışık, silah sesleri gelmeğe
başladığı anda Radyodan vatandaşların sokağa çıkmamaları evde kalmaları
anonsları tekrarlandı. Babam ve dayılarım aralarında konuşmağa başladılar, hava
sıcak boğucu olmasına rağmen pencereler kapatılıp, ışıklar söndürülüp evin içi
sokak fenerinin ışığına bırakılıp uyuya kalmışım.
Sabah
kalktığımızda babam çoktan işine gitmişti, annem okulların kapalı, tatilde
olduğumuzu hatırlattığında dün akşamki korkulu saatleri unutup günün programını
Pangaltına gitmek üzere hazırladık. Kardeşim ve ben etrafa aldırmaksızın yolu
Pangaltına yönlendirdik. Pangaltıdaki eczanenin köşesine vardığımızda bir çocuk
olarak ta olsa etrafın görünüşü vahim ve korkulu. Etrafın görünüşü sanki dün
akşam bu semte çok büyük bir fırtına esip etrafı tuzla buz etti. Dükkânların
vitrinleri çerçeveleri ile birlikte sökülmüş, mallar etrafta talan olmuş buz dolapları,
çamaşır makineleri sokakta parçalanmış dağılmış, kumaş topları açılmış, caddelerdeki
bu çirkin görüntüleri saklamak istercesine örtüyor, etraf evlerin birinci,
ikinci, üçüncü katlardaki pencere camları kırılmış tüller, perdeler dışa doğru
uçuyorlar.
Sokaktaki
insanlar etrafa ve insanlara öyle bir şekilde bakıyorlar ki sanki bu millet
bunu yaparken ne düşündü? Neden yaptı? Kime ne yapmak istedi? Neden? Niçin bu
hunharlık? Gibi yüksek sesle söyleyemediklerini yüz hat ve şekilleri ile dile
getiriyorlar. Radyolarda marşlar, örfi idare ilanı.
ACEP HARP MI
VAR? KAZANDIK MI? DÜŞMANIMIZ KİM?
İki küçük
çocuk el ele verip bu korkulu harp sonrası muharebe sahasında dolaşırken yerde
bir büyük sandıktan dökülmüş etrafa saçılmış büyük para banknotları gözümüze
ilişti. Hiç önemsemeden bunlardan temiz olanlardan bir kısmını toplayıp evin
yolunu tuttuk. Yolda kendi kendime neden bu paraları aldık? Bu para bizim
değil, bunun sahibi kim? Bu paraları arıyor mu? Peki, neden bırakıp nereye
gitti? Hani para canın yongasıdır derler? Biz bu para ile ne yaparız? Böyle bir
günde bu paranın kime ne hayırı olur? Böyle düşüncelerle eve varıp anneme
olanları, gördüklerimizi ve paraları gösterdiğimizde yüzünün bembeyaz
kesildiğinin farkına vardım. İlk tepki olarak bizleri sövüp soğana döndürdükten
sonra hemen bu paraları alıp aşağıdaki bahçede çukur açıp gömün demesi oldu. Sonradan
bu paraların eski Rus paraları olduğu ve kıymeti olmadığı ortaya çıktı.
Bu olayların
Rum azınlıkları için yapılan bir olay olması sebebi ile artık etrafta
duyulagelen Rumca ve bunu konuşan insanlar ortadan kaybolmuş, yok olmuş gibi.
Hani nerede mezhep,
dil, din söz özgürlüğü tanıyan ana yasa? Bu kadar tarih boyunca beraber içi içe
yaşantıları olan insanlara ne oldu? İnsaniyet, terbiye, örf ve adaletler niçin
ayaklar altına alınıp çiğnendi? Acaba ileriki Türkiye’de bir daha Rumca
şarkılar, danslar, sirtakiler, paskalya çöreklerinin kokuları, çukulata bebek
ve tavşanlar, tavernalar, sıra yapıp tokuşturduğumuz kırmızı yumurta sahnelerini
görebilecek miyiz? Yunanistan’a metazori göç ettirilen Yunan tebaalı asırlar
boyu doğup, büyüyüp, yaşayıp ölüp gömülen bu vatandaşlar bu topraklara tekrar
gelip ayak basacaklar mı? Onları göç ettirenler Yunanistan’a gidip gezip
tozacak hal hatır soracaklar mı?
Altı Eylülü
askeri idare ve örfi idare gölgesi altında yaşıyoruz. Sokaktaki insanların
yüzlerindeki ifade ve korkulu davranış ve tavır memleketin sıkıntı içinde
olduğu belli oluyor. Toplanma yasağı, yedi insan sokakta bir araya gelmesi
yasak, sokaklarda caddelerde asker hissediliyor. Herkes birbirinden ırgalanıyor.
Bu havada sevinçli, sevinilecek olaylar ertelenip unutulmağa bakılıyor. Ancak
bazı olaylar var ki bunları ertelemek, unutmak unutturmak mümkün değil, bunlardan
bir tanesi kardeşim İshak’ın Bar Mitzva töreni. Dediğim gibi bu zamanda kimsede
sevinecek güç yok. İşler durgun, gönül durgun, memleket büyük bir soru işareti.
Bütün bunlara
rağmen bizim İshak’ın Bar Mitzvası yapılması şart Yahudilikte bazı adetler var
ki ötelenemez. Bu olayı Şişli Sinagoguna gidip tefillin ve Sefer Toraya çıkması
ile halledildikten sonra ikinci mühim olan bu olayın sevincini örfi idare
sebebi ile aile arasında kutlamağa karar kılındı ise de aile büyük, arkadaş,
tanıdık, konu komşu karar izin temin edildikten sonra Bomonti bira bahçesinde
yapılacak. Sağ olsun bütün aile, arkadaş, konu komşu bizimkileri yalnız bırakmayıp
sevinçlerine ortak olup Bomonti bahçesinde toplandılar. Bizim İshak’ın şansına
bu akşamüstü gökten sağanak bir yağmur başlamaz m? Olsun herkes güler yüzle hiç
aldırmadan eğlenmeğe bakıyor. Tabi ki bizim İshak nutuktan kurtuldu. Tekrar eski
Balattaki alışkanlıkla tabii ki hep beraber şarkılar söylenip yağmurun
ıslaklığı unutulup içkiler içilip mezeler yendi, hediyeler verildi. Böyle bir
günü unutmamak ve teyit etmek için sadece bir iki küçük resim çekildikten sonra
herkes sessizce evlerine döndüler. Evde hediyeler arasında pergel takımları,
pijama, çamaşır paketleri içinde uzun kırmızı kutu içinde deri kayışlı İsviçre
kol saati yatıyor.
Kara kışlar, yağmurlu
soğuk karsız kışları, yazlar sıcak yağışlı, lodoslu yazları takip ederken
seneler seneleri arkasına bakmaksızın takip ederken, baharlar her zaman
ağaçlarda beyaz, pembe erik, kayısı, bademin çiçeklerini açarken İstanbul’a
olan sevgim ve aşkım daha da artıyor. Bu senelerden bu sene nereden geldi ise
bizimkiler yazlığa Yeşilköy’e karar kıldılar. Neyse ki Yeşilköy’de deniz ve
futbol sahası var. Bu yazlığın özelliklerinden bir tanesi babamın her sene söz verip
boyada kalan bisikletimin gerçek olup eve gelmesi oldu. Bisiklet Çekoslovak
malı çil, çil yepyeni…
Evimiz orta
yaşlı bekâr bir Rum kadınının iki katlı tahta eski bir evi. Birinci katta biz üst
katta o oturuyor. Ne merettir her sabah kalktığımda bisikletin lastiği patlak,
galiba bu evde cinler var, mühim değil, bu şekilde lastik patlağının tamirinin
her şeklini öğrenmiş oluyorum. Evin biraz ilerisinde direkli beyaz kireç
çizgili nizami futbol sahasında hem biz çocuklar hafta arası mahalle maçları
hem de hafta sonları formalı, hakemli şehirler arası maçlar yapılıyor. Bu
maçlarda göze batan ve unutulması zor olacak olay Yeşilköysporun sağ açığının
omuz çıkması ile oyuna devamı ve koşarken yerine takması. Bu yazı bu şekilde
bitirirken bisiklet lastik patlaması sualine çok zaman geçse bile cevap bulamayacağız
galiba.
Senler
birbirini takip ettikçe bizim Bilezikçi sokaktaki hayat şeklinde pek değişen
şey yeni yeni apartmanların karşılıklı dolması neticesinde evimizin önündeki
futbol oynadığımız yokuşlu saha bu yapılarla kaybolup gitti. Mahallede Yahudi
ve Ermeni kökenli vatandaşlar ekseri ahaliyi ihtiva ederken bizim futbol dünyası
daha da ilerleyip Sinemköy takımı Ermenilerin çoğunluğunda semt takımlarında
iyi bir yer almağa başladı.
Takım
idarecileri ve antrenörü Ermeni, antrenmanlar ve maçlar ekserisi Feriköy’deki
toprak sahada yapılıyor. Antrenörün kabulü ile ben de Allah’ın köründe antrenmanlara
katılıyor ve futbolumu ilerletmeğe bakıyorum. Futbol Türkiye’de uzun yıllardır
çok popüler sevilen bir spor olmasına rağmen gelecek nesil ve şimdiki nesil
için lüzumlu alt yapı olarak kabul edilebilecek sahalar ve teknik bilgiler
henüz yok denecek kadar az ve yetersiz. Feriköy sahası denince akla yeşil çimli
düzenli saha akla gelebilir. Ancak bu sahada Pazar günleri sabahın yedisinden
akşamüstü beşine kadar birbiri ardında semt takım maçları yapılır.
Sahaya ilk
çıkan takım taraftarları veya idarecileri ilkin saha çizgilerini getirilen toz
kireci serptikten, saha şekillendirildikten sonra yandaki uzun barakanın içinde
soyunup forma giymiş oyuncular tek sıra halinde sahanın yuvarlağına cetvel gibi
dizilip orada toplanmış mahalle arkadaşlarına takım şerefine üç kere sağ ol, sağ
ol, sağ ol diye bağırarak dağılır ve topla ısınmağa başlarlar.
İşte böyle bir
yağmurlu, soğuk bir Pazar sabahı Ermeni antrenör Savaş ağabey bana da takımda
yer verdi. Heyecanımdan uçacak gibiyim. Çok istediğim formayı, şort ve tozlukları
giyerken dışarıdaki yağmur, çamur ve soğuk havayı ne düşünüyor ne de
hissediyorum. Yeni Yüksekkaldırımdan aldığım kramponlu futbol ayakkabılarımı
domuz yağı ile iyice yağladıktan sonra herkesle birlikte sahaya çıkıp milleti
selamlayıp ısınma hareketleri bittikten sonra sol iç mevkisine girip hakemin
düdüğünü beklerken kalbimin atışların duymaya başladım. Maç başladı koş topun
peşinde derken aniden ayakkabı kramponlarının çivileri ayak tabanlarımda hissetmeğe
başladığımda acıya rağmen koşup oynamağa devam ettim ve akşam ayaklarımın
yaralarından yürüyemez hale gelmeme rağmen bu günü daima hatırlıyor ve haz
duyuyorum.Bu sahada oynayan ve devam eden oyuncuların büyük bir kısmı ileriki
yıllarda lig takımlarında isimlerini duyuyor ve kendimle gurur duyuyorum.
İşte bizim
Bilezikçi sokağında yetişen bizler semtin apartmanlarla dolması, Ermenilerin birçoğu
Kanada ve Amerika’ya göçleri ile bütün bu güzel mahalle havası kaybolup gitti.
Akılda kalan
bütün bu mahalle havası ve arkadaşları acaba bir daha görebilecek miyim? Onlardan
duyacak mıyım? Belki hayatın bir kısmında kazara veya rastgele dünyanın bir
köşesinde birisine rastlayıp ‘’sen Sinemköydeki “İSAK, KIRKOR, SAVAŞ, GARABET, ORHAN,
AGOP” değil misin? Diye sorar ve eski hikâyeleri anlatırız.
İstanbul bu
geçen seneler içinde gerek nüfus bakımından yoğunlaşırken buna paralel olarak
fizik bakımında büyük değişiklilere maruz kaldı. Bu değişiklikler sokakta
konuşulan Türkçenin muhtelif şive ve lehçelerinin duyulması, otobüs, troleybüs,
taksilerin çoğalıp şehirde trafik sıkıntısı olmağa başlaması, evladiyelik
kırmızı, yeşil tramvayların İstanbul yakasından tedavülden kalkması gibi
olayların yanında benim doğup büyüdüğüm Balat ve Hasköy’de Yahudi, Rum, Ermeniler
yerine Karadeniz ve Orta Anadolu’dan gelip göç etmiş halkla yer değiştirmesidir.
Biz Yahudiler Kuledibi, Şişli, Kurtuluş, Osmanbey semtlerine yerleşirken
Rumların büyük bir kısmı Yunanistan’a, Ermeniler ise Amerika, Avrupa ve Avustralya’ya
dağılıyorlar.
Bu
değişikliğin içinden Eminönü, Unkapanı arasındaki yol çok yoğun olması nedeni
ile asırların Yemiş ve yağ iskelesinin istimlakine Belediye kararı çıktı. Bütün
bu asırlık yaka denize kadar atılıp geniş yeni asfalt yol olacak ve bu yolu İsrail’den
modern aletlerle gelen Solel-Bone şirketi yapacak.
Bu karar bu kadar
yüzyıllar boyunca kışın siyah çamurunda, yazın sıcağında sabah serin erken saatlerinde
açtıkları dükkân önüne su serperken sabah selamını verdikten ve birbirlerine
çay ısmarlayıp karşılıklı sabah sohbet eden komşuluk, sevgi, saygı, terbiyesizlik
bilmeyen, arada bir küçük dargınlıkları komşu aracılığı ile halleden bu küçük
orta direk tüccarları bu karar sonunda herkes bir tarafa dağılacak ve bütün bu
güzel şeyler kaybolacak. Bu yerin insanları ya birbirlerini tesadüf olarak
görecek veya görmeyip geçenleri gelecek nesillere anlatacaklardır.
Bu karar
yıllardır küçük, dar yukarıda küçücük bir mahzeni olan, yüz kırk bir kalem
çeşidi arı kovanına benzer raflarına düzeltilmiş zorlukla iki kişinin
girebileceği sağ tarafında beyaz saçlı yuvarlak kırmızı güler yüzlü her an
yumurtaları tek tek ampule tutan yumurtacı mösyö Yorgonun yanında seyrek te
olsa arada bir girip yemek yediğimiz Pandelli lokantası, sol tarafında kaba
ısmarlama ayakkabı imal eden Recep Bey, karşıda süpürgeci, yağ ticareti ile ilgili
uzun büyük dükkân ve bizim Allaha şükür ekmek parasını çıkaran müsyü Nisimin
küçük âcizane dükkânı bu istimlak kararının içine alınıp atılıyor.
Babam gelişigüzel
bir insan değil, böyle şeyler onun için çok zor. İçine kapanıp kara kara
düşünceye girdi. Buradan çıkacak, peki, nereye gider de dükkân bulup eski müşterileri
ile işine devam eder? Piyasa tuz buz oluyor, müşterilerin ayağı nasıl yolu
bulup yeni dükkânı bulacak? Her gün dükkân kapısı önünde durup tanıdık
tüccarları, müşterileri, el arabaları dağ kadar balya ve sandıklarla geçen hamalları,
dükkân önünü temizleyen komşuları, karşı süpürgecideki çay içme molaları,
Mehmet ustada ızgara köfte yemeyi nerede bulup yapacak? Ancak medeniyet denen
canavar kapıya dayanmış, gelmiş. Her şey değişiyor, her hatıra siliniyor. Bir
akşamüstü babam biraz daha sakin baklayı ağzından çıkardı. Yeni dükkân dört
katlı yeni yapılmış büyük bir hanın içinde YAPRAK HAN.
Bu olay babam
ve onun gibileri için yepyeni bir iş ve ticaret anlayışı. Pislik, patırtı, gürültü,
insan hengâmesinden uzak, her dükkân dar tahta kapını arkasında temiz çok
düzenli, önündeki pencerelerden bol ışık, güneş giren, ne at arabası, ne hamalların
gürültüsü, ne el satıcılarının sesleri, yani babam eczane açıyor. Hayırlı
uğurlu olsun.
Marangoz gelip bütün yeni dükkânın raflarını
yaptıktan sonra bir iki gün içinde eski Yemişteki dükkânın malları gelip düzeltildikten
sonra çok miktarda boş raflar kaldı, bunun görünüşü hoş değil, dükkân dediğin
ağzına kadar malla dolu olması lazım bunun da kamuflajını rafın ön sırası dolu
arka sıraları boş bırakmakla hal edildi. Dükkân düzeltilmesine, düzeltildi, şimdi
mesele bizim köy bakkalı Ahmet efendi bizi nasıl bulacak, buradaki sessizlik
ona göre değil, o eczaneye girmekten korkar, ilaç onun için zor. Yani yeni
durum, yeni muhit, yeni dükkân uzun lafın kısası işler bu ara kaput babamın
ağzı bıçak açmıyor, dükkândaki en büyük hareket devamlı olarak malların bir
raftan bir rafa geçirip rafların düzgün ve temiz olmalarını sağlamak yani
kısacası sinek avlıyoruz. Babam daha sık köy seyahatlerine çıkıp sipariş getirip
eski hareketin bir kısmını geri getirmeğe çalışıyor ne yapsın ekmek parasını
çıkarması şart. Yumurta sandıkları gelip mallarla doldurulurken içim biraz
rahat ediyor. Babamı dükkânda görmek zor her zaman aşağıdaki piyasada dolaşıp
çareler ararken ağzı bıçak açmaz ve her zaman
düşünceli, yeni değişik işlere girmek korkutuyor, kararsız kılıyor bunun
yanında seneler beraber çalışıp, beraber iyi günlerin yanında bu günleri
gördüğü Haydar bey işi bırakınca babama daha da zor oldu. Fakat kısa bir zaman
içinde Vatan adlı genç bir çocuğu bulup dükkâna aldı. Vatan lise öğrenimi
görmüş, terbiyeli, zayıf, sıska avurtları içine çökmüş, yüzü soluk, hamarat, çalışkan,
daimi güler yüzlü, efendi bir insan Babamın durumunu çok çabuk kavradığından
onu her an idare etmeğe bakıyor ve yeni yeni iş fikirleri getirip babamı ikna
etmekle meşgul.
Bunca fikirler
içinde müşteri şimdiye kadar dükkâna gelip mal siparişi vereceğine veya babam
köye gidip mal siparişleri arayacağı yerde gel bu işi ters yapalım der ve dükkânı
direkt olarak müşterinin mağazasına getirip müşteri dükkâna gelmesi zahmetini
ortadan kaldıralım fikri doğdu. Bu fikrin gerçekleşmesi için vasıta lazım
dediler ve Büyük Çekmece Mimar Sinan köyünden şoför Civan Ali bulundu ve kamyon
alınıp işe konuldu.
Fikir parlak
olmasına rağmen bugünkü Türkiye’deki ticaret mefhumu için çok yeni ve örneği olmayan
bir durum. Babamın kararı tasdik edildikten ve kamyon raflarla donatılıp
mallarla doldurulduktan sonra ver elini Silivri, Kırklareli, Lüleburgaz, Trakya,
Karadeniz’in batı kıyılarındaki yakın köylerde mallar bitiyor dolduruluyor. Büyük
hareket, bereketi arkadan gelsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder