3 Mart 2014 Pazartesi

19-Futbol oynarken yaz geldi

 Bar-Mitzva töreni biter, hayat yine aynı çizgiye kayar. Her ne kadar ergin erkek camiasına girmiş sayılıyorsam da halen çocukluk, ergenlik çabalaması devam ediyor. İnat biri bin para, kendini beğenmek, karşındakini beğenmemek, kızıp bağırmak ve futbol.

Futbol Kurtuluştaki hayatımın büyük bir kısmını kaplıyor. Evimin önündeki bir tarafı hafif yokuşu olan arsada yapılardan alınan kireç tozu ile çizilmiş sahada mahalle çocuk formalı takımların maçlarını seyreder dururken bir ara aklıma parlak fikir geldi. Peki, benim de niçin formalı bir futbol takımım olmasın. Bende bütün hazırlıkları tamamlayıp neden herkes gibi sahaya çıkıp sağ ol sağ ol deyip bu ahenge uymayayım der ve işe koyulurum.

Mahallede futbolu iyi bilen Savaş, Orhan, Yakar, Erdinç, Kemal, Mehmet, Kirkoru ayarlayıp evden birer beyaz fanila ve jimnastikte giydiğimiz siyah şortlar ve lastik ayakkabılarını getirmelerini tembihledikten sonra getirilen fanilaları annemin rızası ve kabulü ile büyük saç kazandaki suya kırmızı Viktorya boyası karıştırıp kaynamaya kondu. İçimdeki heyecan ve isteğin sınırı yok gibi, benim de bir antrenörümün olacağı futbol takımım olacak. Artık formalar, şortlar hazır buna takımın ismi, arması, deriden futbol topu lazım. Her birimiz lüzumlu parayı anasından, niyet satışından, büyük anne veya babasından tedarik edip bana teslim ettikten sonra ben takımın antrenörü olarak okul çıkışında Şişhanedeki altıncı dairedeki Havaspordan Sarı kırmızı s-s SİNEM SPOR armalarını yaptırmaya verip ertesi gün okul çıkışında Yüksek Kaldırım inişinde duvar dibinde futbol topu yapan ve tamir eden Mehmet ustadan eski deriden tamir görmüş şambrelli futbol topunu alıp yanına domuz yağını da aldıktan sonra doğru yokuş yukarı ver elini yetmiş numaralı Kurtuluş otobüsü.
Heyecandan uçuyorum, kimin umurunda dersler, defterler, kitaplar. Gözümde yalnız kireçle çizilmiş yamuk saha, sarı kırmızı forma giymiş büyük SİNEM SPOR TAKIMI sahanın ortasına çıkmış SAĞOL, SAĞOL bütün kuvvetle inanarak bağırıyor.

Bu büyük heves ve heyecan daha sonraları Türk, Ermeni mahalle arkadaşlarımla yine Yüksekkaldırımdan satın aldığım eski kramponlu, her maçta taban altlarımda çivileri hissede ede yağmurda, karda, çamurda, soğukta Feriköy sahası, Teknik Üniversite su ile dolu sahası, Tepebaşındaki tepe sahası, Leventteki çimli sahada top koşturup solu kuvvetli bizim SEVİ unvanına varabildim.


 Kurtuluşa gelmemiz ile beraber babamın işlerinin ilerlemesi,  mali durumumuzun iyiye gitmesi ile birkaç yıl evvelinde gıpta edip çok arzu ettiğimiz yazın adaya gitmek düşüncesi gerçekleşti. Artık her sene değilse bile ekseri yazlar adada ev kiralayıp yazın başında adaya göç gerçekleşecek. Bu göç sevilen, arzu edilen istenen göç. Yanlış dememişler Yahudi’nin hayatı göçebedir.

Göç günü geldi, çattı. Sabahın kör saatinde kapı zili çalınıp bizim emanetçi Davit kalın cırtlak sesi ile anneme (Madam Raşel los hammales estan abaşo) der ve hepimizi yataklardan dışarı attırır. Evde bir karışıklık başlar. Mutfak takımları, frijider, yatak çilteleri, elbiseler, Mielle merdaneli çamaşır makinesi, kırılacak eşya, çamaşırlar, yani velhasıl bütün ev ayakta, ipler branda bezleri haydi balyalar. Bizde, biri işine ve okula… Akşam köprü iskelesi ve Heybeli... Annem bütün hamallar ve emanetçi David hazırladıkları bütün göçü evden çıkarıp kamyona yükleyip gittikten sonra tekrar etrafı toparlayıp bütün mobilyayı beyaz eski çarşaflarla örtüp son temizliği bitirdikten sonra ön ve arka pencerelerin trençkot güneşlikleri çekip mezuzayı öpüp kapıyı kapatır. Doğru Sinemköydeki dolmuş durağına on bir ada vapuruna yol alır. Onu adada bir bu kadar iş bekliyor kolay değil göç değil mi? Nasıl olsa alıştı, alıştık. Göç, göç ama bu başka bir göç.

Bütün bu patırtı Haziranın daha başı, İshak’ın okulunun yaz tatiline halen bir hafta kaldı, zaten bu hafta pek derse merse bakılmaz denir ve artık tatil ilan edilir, ben de her gün sabah yedi, akşam beş buçuk vapuru git gel. Ne yapalım, YUSEF YA EZ GRANDE.

Adalar İstanbul’un mavi lacivert sularına serpilmiş emsali az rastlanan, tabiatın insanlara verdiği nadir hediyelerden bir tanesi. Mavi lacivert deniz yamaçlarına kadar inen asırlık çamların arasında beyaza, kahverengine boyanmış kırmızı bordo kiremitli kâgir tek katlı, iki katlı, üç katlı evler, konaklar,  villalar, kuleli eski köşkler yalılar bu adaların özel hoş tablosunu çizerler.
Ada vapuru Eminönü vapur iskelesinden çıkıp istimini Sarayburnu’na gelmeden atıktan sonra burada kıvırıp Kadıköy'e yönlenirken sanki adalardan gelen tatlı rüzgâr boğazdan gelenle karışıp ortaya anlatılması zor olan bir esinti peyda eder, vapurun aşağı ön yan açık kısmında oturuyorum, sıcak yaz gününe rastladım. İnsana hemen hafif bir rehavet çöküyor. Yol boyu yalnız değilsin, beyaz gri martılar bana ve vapura arkadaşlık ederken bazı zaman yunuslar vapurla yarışa çıkıyor, yol gösterir oluyorlar.

Artık yaşım müsait, eğer vapur ve tramvay bilet paralarından bir şeyler kaldı ise köprüden aldığım akşam çıtır gevrek simidi ile birlikte geçen çaycıdan tavşankanı bir bardak çay alıp simitle bir yudum çay bir parça simit ısırır karşıdaki manzaraya dalar hülyalarla adaya giderim. 
Vapur düdüğünü çalmadan Kınalıadanın küçük şirin iskelesine halat atıp iskele alırken ekserisi Ermeni azınlık olan adalılar iner. Kınalının resmini hafızama resimlerken inenler aheste, aheste ceketlerini koluna almış, beyaz kolalı yakasının düğmesini açmış, kravatlarını hafif gevşetmiş olarak biletçiye sağ ellerindeki karton dört köşe vapur biletlerini uzatıyor. Hafiften esen sıcak hafif rüzgârla havalanan saçlarını tuta tuta iskeleyi terk eden milletin halen acelesi yok. Zaten buna ne hacet, kim onları kovalıyor? Ada onların değil mi? Her gün aynı insanlar, aynı simalar aynı yol almalar. Ada hayatı yavaş oynatılan filim gibi hiç bir şey kaçmıyor.

Vapur yükünü boşalttıktan sonra halat alıp iskele çektikten sonra yine buradaki sessizliği bozmak için olacak kaptan düdük çalmadan Burgaz’a doğru rota aldı. Bu saate vapurun bu yan tarafına vuran güneş gözleri pek rahatsız etmez ancak biraz kamaştırıp suları pırıl pırıl pırıldatıp vapurun suları yarıp çıkardığı beyaz köpüklere karışır. Vapurun hızının aniden yavaşladığını hissettim,  kısma baktığımda yaklaştığımız Burgaz ada iskelesine bizden evvel yanaşmakta olan Heybeli’den gelen tekmil adalar yapan Suvat vapuru iskeleye yanaştı. Bizim vapur Burgaz’ın karşısında durur oldu.
Bekliyoruz. Ne fark eder biraz geç biraz erken ada orada duruyor, kaçmıyor ya? Zaten bu bekleyiş çaycıya, tarakçıya, yasemin satan Yorga’ya yarayıp birkaç çay, birkaç tarak, bir iki yasemin demeti satabilseler akşama evlerine daha neşeli dönecekler zannediyorum.
Burgaz adalardan ikincisi olup karşısında küçücük, yemyeşil, sanki Burgaz’daki milletin çaylarını karıştırmak isteyen kaşığa benzer, kime ait olduğu daima rivayet olan Kaşık adası, ön tarafında yalılar, beyaz kırmızı damlı evler, küçük, kısa Debarkaderi. Burgaz adasının ahalisi karışık mezheplerden oluşur. Bu adada İspanyolca, Rumca, Fransızca, İngilizce ve Türkçe lisanları birbirleri ile yarış yaparcasına konuşulur. Vapur çıkışı ve girişinde bu lisan çorbası hissedilir de hissedilir. Sözün kısası bu adada isimlerini az bildiğimiz, az duyduğumuz kitle yaşar. Madamlarda kaplin şapkalar, gençlerde koltuk altında tenis raketleri, müsyülerde Alpaka lacivert kostümler ve koltuk altında Cumhuriyet gazetesi. LOZ MIJORES DE MOZOTROS

Burgaz iskelesindeki Suvat bir iki düdük işittirdikten sonra iskeleden ayrıldı, bekleyen bizlere 50 metre teğet geçerken bir düdükle arkadaşı olan bizim kaptanı selamladıktan sonra Kınalının rotasını alıp uzaklaşırken bizim kaptan fora verip Burgaz’a yönlendi. Vapur iskeleye yanaşıp halat verip iskele alırken karşıdaki evlerin, yalıların pencere camlarından yansıyan güneşin akşamüstü ışınları bir yangının alev cümbüşünü peydahlıyor. Bu saatte bu manzarayı görmek hissetmek büyük bir olay…

Oturduğum vapurun sağ yan tarafındaki insanlardan şimdiye dek kimse kalkmadı. Herkes halen oturmaya devam ediyor. Burada ne Kaplin ne de Alpaka kostüm görülür. Ceket elde kıvrılmış, kravatsız, yaka açık, orta yaşlı kırlaşmış seyrek saçları rüzgârda uçan orta direk insanları. Oturdukları tahta sıraların altında filelerin içinde açık kahverengi kalın kâğıt veya gazete kese kağıdında Eminönü'nden alınan meyve ve yanında bir iki karpuz.

Adada bu üç ay manavlar fırsat bulup mallarını bir bu kadar fiyat yaparlar, ne kadar tasarruf edilebilirse kardır, zira adada ev kiralamakla iş bitmiyor, plaj parası, Asaf parası, kahvedeki çay parası, mısır parası, tost parası, takunya parası, arada bir Pazar sabahı plaja araba keyfi parası, plajdan sonra David emanetçiden orlon, perlon, safa parası.  Velhasıl para, para, para sefası.

En nihayet bizim vapur iskeleye hafif bir darbe vurup, halat bağlayıp iskeleleri aldı. Bizim adalılar sabırsız insanlardır.  Nasıl da olmasınlar, saat artık yediye geliyor. Adanın sefasını ne zaman alacak? Zaten bütün günün yorgunluğu üstünde, eve çıkıp su bulup bir duş alabilirse yemek yiyip üstüne bir rehavet çökecek, radyodan hafif Türk müziğini dinlemeye kalktığı takdirde koltuk veya sofada uykuya kalacak. Zaten yarın sabah saat altı vapuruna kalkması lazım. İşte bizim Yahudi orta direğin ada sefası da budur işte. Velhasıl Ada bizim çocukların, anaların sefası.

Elimdeki okul çantası zor kalmasına rağmen yarı düz yarı yamuk kalabalığın arasına karışıp bende herkes gibi vapurdan rıhtıma çıkarken babalarını, çocuklarını karşılamaya gelmiş kalabalığı yararak kiralanan Lozan Zaferi caddesinin yolunu tutup bisikletçiden evvelki yokuşlu sokağa sapıp yokuşu tırmanmaya başladım. Benimle beraber tırmanan orta yaşlı adam bir oflayarak, bir puflayarak benimle beraber yol alıyor. Ne yapsın? Bu kadar para bu kadar boya mümkünü olsa idi eminim ki aşağı sokaklarda ev tutardı. Bu sene böyle olsun gelecek sene işler iyi giderse bu da nasip olur inşallah!...
Evimiz iyi ki yokuşun yarısında eski tahtadan yapılmış iki katlı şirin bir ev. Kapıyı açtığımda annem halen balyalardan çıkardığı eşya kap kacak yorgan çiltelerle meşgul.

Geldiğimin farkına vardı mı? Varmadı mı?  Bilmiyorum, bildiğim bir şey var ise fazla hohentas sorma zamanı değil. Eve girişinde seramik tuvlalı uzun bir koridor, orta yan kısmında üstü demir saç kapağı ile örtülü su kuyusu, koridor sonu mutfak ve tuvalet, mutfaktan dışarı kayısı, erik ağaçları olan küçük güzel bir bahçe. Tahta merdivenlerden yukarı iki yatak odası... Evde bulunan boron, eski bir iki kapılı aynalı, kapıları ha çıktı ha çıkacak, yataklar somyeleri gıcırdıyan ve bazen sustaları fırlayan ve arada bir dolaşan tahta kuruları. Ev eski bir Rum ailesine ait galiba. Henüz Haziranın ortası bazen sağanak yağmurlar olduğu zaman evde ne kadar leğen tencere var ise o akşam donanır. Bütün bunlara rağmen mühim olan muradımıza erdik biz adadayız.

Ada evlerinde bela olan su eksikliği, ancak bizim evde kuyu bulunması büyük bir avantaj sayılıyor, ev işleri, tuvalet için kullanılan su aynı zamanda et ve meyvaları korumak için tabii buzdolabı (FRIJIDER). Velhasıl ada evi. Okula gidip gelmem nihayet sona erdi artık. İshak kadar benim de hakkım var. Tatildeyim, tatilde. Henüz karpuz kabuğu denize düşmediği için deniz sefası başlamamasına rağmen yine haftanın bir iki günü çamlardaki Asaf güzel bir eğlence.

Sabahın erken saatinde işe giden babamı kim görür, adam ailesinin mutluluğu ona kuvvet verip işine daha hızla sarılıyor. Babamın güçlükten hiç mevzu açıp, şikâyetini duymamışımdır. Annem saat ona doğru yukarı yokuşta ev tutan kız kardeşi Rozayı beklerken dünden hazırlanan kızartma patlıcan, soğuk et (Rulo) domates, salatalık, soğan, çatal bıçakları ve mantel (masa örtüsü) hasır çantaya yerleştirdi. Bir iki fanila ve kazak aldıktan sonra teyzem Roza,  küçük Selma, kulakları biraz kepçe Kaleci Kemal ile birlikte hep beraber alttaki sokaktan plaj yolunu almaya başladık. Yol eski paket taşından eğri büğrü, etraftaki Gül ve Hanımeli kokuları ile beraber sıradaki evlerin balkon ve pencere çıkışındaki vişne likör kavanozlarına baka, baka, ısınmaya yüz tutmuş asfalta karşıdan ve aşağı iskeleden gelen paytonlardan sakınarak eğri eşek ağacının altından geçtik. İsmet paşanın köşkünün kapısında heykel gibi duran Mehmetçiğe selam durup karşıdaki plaj yolundan aşağı ver elini Assaf. Bu yokuşun önündeki manzara Burgazada’sı ile kaşık adasını içine alıp yukarıya doğru daima tatlı bir rüzgâr esince tablo tamamlanmış olur. Henüz adada yeni yapı yoktur, olanlar nüfusa yetiyor, yokuşun sağ tarafında bostanda salatalık, bahçe domates fidanlarında halen yeşil domateslerin yanında tek tük kırmızıları seçmek mümkün. Plajın yanındaki kırmızı kiremit rengindeki tenis sahasında beyaz şort, beyaz gömlek giymiş çift raket sallıyorlar,

Ne kadar olsa aristokrat oyunu, acep bir gün bende bu aristokrat oyununu öğrenip oynar mıyım? Ne palavra sıkıyorum! Futbol var iken böyle bir oyun bana ne gerek. Hava epey ısınmaya başladı, plajın kapısından geçerken içeri girip tahtalardan denize atlamak varken biz onun önünden geçiyoruz, zaten karpuz, kavun henüz turfanda, deniz şimdilik soğuktur. Herkes girmez. Hem de hafta ortası plaj bilet masrafına ne lüzum var?

Karşıdaki yerler çam iğneleri ılı dolu yoldan adımlarımız kaya kaya nihayet bizim meşhur Asafa geldik. Etraf tahta masa ve iskemlelerle her köşede küme küme madamlar ve çoluk, çocuk yer büyük. Şimdilik pek patırtı pek yok. Bazıları yeşil örtü serilmiş masalarda oyun kâğıdı oynarken başlarını kaldırıp selam verip oyunlarına devam ederken daha yaşlıları gözlük altında tığ atıp sohbet ediyor ve yer gösteriyorlar. Nihayet yamuk, düzgün denize nazır belgesi tam eski bir çam ağacı altındaki tahta masaya yerleştik. Artık bu yolu teptikten sonra ve file, çantaları yere koyduktan sonra bir oh demek zamanı geldi. Tabii ki ben biran evvel denize gidip girmek için huysuzlaşmaya başladığım anda annem haydi alın mayolarınızı giyin ve dikkatli dikkatli girin der yünden olan mayolarımızı fileden çıkarıp verir. Patika dar küçük yokuşu bulup yosun tutmuş büyük çakıl taşlı deniz kenarından yalpalıya yalpalıya taşları tabanlarda hissede ede nihayet suyun soğukluğunu hissedip bütün vücut tavuk derisi gibi kabardıktan ve ürperdikten sonra girip var dönmek yok der anneme bir bakıştan sonra ilk kulaçlarımı atmağa başladım.

Saatlerin ve zamanın böyle güzel bir yerde nasıl geçtiğinin farkına varılmaz. Bu kadınların sabahın sıcak saatlerinde ellerinde yüklü çanta, file ve çocuklarla bu yolu tepip buraya gelmeleri sebebi belli olsa gerek. Böyle bir güzel, şirin, rüzgârı, çam ağaçlarından çıkan sihirli sesleri, nağmeler ile evlerinden getirdikleri yorgunluğu unutuyorlar. Çocuklar denizde, kâğıt oyunu, çay, kahve, lak lak, bol hava, evden getirilen her türlü lezzetli yemekler dolmalar, ızgaraya atılacak köfteler, dert yok, kasavet hiç. Erkekler işlerinde mesut kadınlar burada bahtiyar, işte bizim adanın inci parçası.
Saat biri gösteriyor, her kadının sesi yükselip duyulmaya başlıyor. İsimler şimdilik Balattan beri bugüne kadar duyduğum değişmeyen Yusefiko, Avramiko, Moiziko, Albertiko, Sarika, Merika, Esterika… Çocuklar denizden yukarı, anneler yukarıdan aşağı devam eden sesli münakaşalar ederken yavaş yavaş bizler denizden çıkıp mor dudaklar, ürpererek, bütün vücut sivri sivri tavuk derisine dönmüş olarak havlularla bekleyen annelerin kucaklarına varıyoruz. Tabii ki bir temiz NEGRO MAZAL sana daha evvel çık demedim mi? Klasik sorusu sorulmadan olmaz. Bu arada ateşte ızgara olmuş köfteler, Asaftan alınmış kızarmış patatesler, evden gelmiş patlıcan tava, yeşilbiber dolma, temiz bir güzel bol sirkeli çoban salata, velhasıl bir dulu evlendirebilecek masa hazır. Herkes havanın, yerin verdiği iştahla oturmuş, hafif Burgaz’dan esen tatlı rüzgârın eşliğinde, bütün bunlar iştah ve afiyetle süpürülür. Bu devirde pek diyete bakılmaz bizim anneler dolgun balıketidirler, bizler tombulca olmasak hasta sayılıyoruz. Etraf artık sesiz her köşe masa boğaz derdinde olup bağırmalar çağırmalar kaybolmuş, köşedeki pusetteki oda hakkını istercesine ciyak ciyak bu sessizliği bozmaya bakıyor.

Bu yemek faslı zaman alır meyveler, kahveler bitikten sonra kiralanan hasırlara çocuklar yatırılır, iki ağaç arasına yapılan KUNA (salıncağa) ya bebek ve küçükler yatırıldıktan ve bazıları kiralanan tahta branda bezli şezlonglara yatırılıp üstümüz evden gelen pikelerle örtüldükten sonra kadınlar tekrar kumkam, tığ ve yün örgülerine dönüyorlar. Saat ilerleyip rüzgâr üstümüzdeki örtüleri uçurmaya başladığı anda herkes birbirlerine haber vermişcesine her şey toplanıyor, çocuklar uyandırılıp fileler, çantalar elde küme, küme ev yoluna koyuluyorlar.    
 
SENELER GEÇECEK, BU İNSANLAR YA KALACAK, YA GİDECEK. ASSAF KALIR MI? KALMAZ MI? BELİRSİZ. KALACAK OLAN BU ÇAMLAR, BU RÜZGARLAROYNAYAN ÇOCUKLAR, UYUYAN BEBEKLER, BURAYA HASRET KALIP SORUP, GELİP, GÖRECEKLER Mİ?
BU TABLOYU ÇİZİP, RESMEDEN RESSAMLAR TEKRAR GELİP BU TABLOYU ÇİZECEKLER Mİ?

Ada hayatı Haziran ayının başında başlayıp Ekim ayının yirmi dokuzuna kadar devam eder. Benim yaştakiler için ilk ve son on beş gün zor günler olsa da aradaki tatlı yaz hayatı bu günleri unutturur. Bazen Haziran ayı baştan sonuna kadar soğuk ve yağışlı geçebilir, bu durum eski ve bakımsız yokuş yukarı ki tahta evlerde gayet iyi hissedilir. Evin içine yağmur sularının sızması, tahta pencerelerden soğuk rüzgârın ıslıkla girmesi, ne yapılır, gülü seven dikenine katlanır deyip oflayarak pohlayarak bu günler geçirilir. Adanın bu hoş olmayan olaylar yanında hoş, gülünç tarafları yok değildir. Bunların başında sabahın erken saatlerinde erkeklerin vapura yetişmek için acele ile yokuştan apar topar düşmemek için zor inerken kravat ve pantolonunu düzeltenler, taranıp süslenmeğe gayret edenler, iskeleye gelip te bilet almayıp kapanan demir parmaklı kapının üstünden tırmanıp iki metre açılmış vapura kaplan gibi atılanlar, acelesi olmayıp veya vapuru kaçıranların galeta fırınından börek boğaça alıp Parlak Mehmet’in kahvesi önünde yeni demlenmiş büyük boy çaylarını yudumlayanları seyretmek adanın bu saatlerinin özelikleri görülmeğe değiyor.

Benim için artık ada tatil hayatı başlamıştır. Artık erken kalkıp vapura yetişmek olmadığından biraz daha uyuyabilirim. Uyandığım saatte annem ev işleri ile meşgul iken etrafın sessizliği, göğün maviliği, etrafı sararken havada tatlı gül hanımeli koku karışımı hissediliyor. Peki, bu günkü programım ne? Nasıl vaktimi geçireceğim? Henüz fazla tanıdığım arkadaş yok. Adada pek fazla program yapılmaz. Ya pazara inip annemin istediği ekmek ve buna benzer küçük alışveriş veya rıhtıma inip program yapmak veya annemle Asafa. Bugünkü programım annemden alabildiğim biraz para ile olta satın alıp balık avlamak.
     
Çarşıdaki kitapçı yaz aylarında olta satar, hazır olta pahalı olduğundan 5 metrelik misine onun yanında kurşun ve küçük siyah balık iğnesi satın aldıktan sonra büyük bir heyecanla rıhtıma gidiyor ve benim gibi rıhtıma gelip balık tutmakta olan bir akranıma yanaşıp bana olta için yardımını istiyorum. Akranım büyük bir heyecanla parçaları alıp iğne ve kurşunu bağladıktan sonra ben de etrafta gezinip balıkçılardan kalan küçük bir mantar parçası bulup misineyi sarıp al sana ucuzdan olta deyip yem aramaya başladım. Yem bulmak bazen mesele fırının yanındaki ve yukarı galeta fırını karşısındaki balıkçılar eğer iş yapmışlarsa balık artıkları alınır. Yok, daha oralarda bir şey yoksa veya başkaları aldılarsa rıhtımdaki merdivenlerden bel altına kadar kendimi sarkıtıp orada burada kalmış siyah midye koparmak veya balıktan vazgeçenden artık balık ve midye bulup işe koyulmak.
Bütün mesele birinci balığı yakalamak, ondan sonraki yem meselesi kolay, yakalanan balığı Jop tıraş bıçağı ile fileto yapıp küçük parçalara ayırıp oltaya koymak kalır.

Hava epey ısındı, eşşek arıları etrafta vızır, vızır uçuşur iken arada üç tane cırcır, bir lapin yakaladım. Buram buram terlemeye başladığımı hissediyorum. Balıklar çiroz olmadan ipe geçirip oltayı topladıktan sonra annemi fazla kızdırmamak niyeti ile büyük bir gururla balıkları sallıya sallıya evin yolunu tutuyorum. Bizim Heybeli’nin özeliklerinden bir tanesi akşamüstüleri rıhtımda (DEBARKADER) hissedilir. Saat beşe doğru artık güneş adanın arkasına gitmiştir. Rıhtım bütün günün sıcaklığını kaldırmış bizim madamlar Mehmet’in kahvesinin tahta masaları üstüne atılmış kareli örtülerle örtülmüş ve bazısı kırık bazısı tamir görmüş iskemlelerde oturmuş kimi kızının çeyizi için sürfile atmakla diğeri ailede yeni doğacak torunu için kışa hazırlık yumuşak yünden elbise ve patik örerken hep beraber tatlı sohbete dalar. Milletin dedikodusunu yaparlarken arada bir gözlük üstünden bir aşağı bir yukarı tur atmakla meşgul milleti süzüyor ve mevzuya onları da katıyorlar. Biz çocuklar tur atanların aralarından koşup onları rahatsız etmekle meşgulüz.

Yaşımın küçük olmasına rağmen bu adanın güzelliğine hayranım, belki diğer adalar da güzel olabilirler ancak küçük yaştan beri gördüğüm, yaşadığım tek ada şimdilik bizim Heybeli. Şimdiye kadar fırsat olmadı ki diğer adalara gidip gezineyim, göreyim karşılaştırayım. Fakat tahminim beni yanıltmıyorsa Heybeli gibisi yok. Adayı böyle yapan yalnız tabiat güzellikleri değil milletin hoşluğu, alçak gönüllülüğü, maddi bakımdan herkes birbirine çok yakın (orta direk), aynı mahallede Rumlar, Türkler, Yahudiler birbirleri ile dost ahbap, birbirlerini incitmeden, sövmeden, sevgi ve saygı içinde bu güzel üç dört ayı paylaşıyorlar. Neden olmasın? Bu güzelliği bozmak kimin haddine? Kimin hayrına?

Bizim Heybeli’de küçük iki odalı yazlık sinemanın karşısında küçük bir karakol vardır. Bekçisi, polisi adalı ve yazlıkçılar ile alışverişleri pek olmadığı gibi, polislerle yazlıkçılar arası bazen o kadar yakın ki beraber tavla atıp okey oynadıkları olur. Biz çocuklar, polis ve bekçiyi sayar, korkmayız. Polis ve karakolun işleri ancak Pazar sabahı adaya günü birliğine gelenlerden bir kısmının bu ahenge uymayıp etrafı rahatsız edenleri iledir.

Bu adanın ikinci meselesi uzun senelerden beri Bahriye ve Deniz subay okulu. Biz çocuklar için hiç te bir mesele değildir. Tam aksine okul talebeleri ve subayların beyaz üniforma ve sırmalı kasketleri, düzgün yürüyüşleri, Cumartesi bando mızıka ile çıkış törenleri. Bizim madamlar ne bu elbiselere ne de bu törenlere kulak asarlar, zira onların genç kızları vardır ve bu çok mühimdir.

Bu zamanlarda çocuk parkındaki üç büyük tekerlekli bordo, beyaz, kırmızı bisikletlerle dolaşan çocuklara gıpta etmiyor değilim. Belki ileriki senelerde babam zevke gelir bana alır da, bende Atatürk heykeli etrafında dolanırım. Adanın sefası bu şekilde devam eder giderken Eylül ayı kapıya dayanınca okulların açılıp gidilmesi gerektiği havaların bozması ile belli olmaya başlıyor.
Daha evvelden dediğim gibi adalar daha çok çocuklar ve anneler içindir. Eylül’ün on ikisi artık okulların açılmasına üç gün kaldı hava soğuk, rüzgârlı ve gök kapalı bizim debarkaderde göçler birikmeye başladı. Emanetçi David artık iş değiştirip hamalların arkasından koşup orlon perlon kovalarını gelecek sene için depoya kaldırdı. Buz dolapları, merdaneli, merdanesiz çamaşır makineleri, denkler, balyalar rıhtımda küme, küme gelecek mavnaları beklerken artık bizim madamlar Mehmet’in kahvesinde cam arkasına oturup gelecek sene hangi evi tutacakları hakkında hem konuşur hem de sürfile ve yün örgülerine devam ediyorlar.

Pazarda artık birkaç manav, bakkal açık... Millet azaldığı için etrafta sessizlik var. Eşşekçiler çoktan eşşeklerini kum taşımaya koydular, arabaların çanları duyulmaz oldu, yağmurla birlikte ıslanan yollardan keskin at, eşşek çiş, boklarının hoş olmayan kokuları etrafa saçılıyor, yani kısacası paralar bitti yapı paydos. Ta gelecek yaza kadar.

Şimdi düşünce gelecek sene hangi ev alınacağıdır. Yokuş yukarı evler az gelirli esnaf için idealdir. Hem daha ucuz hem daha havadar evler eski olsa bile üç ay idare olunur satın almayacağız ya.
Daha aşağı yerler, Lozan Zaferi caddesi iyi geçinen orta ve iyi esnaf içindir.
Hemen hemen buralardaki evler ya milletin kendi malıdır, ya da kirayla alanlar her sene aynı müdavimleridir.

Sinagogun etrafındaki sokaklar yine orta direğindir, buradaki evlerin ekserisi tahta veya yarı kâgir, bir katlı iç içe, komşuluk sevenler için idealdir. Buradaki komşuluk şekli eski Balat Yahudi topluluğunu hatırlatır. Şabat (Cumartesi günü) buralarda görüldüğü gibi Cuma akşamları sokaktan geçerken noçe Şabat (Cuma akşamı) lamparaları ve Cuma akşamı masalarını dışarıdan geçerken görmek mümkün.
Boşuna dememişler Heybeli Yahudi adası. Cuma akşamları, Cumartesi sabahları işe inmeyen babalar çocukları ile birlikte Sinagogu doldurup Şabat havasını hissettirirler. İspanyolca lisanı gayet bariz olarak duyulur ve konuşulur. Kaşer et için kasap olduğu gibi Kuledibinden, Şişliden de tedarik edilir. Eğer bayramlar Eylül’ün ortasına düştü ise, havanın yağmurlu ve serin olmasına rağmen Sinagogda bayramı kutlamak ve açık kalabilmesi için bir kısım aileler, çocuklar büyük ise kalıp Roş Aşanayı adada yaparlar. Biz adadaki ilk senemizi biraz maceralı bitirdik. Ev biraz orta yokuşta, tahta, eski yıpranmış, damı delik deşik, yağmurlarda etrafı payla ve leğenlerle odaları donattık. İkincisi bizim küçük Selma’nın kuyuya düşmesi.

Adanın bu eski evlerinin iyi tarafları yok değil, adada su meselesi çok konuşulan ve dikkat edilen bir problem, ev kiralanırken su getiren sakalar hakkında bilgi alındığı gibi evde kuyu veya su deposu var mı? (sisterna).  Bunlardan hiçbirisi yoksa o ev altından ise bile alınmaz. Bizim evde giriş holünün ortasında su kuyusu var. Her zaman üstü saçkapağı ve üstünde büyük bir taşla örtülüdür. Kuyu suyu ev işlerinde ve tuvalet için kullanıldığı gibi kuyunun serinliği frijider olarak ta kullanılır. Et, süt, meyve, kavun karpuz aşlamaya atılır, su kovasından başka bir de yuvarlak bir demir çemberde birkaç kanca.

Bizim kuyuda hiçbir zaman su eksik değil. Ağustos ayının ortasında bir sabah Roza teyzem Kemal ve Selma ile yokuş aşağı Çınar Mahallesindeki evlerinden bizlere sabah kahvaltısına geldiler. Annem, teyzem, ben ve Kemal arkadaki küçük bahçede kahvaltıya hazırlık yaparken bizim küçük Selma kapağı açık kalan kuyuya varıp etrafında oynarken kendini kuyunun dibinde buldu. İyi ki et, karpuz aşlama kancaları aşağıda idi ki itfaiye gelinceye kadar kendini ona tutturdu. İtfaiyeci gelip onu oradan çıkardı. Meğer bizim itfaiyeciler yalnız voleybol oynamayıp orman yangınlarını söndürdükleri gibi insanda kurtarıyorlar.

Bizim ada inişimiz herkes gibi balyalar, hamallar emanetçi David buzdolabı, çamaşır makinesi vesaire. Bugün yine yağmur yağıyor, annem ele alınacakları aldıktan ve bizleri önüne koyduktan sonra kapıyı uzun demir anahtarla kapadıktan sonra arkasına bakıp PARKADA ANYO KEMOSE AYEĞE (İNŞALLAH HER SENE VARIRIZ) deyip ve hep birlikte yokuştan aşağı yürümeye başladık.

Rıhtımda sessizlik, yağmur çiseliyor. Boş kahvehanelere baka baka iskeledeki gişeden tekmili birden Adalar, Kadıköy, Haydarpaşa vapuru için bilet alıp iskelenin yan kısmında beklemekte olan vapura girip bu senenin yaz mevsimini kapıyoruz. Bu düzen, bu ahenk, bu hengâme seneler birbirini takip ettikçe adada adalı olduk, her sene değişik yerlerde değişik evler, yataklar, odalar. İnsanlarda değişen yalnız yaşlar, yeni doğan bebekler, farkına varmadığım göç eden, ölen ihtiyarlar, anneler, babalar, büyük anne ve babalar, aynı veya değişik kahvelerde oturup geçen senelerin alışılagelmiş tekrarlanan davranışlar.

Artık çocuk parkı, Atatürk heykeli, bayrak direği, sahne ortadan kayboldu. Birkaç tane daha lokanta bahçesi ve kahveler yerini alırken rıhtım beton parmaklıkla donandı. Akşamüstüleri, büyüyen bizler herkesle beraber bir aşağı bir yukarı tur atıp lak lak atıp Amerikan cins pantolon ve önde paralı laufer mokasen, briyantinli saçlarla dolanırken kahvelerde tığ atan, örgü ören hanımların, tavlada zar atan büyüklerin lafı olmağa başladığımız bu zamanlarda artık bizim de kız arkadaşlarımıza çay, gazoz, limonata ısmarlamaya başladığımız bir Muhsin’in kahvesi var. Burası sezonun başından son yağmurlu günlere kadar bizlere mekânlık yapıyor.

Emminin yukarısında arkadaşlar toplanıp pikapla dans partilerinde Pepino di Kapri, Pol Anka, Beatles, Şarl Aznavur, Erol Büyükburç’un çoktan modası geçip kaybolan kırkbeşliklerin yerine long play ile dans edip eğleniyoruz. Henüz evde bizim pikabımız yok durum halen buna müsait değil galiba bu olay hali hazırda lüx sayılıyor.






















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder