Bar-Mitzva töreni biter, hayat yine aynı
çizgiye kayar. Her ne kadar ergin erkek camiasına girmiş sayılıyorsam da halen
çocukluk, ergenlik çabalaması devam ediyor. İnat biri bin para, kendini
beğenmek, karşındakini beğenmemek, kızıp bağırmak ve futbol.
Futbol
Kurtuluştaki hayatımın büyük bir kısmını kaplıyor. Evimin önündeki bir tarafı
hafif yokuşu olan arsada yapılardan alınan kireç tozu ile çizilmiş sahada
mahalle çocuk formalı takımların maçlarını seyreder dururken bir ara aklıma
parlak fikir geldi. Peki, benim de niçin formalı bir futbol takımım olmasın. Bende
bütün hazırlıkları tamamlayıp neden herkes gibi sahaya çıkıp sağ ol sağ ol deyip
bu ahenge uymayayım der ve işe koyulurum.
Mahallede
futbolu iyi bilen Savaş, Orhan, Yakar, Erdinç, Kemal, Mehmet, Kirkoru ayarlayıp
evden birer beyaz fanila ve jimnastikte giydiğimiz siyah şortlar ve lastik ayakkabılarını
getirmelerini tembihledikten sonra getirilen fanilaları annemin rızası ve kabulü
ile büyük saç kazandaki suya kırmızı Viktorya boyası karıştırıp kaynamaya kondu. İçimdeki heyecan ve isteğin sınırı yok gibi, benim de bir antrenörümün olacağı
futbol takımım olacak. Artık formalar, şortlar hazır buna takımın ismi, arması,
deriden futbol topu lazım. Her birimiz lüzumlu parayı anasından, niyet
satışından, büyük anne veya babasından tedarik edip bana teslim ettikten sonra
ben takımın antrenörü olarak okul çıkışında Şişhanedeki altıncı dairedeki Havaspordan
Sarı kırmızı s-s SİNEM SPOR armalarını yaptırmaya verip ertesi gün okul
çıkışında Yüksek Kaldırım inişinde duvar dibinde futbol topu yapan ve tamir
eden Mehmet ustadan eski deriden tamir görmüş şambrelli futbol topunu alıp
yanına domuz yağını da aldıktan sonra doğru yokuş yukarı ver elini yetmiş
numaralı Kurtuluş otobüsü.
Heyecandan
uçuyorum, kimin umurunda dersler, defterler, kitaplar. Gözümde yalnız kireçle
çizilmiş yamuk saha, sarı kırmızı forma giymiş büyük SİNEM SPOR TAKIMI sahanın
ortasına çıkmış SAĞOL, SAĞOL bütün kuvvetle inanarak bağırıyor.
Bu büyük heves
ve heyecan daha sonraları Türk, Ermeni mahalle arkadaşlarımla yine
Yüksekkaldırımdan satın aldığım eski kramponlu, her maçta taban altlarımda
çivileri hissede ede yağmurda, karda, çamurda, soğukta Feriköy sahası, Teknik Üniversite
su ile dolu sahası, Tepebaşındaki tepe sahası, Leventteki çimli sahada top
koşturup solu kuvvetli bizim SEVİ unvanına varabildim.
Kurtuluşa gelmemiz ile beraber babamın işlerinin
ilerlemesi, mali durumumuzun iyiye
gitmesi ile birkaç yıl evvelinde gıpta edip çok arzu ettiğimiz yazın adaya
gitmek düşüncesi gerçekleşti. Artık her sene değilse bile ekseri yazlar adada
ev kiralayıp yazın başında adaya göç gerçekleşecek. Bu göç sevilen, arzu edilen
istenen göç. Yanlış dememişler Yahudi’nin hayatı göçebedir.
Göç günü
geldi, çattı. Sabahın kör saatinde kapı zili çalınıp bizim emanetçi Davit kalın
cırtlak sesi ile anneme (Madam Raşel los hammales estan abaşo) der ve hepimizi
yataklardan dışarı attırır. Evde bir karışıklık başlar. Mutfak takımları, frijider,
yatak çilteleri, elbiseler, Mielle merdaneli çamaşır makinesi, kırılacak eşya, çamaşırlar,
yani velhasıl bütün ev ayakta, ipler branda bezleri haydi balyalar. Bizde, biri
işine ve okula… Akşam köprü iskelesi ve Heybeli... Annem bütün hamallar ve
emanetçi David hazırladıkları bütün göçü evden çıkarıp kamyona yükleyip
gittikten sonra tekrar etrafı toparlayıp bütün mobilyayı beyaz eski çarşaflarla
örtüp son temizliği bitirdikten sonra ön ve arka pencerelerin trençkot güneşlikleri
çekip mezuzayı öpüp kapıyı kapatır. Doğru Sinemköydeki dolmuş durağına on bir
ada vapuruna yol alır. Onu adada bir bu kadar iş bekliyor kolay değil göç değil
mi? Nasıl olsa alıştı, alıştık. Göç, göç ama bu başka bir göç.
Bütün bu patırtı
Haziranın daha başı, İshak’ın okulunun yaz tatiline halen bir hafta kaldı,
zaten bu hafta pek derse merse bakılmaz denir ve artık tatil ilan edilir, ben
de her gün sabah yedi, akşam beş buçuk vapuru git gel. Ne yapalım, YUSEF YA EZ
GRANDE.
Adalar İstanbul’un
mavi lacivert sularına serpilmiş emsali az rastlanan, tabiatın insanlara
verdiği nadir hediyelerden bir tanesi. Mavi lacivert deniz yamaçlarına kadar
inen asırlık çamların arasında beyaza, kahverengine boyanmış kırmızı bordo kiremitli
kâgir tek katlı, iki katlı, üç katlı evler, konaklar, villalar, kuleli eski köşkler yalılar bu
adaların özel hoş tablosunu çizerler.
Ada vapuru
Eminönü vapur iskelesinden çıkıp istimini Sarayburnu’na gelmeden atıktan sonra
burada kıvırıp Kadıköy'e yönlenirken sanki adalardan gelen tatlı rüzgâr
boğazdan gelenle karışıp ortaya anlatılması zor olan bir esinti peyda eder,
vapurun aşağı ön yan açık kısmında oturuyorum, sıcak yaz gününe rastladım. İnsana
hemen hafif bir rehavet çöküyor. Yol boyu yalnız değilsin, beyaz gri martılar
bana ve vapura arkadaşlık ederken bazı zaman yunuslar vapurla yarışa çıkıyor,
yol gösterir oluyorlar.
Artık yaşım
müsait, eğer vapur ve tramvay bilet paralarından bir şeyler kaldı ise köprüden
aldığım akşam çıtır gevrek simidi ile birlikte geçen çaycıdan tavşankanı bir
bardak çay alıp simitle bir yudum çay bir parça simit ısırır karşıdaki
manzaraya dalar hülyalarla adaya giderim.
Vapur düdüğünü
çalmadan Kınalıadanın küçük şirin iskelesine halat atıp iskele alırken ekserisi
Ermeni azınlık olan adalılar iner. Kınalının resmini hafızama resimlerken
inenler aheste, aheste ceketlerini koluna almış, beyaz kolalı yakasının düğmesini
açmış, kravatlarını hafif gevşetmiş olarak biletçiye sağ ellerindeki karton
dört köşe vapur biletlerini uzatıyor. Hafiften esen sıcak hafif rüzgârla
havalanan saçlarını tuta tuta iskeleyi terk eden milletin halen acelesi yok. Zaten
buna ne hacet, kim onları kovalıyor? Ada onların değil mi? Her gün aynı
insanlar, aynı simalar aynı yol almalar. Ada hayatı yavaş oynatılan filim gibi
hiç bir şey kaçmıyor.
Vapur yükünü boşalttıktan
sonra halat alıp iskele çektikten sonra yine buradaki sessizliği bozmak için
olacak kaptan düdük çalmadan Burgaz’a doğru rota aldı. Bu saate vapurun bu yan
tarafına vuran güneş gözleri pek rahatsız etmez ancak biraz kamaştırıp suları
pırıl pırıl pırıldatıp vapurun suları yarıp çıkardığı beyaz köpüklere karışır. Vapurun
hızının aniden yavaşladığını hissettim,
kısma baktığımda yaklaştığımız Burgaz ada iskelesine bizden evvel
yanaşmakta olan Heybeli’den gelen tekmil adalar yapan Suvat vapuru iskeleye
yanaştı. Bizim vapur Burgaz’ın karşısında durur oldu.
Bekliyoruz. Ne
fark eder biraz geç biraz erken ada orada duruyor, kaçmıyor ya? Zaten bu
bekleyiş çaycıya, tarakçıya, yasemin satan Yorga’ya yarayıp birkaç çay, birkaç
tarak, bir iki yasemin demeti satabilseler akşama evlerine daha neşeli
dönecekler zannediyorum.
Burgaz
adalardan ikincisi olup karşısında küçücük, yemyeşil, sanki Burgaz’daki
milletin çaylarını karıştırmak isteyen kaşığa benzer, kime ait olduğu daima rivayet
olan Kaşık adası, ön tarafında yalılar, beyaz kırmızı damlı evler, küçük, kısa
Debarkaderi. Burgaz adasının ahalisi karışık mezheplerden oluşur. Bu adada
İspanyolca, Rumca, Fransızca, İngilizce ve Türkçe lisanları birbirleri ile
yarış yaparcasına konuşulur. Vapur çıkışı ve girişinde bu lisan çorbası
hissedilir de hissedilir. Sözün kısası bu adada isimlerini az bildiğimiz, az
duyduğumuz kitle yaşar. Madamlarda kaplin şapkalar, gençlerde koltuk altında
tenis raketleri, müsyülerde Alpaka lacivert kostümler ve koltuk altında
Cumhuriyet gazetesi. LOZ MIJORES DE MOZOTROS
Burgaz iskelesindeki
Suvat bir iki düdük işittirdikten sonra iskeleden ayrıldı, bekleyen bizlere 50 metre teğet geçerken
bir düdükle arkadaşı olan bizim kaptanı selamladıktan sonra Kınalının rotasını
alıp uzaklaşırken bizim kaptan fora verip Burgaz’a yönlendi. Vapur iskeleye
yanaşıp halat verip iskele alırken karşıdaki evlerin, yalıların pencere camlarından
yansıyan güneşin akşamüstü ışınları bir yangının alev cümbüşünü peydahlıyor. Bu
saatte bu manzarayı görmek hissetmek büyük bir olay…
Oturduğum
vapurun sağ yan tarafındaki insanlardan şimdiye dek kimse kalkmadı. Herkes
halen oturmaya devam ediyor. Burada ne Kaplin ne de Alpaka kostüm görülür. Ceket
elde kıvrılmış, kravatsız, yaka açık, orta yaşlı kırlaşmış seyrek saçları rüzgârda
uçan orta direk insanları. Oturdukları tahta sıraların altında filelerin içinde
açık kahverengi kalın kâğıt veya gazete kese kağıdında Eminönü'nden alınan meyve
ve yanında bir iki karpuz.
Adada bu üç ay
manavlar fırsat bulup mallarını bir bu kadar fiyat yaparlar, ne kadar tasarruf
edilebilirse kardır, zira adada ev kiralamakla iş bitmiyor, plaj parası, Asaf
parası, kahvedeki çay parası, mısır parası, tost parası, takunya parası, arada
bir Pazar sabahı plaja araba keyfi parası, plajdan sonra David emanetçiden
orlon, perlon, safa parası. Velhasıl
para, para, para sefası.
En nihayet
bizim vapur iskeleye hafif bir darbe vurup, halat bağlayıp iskeleleri aldı. Bizim
adalılar sabırsız insanlardır. Nasıl da
olmasınlar, saat artık yediye geliyor. Adanın sefasını ne zaman alacak? Zaten
bütün günün yorgunluğu üstünde, eve çıkıp su bulup bir duş alabilirse yemek yiyip
üstüne bir rehavet çökecek, radyodan hafif Türk müziğini dinlemeye kalktığı takdirde
koltuk veya sofada uykuya kalacak. Zaten yarın sabah saat altı vapuruna kalkması lazım. İşte bizim Yahudi orta direğin ada sefası da budur işte. Velhasıl
Ada bizim çocukların, anaların sefası.
Elimdeki okul
çantası zor kalmasına rağmen yarı düz yarı yamuk kalabalığın arasına karışıp
bende herkes gibi vapurdan rıhtıma çıkarken babalarını, çocuklarını karşılamaya gelmiş kalabalığı yararak kiralanan Lozan Zaferi caddesinin yolunu tutup
bisikletçiden evvelki yokuşlu sokağa sapıp yokuşu tırmanmaya başladım. Benimle
beraber tırmanan orta yaşlı adam bir oflayarak, bir puflayarak benimle beraber
yol alıyor. Ne yapsın? Bu kadar para bu kadar boya mümkünü olsa idi eminim ki
aşağı sokaklarda ev tutardı. Bu sene böyle olsun gelecek sene işler iyi giderse
bu da nasip olur inşallah!...
Evimiz iyi ki
yokuşun yarısında eski tahtadan yapılmış iki katlı şirin bir ev. Kapıyı
açtığımda annem halen balyalardan çıkardığı eşya kap kacak yorgan çiltelerle
meşgul.
Geldiğimin
farkına vardı mı? Varmadı mı? Bilmiyorum,
bildiğim bir şey var ise fazla hohentas sorma zamanı değil. Eve girişinde
seramik tuvlalı uzun bir koridor, orta yan kısmında üstü demir saç kapağı ile
örtülü su kuyusu, koridor sonu mutfak ve tuvalet, mutfaktan dışarı kayısı, erik
ağaçları olan küçük güzel bir bahçe. Tahta merdivenlerden yukarı iki yatak
odası... Evde bulunan boron, eski bir iki kapılı aynalı, kapıları ha çıktı ha çıkacak,
yataklar somyeleri gıcırdıyan ve bazen sustaları fırlayan ve arada bir dolaşan tahta kuruları.
Ev eski bir Rum ailesine ait galiba. Henüz Haziranın ortası bazen sağanak
yağmurlar olduğu zaman evde ne kadar leğen tencere var ise o akşam donanır. Bütün
bunlara rağmen mühim olan muradımıza erdik biz adadayız.
Ada evlerinde
bela olan su eksikliği, ancak bizim evde kuyu bulunması büyük bir avantaj
sayılıyor, ev işleri, tuvalet için kullanılan su aynı zamanda et ve meyvaları
korumak için tabii buzdolabı (FRIJIDER). Velhasıl ada evi. Okula gidip gelmem
nihayet sona erdi artık. İshak kadar benim de hakkım var. Tatildeyim, tatilde. Henüz
karpuz kabuğu denize düşmediği için deniz sefası başlamamasına rağmen yine
haftanın bir iki günü çamlardaki Asaf güzel bir eğlence.
Sabahın erken
saatinde işe giden babamı kim görür, adam ailesinin mutluluğu ona kuvvet verip
işine daha hızla sarılıyor. Babamın güçlükten hiç mevzu açıp, şikâyetini duymamışımdır.
Annem saat ona doğru yukarı yokuşta ev tutan kız kardeşi Rozayı beklerken
dünden hazırlanan kızartma patlıcan, soğuk et (Rulo) domates, salatalık, soğan,
çatal bıçakları ve mantel (masa örtüsü) hasır çantaya yerleştirdi. Bir iki fanila
ve kazak aldıktan sonra teyzem Roza,
küçük Selma, kulakları biraz kepçe Kaleci Kemal ile birlikte hep beraber
alttaki sokaktan plaj yolunu almaya başladık. Yol eski paket taşından eğri
büğrü, etraftaki Gül ve Hanımeli kokuları ile beraber sıradaki evlerin balkon
ve pencere çıkışındaki vişne likör kavanozlarına baka, baka, ısınmaya yüz
tutmuş asfalta karşıdan ve aşağı iskeleden gelen paytonlardan sakınarak eğri
eşek ağacının altından geçtik. İsmet paşanın köşkünün kapısında heykel gibi
duran Mehmetçiğe selam durup karşıdaki plaj yolundan aşağı ver elini Assaf. Bu
yokuşun önündeki manzara Burgazada’sı ile kaşık adasını içine alıp yukarıya
doğru daima tatlı bir rüzgâr esince tablo tamamlanmış olur. Henüz adada yeni
yapı yoktur, olanlar nüfusa yetiyor, yokuşun sağ tarafında bostanda salatalık, bahçe
domates fidanlarında halen yeşil domateslerin yanında tek tük kırmızıları
seçmek mümkün. Plajın yanındaki kırmızı kiremit rengindeki tenis sahasında
beyaz şort, beyaz gömlek giymiş çift raket sallıyorlar,
Ne kadar olsa aristokrat
oyunu, acep bir gün bende bu aristokrat oyununu öğrenip oynar mıyım? Ne palavra
sıkıyorum! Futbol var iken böyle bir oyun bana ne gerek. Hava epey ısınmaya başladı, plajın kapısından geçerken içeri girip tahtalardan denize atlamak
varken biz onun önünden geçiyoruz, zaten karpuz, kavun henüz turfanda, deniz
şimdilik soğuktur. Herkes girmez. Hem de hafta ortası plaj bilet masrafına ne lüzum
var?
Karşıdaki
yerler çam iğneleri ılı dolu yoldan adımlarımız kaya kaya nihayet bizim meşhur
Asafa geldik. Etraf tahta masa ve iskemlelerle her köşede küme küme madamlar ve
çoluk, çocuk yer büyük. Şimdilik pek patırtı pek yok. Bazıları yeşil örtü
serilmiş masalarda oyun kâğıdı oynarken başlarını kaldırıp selam verip
oyunlarına devam ederken daha yaşlıları gözlük altında tığ atıp sohbet ediyor
ve yer gösteriyorlar. Nihayet yamuk, düzgün denize nazır belgesi tam eski bir
çam ağacı altındaki tahta masaya yerleştik. Artık bu yolu teptikten sonra ve file,
çantaları yere koyduktan sonra bir oh demek zamanı geldi. Tabii ki ben biran
evvel denize gidip girmek için huysuzlaşmaya başladığım anda annem haydi alın
mayolarınızı giyin ve dikkatli dikkatli girin der yünden olan mayolarımızı fileden çıkarıp verir. Patika dar küçük yokuşu bulup yosun tutmuş büyük çakıl
taşlı deniz kenarından yalpalıya yalpalıya taşları tabanlarda hissede ede nihayet
suyun soğukluğunu hissedip bütün vücut tavuk derisi gibi kabardıktan ve
ürperdikten sonra girip var dönmek yok der anneme bir bakıştan sonra ilk
kulaçlarımı atmağa başladım.
Saatlerin ve
zamanın böyle güzel bir yerde nasıl geçtiğinin farkına varılmaz. Bu kadınların
sabahın sıcak saatlerinde ellerinde yüklü çanta, file ve çocuklarla bu yolu
tepip buraya gelmeleri sebebi belli olsa gerek. Böyle bir güzel, şirin, rüzgârı,
çam ağaçlarından çıkan sihirli sesleri, nağmeler ile evlerinden getirdikleri
yorgunluğu unutuyorlar. Çocuklar denizde, kâğıt oyunu, çay, kahve, lak lak, bol
hava, evden getirilen her türlü lezzetli yemekler dolmalar, ızgaraya atılacak
köfteler, dert yok, kasavet hiç. Erkekler işlerinde mesut kadınlar burada
bahtiyar, işte bizim adanın inci parçası.
Saat biri gösteriyor,
her kadının sesi yükselip duyulmaya başlıyor. İsimler şimdilik Balattan beri
bugüne kadar duyduğum değişmeyen Yusefiko, Avramiko, Moiziko, Albertiko, Sarika,
Merika, Esterika… Çocuklar denizden yukarı, anneler yukarıdan aşağı devam eden
sesli münakaşalar ederken yavaş yavaş bizler denizden çıkıp mor dudaklar, ürpererek,
bütün vücut sivri sivri tavuk derisine dönmüş olarak havlularla bekleyen
annelerin kucaklarına varıyoruz. Tabii ki bir temiz NEGRO MAZAL sana daha evvel
çık demedim mi? Klasik sorusu sorulmadan olmaz. Bu arada ateşte ızgara olmuş
köfteler, Asaftan alınmış kızarmış patatesler, evden gelmiş patlıcan tava, yeşilbiber
dolma, temiz bir güzel bol sirkeli çoban salata, velhasıl bir dulu
evlendirebilecek masa hazır. Herkes havanın, yerin verdiği iştahla oturmuş,
hafif Burgaz’dan esen tatlı rüzgârın eşliğinde, bütün bunlar iştah ve afiyetle süpürülür.
Bu devirde pek diyete bakılmaz bizim anneler dolgun balıketidirler, bizler
tombulca olmasak hasta sayılıyoruz. Etraf artık sesiz her köşe masa boğaz
derdinde olup bağırmalar çağırmalar kaybolmuş, köşedeki pusetteki oda hakkını
istercesine ciyak ciyak bu sessizliği bozmaya bakıyor.
Bu yemek faslı
zaman alır meyveler, kahveler bitikten sonra kiralanan hasırlara çocuklar
yatırılır, iki ağaç arasına yapılan KUNA (salıncağa) ya bebek ve küçükler
yatırıldıktan ve bazıları kiralanan tahta branda bezli şezlonglara yatırılıp
üstümüz evden gelen pikelerle örtüldükten sonra kadınlar tekrar kumkam, tığ ve
yün örgülerine dönüyorlar. Saat ilerleyip rüzgâr üstümüzdeki örtüleri uçurmaya başladığı anda herkes birbirlerine haber vermişcesine her şey toplanıyor, çocuklar
uyandırılıp fileler, çantalar elde küme, küme ev yoluna koyuluyorlar.
SENELER
GEÇECEK, BU İNSANLAR YA KALACAK, YA GİDECEK. ASSAF KALIR MI? KALMAZ MI? BELİRSİZ.
KALACAK OLAN BU ÇAMLAR, BU RÜZGARLAR, OYNAYAN ÇOCUKLAR, UYUYAN BEBEKLER, BURAYA
HASRET KALIP SORUP, GELİP, GÖRECEKLER Mİ?
BU TABLOYU ÇİZİP,
RESMEDEN RESSAMLAR TEKRAR GELİP BU TABLOYU ÇİZECEKLER Mİ?
Ada hayatı Haziran
ayının başında başlayıp Ekim ayının yirmi dokuzuna kadar devam eder. Benim
yaştakiler için ilk ve son on beş gün zor günler olsa da aradaki tatlı yaz
hayatı bu günleri unutturur. Bazen Haziran ayı baştan sonuna kadar soğuk ve yağışlı
geçebilir, bu durum eski ve bakımsız yokuş yukarı ki tahta evlerde gayet iyi
hissedilir. Evin içine yağmur sularının sızması, tahta pencerelerden soğuk rüzgârın
ıslıkla girmesi, ne yapılır, gülü seven dikenine katlanır deyip oflayarak pohlayarak
bu günler geçirilir. Adanın bu hoş olmayan olaylar yanında hoş, gülünç
tarafları yok değildir. Bunların başında sabahın erken saatlerinde erkeklerin
vapura yetişmek için acele ile yokuştan apar topar düşmemek için zor inerken
kravat ve pantolonunu düzeltenler, taranıp süslenmeğe gayret edenler, iskeleye
gelip te bilet almayıp kapanan demir parmaklı kapının üstünden tırmanıp iki
metre açılmış vapura kaplan gibi atılanlar, acelesi olmayıp veya vapuru
kaçıranların galeta fırınından börek boğaça alıp Parlak Mehmet’in kahvesi
önünde yeni demlenmiş büyük boy çaylarını yudumlayanları seyretmek adanın bu
saatlerinin özelikleri görülmeğe değiyor.
Benim için artık
ada tatil hayatı başlamıştır. Artık erken kalkıp vapura yetişmek olmadığından
biraz daha uyuyabilirim. Uyandığım saatte annem ev işleri ile meşgul iken
etrafın sessizliği, göğün maviliği, etrafı sararken havada tatlı gül hanımeli
koku karışımı hissediliyor. Peki, bu günkü programım ne? Nasıl vaktimi geçireceğim?
Henüz fazla tanıdığım arkadaş yok. Adada pek fazla program yapılmaz. Ya pazara
inip annemin istediği ekmek ve buna benzer küçük alışveriş veya rıhtıma inip
program yapmak veya annemle Asafa. Bugünkü programım annemden alabildiğim biraz
para ile olta satın alıp balık avlamak.
Çarşıdaki kitapçı
yaz aylarında olta satar, hazır olta pahalı olduğundan 5 metrelik misine onun
yanında kurşun ve küçük siyah balık iğnesi satın aldıktan sonra büyük bir heyecanla
rıhtıma gidiyor ve benim gibi rıhtıma gelip balık tutmakta olan bir akranıma
yanaşıp bana olta için yardımını istiyorum. Akranım büyük bir heyecanla
parçaları alıp iğne ve kurşunu bağladıktan sonra ben de etrafta gezinip
balıkçılardan kalan küçük bir mantar parçası bulup misineyi sarıp al sana ucuzdan
olta deyip yem aramaya başladım. Yem bulmak bazen mesele fırının yanındaki ve
yukarı galeta fırını karşısındaki balıkçılar eğer iş yapmışlarsa balık
artıkları alınır. Yok, daha oralarda bir şey yoksa veya başkaları aldılarsa
rıhtımdaki merdivenlerden bel altına kadar kendimi sarkıtıp orada burada kalmış
siyah midye koparmak veya balıktan vazgeçenden artık balık ve midye bulup işe
koyulmak.
Bütün mesele
birinci balığı yakalamak, ondan sonraki yem meselesi kolay, yakalanan balığı
Jop tıraş bıçağı ile fileto yapıp küçük parçalara ayırıp oltaya koymak kalır.
Hava epey
ısındı, eşşek arıları etrafta vızır, vızır uçuşur iken arada üç tane cırcır,
bir lapin yakaladım. Buram buram terlemeye başladığımı hissediyorum. Balıklar
çiroz olmadan ipe geçirip oltayı topladıktan sonra annemi fazla kızdırmamak
niyeti ile büyük bir gururla balıkları sallıya sallıya evin yolunu tutuyorum. Bizim
Heybeli’nin özeliklerinden bir tanesi akşamüstüleri rıhtımda (DEBARKADER) hissedilir.
Saat beşe doğru artık güneş adanın arkasına gitmiştir. Rıhtım bütün günün
sıcaklığını kaldırmış bizim madamlar Mehmet’in kahvesinin tahta masaları üstüne
atılmış kareli örtülerle örtülmüş ve bazısı kırık bazısı tamir görmüş iskemlelerde
oturmuş kimi kızının çeyizi için sürfile atmakla diğeri ailede yeni doğacak
torunu için kışa hazırlık yumuşak yünden elbise ve patik örerken hep beraber
tatlı sohbete dalar. Milletin dedikodusunu yaparlarken arada bir gözlük
üstünden bir aşağı bir yukarı tur atmakla meşgul milleti süzüyor ve mevzuya
onları da katıyorlar. Biz çocuklar tur atanların aralarından koşup onları
rahatsız etmekle meşgulüz.
Yaşımın küçük
olmasına rağmen bu adanın güzelliğine hayranım, belki diğer adalar da güzel
olabilirler ancak küçük yaştan beri gördüğüm, yaşadığım tek ada şimdilik bizim
Heybeli. Şimdiye kadar fırsat olmadı ki diğer adalara gidip gezineyim, göreyim
karşılaştırayım. Fakat tahminim beni yanıltmıyorsa Heybeli gibisi yok. Adayı
böyle yapan yalnız tabiat güzellikleri değil milletin hoşluğu, alçak gönüllülüğü,
maddi bakımdan herkes birbirine çok yakın (orta direk), aynı mahallede Rumlar, Türkler,
Yahudiler birbirleri ile dost ahbap, birbirlerini incitmeden, sövmeden, sevgi
ve saygı içinde bu güzel üç dört ayı paylaşıyorlar. Neden olmasın? Bu güzelliği
bozmak kimin haddine? Kimin hayrına?
Bizim Heybeli’de
küçük iki odalı yazlık sinemanın karşısında küçük bir karakol vardır. Bekçisi,
polisi adalı ve yazlıkçılar ile alışverişleri pek olmadığı gibi, polislerle
yazlıkçılar arası bazen o kadar yakın ki beraber tavla atıp okey oynadıkları
olur. Biz çocuklar, polis ve bekçiyi sayar, korkmayız. Polis ve karakolun
işleri ancak Pazar sabahı adaya günü birliğine gelenlerden bir kısmının bu
ahenge uymayıp etrafı rahatsız edenleri iledir.
Bu adanın
ikinci meselesi uzun senelerden beri Bahriye ve Deniz subay okulu. Biz çocuklar
için hiç te bir mesele değildir. Tam aksine okul talebeleri ve subayların beyaz
üniforma ve sırmalı kasketleri, düzgün yürüyüşleri, Cumartesi bando mızıka ile
çıkış törenleri. Bizim madamlar ne bu elbiselere ne de bu törenlere kulak
asarlar, zira onların genç kızları vardır ve bu çok mühimdir.
Bu zamanlarda
çocuk parkındaki üç büyük tekerlekli bordo, beyaz, kırmızı bisikletlerle
dolaşan çocuklara gıpta etmiyor değilim. Belki ileriki senelerde babam zevke
gelir bana alır da, bende Atatürk heykeli etrafında dolanırım. Adanın sefası bu
şekilde devam eder giderken Eylül ayı kapıya dayanınca okulların açılıp
gidilmesi gerektiği havaların bozması ile belli olmaya başlıyor.
Daha evvelden
dediğim gibi adalar daha çok çocuklar ve anneler içindir. Eylül’ün on ikisi
artık okulların açılmasına üç gün kaldı hava soğuk, rüzgârlı ve gök kapalı
bizim debarkaderde göçler birikmeye başladı. Emanetçi David artık iş değiştirip
hamalların arkasından koşup orlon perlon kovalarını gelecek sene için depoya
kaldırdı. Buz dolapları, merdaneli, merdanesiz çamaşır makineleri, denkler,
balyalar rıhtımda küme, küme gelecek mavnaları beklerken artık bizim madamlar
Mehmet’in kahvesinde cam arkasına oturup gelecek sene hangi evi tutacakları hakkında
hem konuşur hem de sürfile ve yün örgülerine devam ediyorlar.
Pazarda artık
birkaç manav, bakkal açık... Millet azaldığı için etrafta sessizlik var. Eşşekçiler
çoktan eşşeklerini kum taşımaya koydular, arabaların çanları duyulmaz oldu, yağmurla
birlikte ıslanan yollardan keskin at, eşşek çiş, boklarının hoş olmayan
kokuları etrafa saçılıyor, yani kısacası paralar bitti yapı paydos. Ta gelecek
yaza kadar.
Şimdi düşünce
gelecek sene hangi ev alınacağıdır. Yokuş yukarı evler az gelirli esnaf için
idealdir. Hem daha ucuz hem daha havadar evler eski olsa bile üç ay idare
olunur satın almayacağız ya.
Daha aşağı
yerler, Lozan Zaferi caddesi iyi geçinen orta ve iyi esnaf içindir.
Hemen hemen
buralardaki evler ya milletin kendi malıdır, ya da kirayla alanlar her sene
aynı müdavimleridir.
Sinagogun
etrafındaki sokaklar yine orta direğindir, buradaki evlerin ekserisi tahta veya
yarı kâgir, bir katlı iç içe, komşuluk sevenler için idealdir. Buradaki
komşuluk şekli eski Balat Yahudi topluluğunu hatırlatır. Şabat (Cumartesi günü)
buralarda görüldüğü gibi Cuma akşamları sokaktan geçerken noçe Şabat (Cuma
akşamı) lamparaları ve Cuma akşamı masalarını dışarıdan geçerken görmek mümkün.
Boşuna
dememişler Heybeli Yahudi adası. Cuma akşamları, Cumartesi sabahları işe inmeyen
babalar çocukları ile birlikte Sinagogu doldurup Şabat havasını hissettirirler.
İspanyolca lisanı gayet bariz olarak duyulur ve konuşulur. Kaşer et için kasap
olduğu gibi Kuledibinden, Şişliden de tedarik edilir. Eğer bayramlar Eylül’ün
ortasına düştü ise, havanın yağmurlu ve serin olmasına rağmen Sinagogda bayramı
kutlamak ve açık kalabilmesi için bir kısım aileler, çocuklar büyük ise kalıp
Roş Aşanayı adada yaparlar. Biz adadaki ilk senemizi biraz maceralı bitirdik. Ev
biraz orta yokuşta, tahta, eski yıpranmış, damı delik deşik, yağmurlarda etrafı
payla ve leğenlerle odaları donattık. İkincisi bizim küçük Selma’nın kuyuya
düşmesi.
Adanın bu eski
evlerinin iyi tarafları yok değil, adada su meselesi çok konuşulan ve dikkat
edilen bir problem, ev kiralanırken su getiren sakalar hakkında bilgi alındığı
gibi evde kuyu veya su deposu var mı? (sisterna). Bunlardan hiçbirisi yoksa o ev altından ise
bile alınmaz. Bizim evde giriş holünün ortasında su kuyusu var. Her zaman üstü
saçkapağı ve üstünde büyük bir taşla örtülüdür. Kuyu suyu ev işlerinde ve tuvalet
için kullanıldığı gibi kuyunun serinliği frijider olarak ta kullanılır. Et, süt,
meyve, kavun karpuz aşlamaya atılır, su kovasından başka bir de yuvarlak bir
demir çemberde birkaç kanca.
Bizim kuyuda hiçbir zaman su eksik değil. Ağustos ayının ortasında
bir sabah Roza teyzem Kemal ve Selma ile yokuş aşağı Çınar Mahallesindeki
evlerinden bizlere sabah kahvaltısına geldiler. Annem, teyzem, ben ve Kemal
arkadaki küçük bahçede kahvaltıya hazırlık yaparken bizim küçük Selma kapağı
açık kalan kuyuya varıp etrafında oynarken kendini kuyunun dibinde buldu. İyi ki
et, karpuz aşlama kancaları aşağıda idi ki itfaiye gelinceye kadar kendini ona tutturdu.
İtfaiyeci gelip onu oradan çıkardı. Meğer bizim itfaiyeciler yalnız voleybol
oynamayıp orman yangınlarını söndürdükleri gibi insanda kurtarıyorlar.
Bizim ada
inişimiz herkes gibi balyalar, hamallar emanetçi David buzdolabı, çamaşır makinesi
vesaire. Bugün yine yağmur yağıyor, annem ele alınacakları aldıktan ve bizleri
önüne koyduktan sonra kapıyı uzun demir anahtarla kapadıktan sonra arkasına
bakıp PARKADA ANYO KEMOSE AYEĞE (İNŞALLAH HER SENE VARIRIZ) deyip ve hep birlikte
yokuştan aşağı yürümeye başladık.
Rıhtımda sessizlik,
yağmur çiseliyor. Boş kahvehanelere baka baka iskeledeki gişeden tekmili birden
Adalar, Kadıköy, Haydarpaşa vapuru için bilet alıp iskelenin yan kısmında
beklemekte olan vapura girip bu senenin yaz mevsimini kapıyoruz. Bu düzen, bu
ahenk, bu hengâme seneler birbirini takip ettikçe adada adalı olduk, her sene
değişik yerlerde değişik evler, yataklar, odalar. İnsanlarda değişen yalnız
yaşlar, yeni doğan bebekler, farkına varmadığım göç eden, ölen ihtiyarlar, anneler,
babalar, büyük anne ve babalar, aynı veya değişik kahvelerde oturup geçen senelerin alışılagelmiş tekrarlanan davranışlar.
Artık çocuk
parkı, Atatürk heykeli, bayrak direği, sahne ortadan kayboldu. Birkaç tane daha
lokanta bahçesi ve kahveler yerini alırken rıhtım beton parmaklıkla donandı. Akşamüstüleri, büyüyen bizler herkesle beraber bir aşağı bir yukarı tur atıp lak
lak atıp Amerikan cins pantolon ve önde paralı laufer mokasen, briyantinli
saçlarla dolanırken kahvelerde tığ atan, örgü ören hanımların, tavlada zar atan
büyüklerin lafı olmağa başladığımız bu zamanlarda artık bizim de kız
arkadaşlarımıza çay, gazoz, limonata ısmarlamaya başladığımız bir Muhsin’in
kahvesi var. Burası sezonun başından son yağmurlu günlere kadar bizlere mekânlık
yapıyor.
Emminin
yukarısında arkadaşlar toplanıp pikapla dans partilerinde Pepino di Kapri, Pol Anka,
Beatles, Şarl Aznavur, Erol Büyükburç’un çoktan modası geçip kaybolan kırkbeşliklerin
yerine long play ile dans edip eğleniyoruz. Henüz evde bizim pikabımız yok
durum halen buna müsait değil galiba bu olay hali hazırda lüx sayılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder