27 Mart 2014 Perşembe

25 - Ver elini İsrail


Nihayet arzu edilen, edilmeyen gün gelip çattı. Doğup büyüdüğüm yüksek tahsil görüp adam olduğumu sandığım, beş yüz yılın üstünde mezhebime himaye verip yaşamını ve şahsiyetini koruyan Türkiye topraklarını bırakıyorum. Bebekliğim, çocukluğum, gençliğim tatlı unutulmaz güzel sıcak sımsıcak hatıralarım, arkadaşlarım bütün bunlar ne olacak? Bunları arkada bırakıp nereye gidip ne arayacağım, istikbalimi orda mı bulacağım? 450 senedir bu topraklarda yaşadık yeşerdik. Ölülerimizi burada gömdük, ziyaret ettik. Nedir bu düzensizlik? Nedir bu yeni dünyanın yeni düzeni?
Yönlendiğim yer Yahudi Milletinin iki bin senedir ona dönmek için gayret ettiği, acı kanlı harplerin neticesinde modern, yepyeni, sosyal hakları sinesine toplamış milletin Ortadoğu’daki İsrail Ülkesine gidiyorum.

Her Yahudi gibi benim de hayatımın kaderinde tekrar göç etmek varmış. Bu göç annemin, babamın
1949 senesindeki Galata yolcu rıhtımından çıkan, uzaklaşan Etrüsk vapurunun ufuklara dağılan baca dumanı ve rıhtımdakilerin vapurdakilere salladıkları mendil ve göz yaşları gibi oluşuna hiç benzemiyor. Yeşilköy Havaalanı salonları sesiz, insanlar dünyanın her tarafına uçmak için her biri kendi yönünde, ne ağlaşmalar ne bağırışımalar, göze çarpan tek şey bazı köşelerde kümelenmiş biz gibilerin birbirleri ile kucaklaşıp sessizce vedalaşmaları. En nihayet babamın yanaklarından dökülen göz yaşları ve eski tecrübesine dayanarak omuzuma koyduğu el ve nasihat sözcükleri.

Zaman aynı zaman değil, aradan otuz yıl gibi uzun bir zaman geçti. İsrail Devleti bütün güçlüklere, harplere rağmen gelişti, güzelleşti, Ortadoğu’nun en kuvvetli, en modern en demokratik, onu halen kabullenemeyen Arap memleketlerinin çıbanbaşı memleketi haline geldi. Bizleri tek ırgalayabilecek mevzuyu, hayatımız boyunca yalnız tarih kitaplarında kılıç ve top seslerini duyan bizlerin hakiki canlı olarak yaşanan harp memleketine giderken yaşın verdiği heyecan ve korkusuzluğa bağlı olsa gerek düşünmüyoruz.

Artık son kucaklaşmalar sessizce ağlaşmalar ve yanaklardan dökülen tuzlu üzgün yaşlar. Yeni memleket vazifesini bitiren kardeşime sarılırken içimdeki acayip hissim ‘onu ne zaman tekrar saracağım kucaklayıp kukusunu hissedeceğim, aramızdaki uzaklık bizlerin arkadaş olmamıza mani olacak mı? Onun özlemine dayanabilecek miyim? Artık bütün bunları düşünmek için vakit çok geç pasaport kontrolü, kısa bir bir yol ve bizler arkaya baka baka uçağın merdivenlerine tırmanıp kendimizi uçağın içine atıyoruz. Ne sallanan mendiller, ne Marmara’nın mavi suları, ne Sarayburnu köşesinde uzaklaşan vapurun istim ve son düdüğü ile ufukta kaybolan el sallayan insanlar. Düşünce ileride muvaffak olup tekrar büyüyüp yeşerdiğimiz memleketimize gelip herkese kendimizi göstermek.

Uçak bütün kuvveti ile burun verip ufuğa uçmağa başlaması ile iki saat gibi kısa rahat bir uçuştan sonra Tel Aviv hava alanına tekerleklerini sürttüğünde içim bir hoş iken ben Janti’ye, Janti bana bakarken sanki biz birbirimizi sevdikten sonra hiçbir güçlük bizi yolumuzdan edemez demek istercesine sarıldık, sarıldık.

Uçak kapısından çıktığımızda suratımıza Antalya Hava alanına indiğimizde hissettiğimiz sıcak rüzgâr bizlere hoş geldiniz, bu Hamsindir dercesine karşılandık. Memleket göçmen kabul eden olduğundan biz ve diğer doktor arkadaşlar ve hanımları ile birlikte muhaceret kısmına alınırken etrafta alışagelmediğimiz yüksek sesle konuşmalar, karşıdan karşıya müzakereler, el ve kollarla konuşmalar ve anlamadığımız motorize kutsal İbrani lisan. Sıra halinde olan bölünmüş kısımlara girip muhacirlik işlemlerini tamamladıktan sonra diğer doktor arkadaşlarla birlikte numaraları birbirini takip eden kırmızı muhacir kartları ve bir miktar başlangıç harçlık parası aldıktan sonra merakla İbranice olarak isimlerimizin nasıl yazıldığına baktığımızda birbirimizin yüzüne bakıp gülerken heyecandan yüksek sesle Türkçe konuşmaya başladık. Etrafımıza baktığımızda bizlere dikkat edip kızan kimseyi göremedik. İşte istediğimiz demokrasi serbestlik.

Bütün muameleler bitip hava alanından çıktığımızda arkadaşlarım Sohnut’un yönlendirici adamı ile Aşdot diye tanınan yerin ’’Ulpan Akademaim’’ lojmanına gitmek için taksiye binerken bizleri amcam ve Jantinin ablası karşılıyorlar. Her ne kadar sevinç ve güleryüz ile karşılanıyor isek te içimde acayip bir his  ‘’senin ne işin var, bilmediğin bu memlekette, tanımadığın bu insanların evlerine yeni evli olarak girip onları rahatsız etmek’’ diyor.

Niçin bizler de diğer arkadaşlarımla beraber gitmedik düşüncesi o akşam beni uyutmadı. Ancak yaşın verdiği tecrübesizlik, arkada bıraktığımız bizlere tembihleri ve nasihatleri ve aile terbiye ve bağları bizlerin bu yeni memlekette ilk yanlışlarımızı yapmamıza sebep oldu. İlkokul ve liseden kalan hafif İbranice lisanımın bana verdiği cesaretle ilk gün sabahında millete derdimi anlatmaya yeterli olurken Janti’nin de tercümanı oldum.

Sabahın orta saatlerinde etrafı tanımak için Bat Yam’ın deniz kenarına doğru gittiğimizde buranın yepyeni apartmanlar, genç insanlar, deniz karşısı küçük gezinti şeridi, mavi ve dalgalı bir denizle karşılaştık. Memleketin ilk misafir günlerini geçirdikten sonra biran evvel bulunduğumuz evi terk edip kendi köşemizi bulma zamanının geldiğini hissetmeğe başladım bu anda biran evvel de iş bulma çarelerini aramaya başladım. İlk adım babamın kardeşi Yafodaki Gantamar kısmında olan bakkal dükkânındaki müşteri tanıdıklığı ile deniz karşısındaki DONOLO hastahanesinin iç hastalıklar servisinde bir yer ayarlandı. Nihayet sevdiğim hastahane kokusuna ve koğuşlarına kavuşuyorum.

Sıcak bir akşamüstü Bat Yam’daki emlakçıları dolaşırken önümüzde lise arkadaşım Moriz Razon’a rastlamamız o andan itibaren her şeyin daha çabuk ve daha düzenli gitmesine sebep oluyor. Ne demişler, parada zengin olma, arkadaşta zengin ol. Artık kendi kiraladığımız güzel evimizde istediğimiz zaman yıkanır istediğimiz zaman kalkar, istediğimiz şeyi yer, istediğimizde güler istediğimiz zaman sevişir ağlarız.

Denildiği gibi kolay bir memleket seçmediğimiz her şeyi ile belli oluyor. İnsan mantalitesini hemen kavramak çok güç olmasına rağmen kendimizi yeni komşularımıza sevdiriyor ve yavaş yavaş onlar gibi sıcağın verdiği gereklilikle şort ve atletle sokağa çıkar olduk. Janti ortama uyabilmek için bütün vesait güçlüğüne rağmen haftada iki gün Tel Aviv’deki Ulpan Meir dershanesine gidip lisan öğreniyor. Evimiz gayet rahat ve ferah eşya olarak şimdilik Türkiye’den getirdiğimiz yatak odasından ayrı mutfakta bir masa ve dört iskemleden başka salonda düğün hediyemiz olan bakır sinelin karton kutuların üstünde olmaları bize birazcık memleketi ve özlemi gideriyor.

Artık Bat Yam yavaş yavaş Türkiye’den göç edenlerin buraya yerleşmeleri, yeni eski arkadaşlıklar yenilenmesi, eve gidip, gelişler ile Türkçe lisanı her şeye hâkim oldu. Gelenlerin çoğu bizim gibi üniversite mezunları olup birçoğu evliliklerinin ilk adımlarını bizim gibi burada atıyorlar. Gaye hem İsrail gibi yeni, modern, ilerlemekte olan Yahudi memleketinde olmak ve aynı zamanda aile ve kendilerine muvaffakiyetlerini ispat etmek. Herkes için bu başlangıç çok zor fakat yıkıcı değil.

Geçen seneler zarfında dirsek çürütüp, kafa kırıp muvaffakiyetle alınan üniversite diplomaları biraz sonra Tel Aviv’deki Tahta Kale üniversitesi sayılan Levinski üniversitesinde açtıkları dükkânların duvarlarına bir gurur işareti olarak asılıyor. Bunu yapamayanlar çoktan bu diplomaları dolapların derin bir köşesinde veya köşedeki kutularda bırakıp unuttular.

Herkesin tek amacı gençliğin verdiği güç ve heyecanla biran evvel muvaffak olup geçinip ispat etmek.
Bütün güç ve sıcağın verdiği sıkıntılara rağmen artık Türkçe lisanından başka televizyon ve radyolarda haberler dinleniyor. Başka çare yok, ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin.

İlk altı ay Donolo hastahanesinde bedava nöbet ve az bir maaşla istemediğim dâhiliye servisinde çalıştıktan sonra en nihayet çok özlediğim cerrahi mesleğim için Ramla semtine yakın olan Assaf Harofe Hastahanesine kabul edildim. İsrail’deki buna benzer bütün devlet hastahaneleri bir birlerine yapı itibari ile benziyor. Baraka sistemi. Bu sistem İsrail Devleti kurulmasından evvel burada hükmeden İngilizlerin sistemi... Barakalar birbirlerine çok yakın çok hafif tahta ve betondan inşa edilmiş, birbirlerine dar beton prozdor ve saçtan yapılmış V şeklindeki damlarla bağlanıyor. Hastahane eskiden okaliptüs ağaçları arasında bir İngiliz askeri kampı imiş. Hastahane yaşamakta olduğum Bat Yam’dan gayet uzak gidiş gelişlerimi hastahanenin verdiği personel servisi olan iki taraflı ve ortasında uzun oturma sıraları olan kamyonla sabahın altısında ve dönüşü nöbetçi olmadığım günlerde öğlenden sonraları saat dörtte yapıyorum. Dediğim gibi kolay bir zaman değil fakat muvaffak olmak arzusu her şeyi unutturup siliyor.

Hastahane eski bir yer olmasına rağmen temiz ve daima bu baraka ve prozdorlar boyanıp duruyor. Bunun nedenini sorduğumda cevabını hemen almış oldum. MİLLET ÇALIŞMALI VE GEÇİNMELİ.
Tabiat insan vücudunu öyle bir şekilde yaratıp geliştirdi ki bütün mahlûkların en mükemmelini kıldı. Bu mükemmel bütün herhangi bir şekilde hasar gördüğü bir anda onun tamirini tababetin cerrahi dalına emanet etti.

Cerrah, ona tabiat tarafından emanet edilen bu harikanın tamir ve bütünlemenin icrası için gayret eder. Bunu ameliyathane dediğimiz hastahanenin en kutsal yerinde yapar. Cerrah bu kutsal tapınakta ilkin kutsal sessizliğini hissettikten sonra en yakın arkadaşı anestezi doktor arkadaşından iznini ve duasını istedikten sonra neşteri elinde tanrıdan kendine ve hastasına yardım duasını ettikten sonra pür dikkat lüzumlu ameliyatına başlar. Bu mukaddes vazifeyi yapıp bitirdikten sonra tapınaktan çıkarken hakkı olan tam bir primadonna gibi çıkar, böyle hisseder ve hareket eder. Bu tapınağın kutsal havasını bozmak için hiçbir kimseye ve hiçbir şekilde hak tanınmaz. Zira bu böyle gelmiştir ve böyle devam edecektir.

Cerrahide bir gerçek vardır. Her cerrahi müdahale hasta için büyük müdahaledir. Küçük müdahale yoktur. Küçük cerrah vardır. Ameliyat öncesi hastanın hissettiği korkuyu anlamak ve anlatmak o kadar zordur ki inandığı, itimat edip mukaddes vücudunu teslim ettiği kışı olan cerrah onu rahatlatır inandırır. Hasta itimadı kırıldığı veya güven duymadığı cerrah ve doktora ne gelir ne de ismini hatırlar.

Artık çok sevdiğim ve hasretini duyduğum ameliyathane kokusu ve projektörlerine kavuştum. Ameliyathane uzun bir koğuş ve dört tane ameliyathane odası ve tel örgülü,  buzlu camlı pencereleri arı kovanı gibi çalışan, genel ortopedi, jinekoloji, kulak burun ve bütün genel cerrahi ameliyatlarını yapan bir yer. Zaman geçtikçe herkes beni, ben herkesi tanıyor ve çok seviliyorum.  Neden olmasın. Ben ameliyathaneyi en kutsal bir tapınak olarak kabul edip, içinde çalışanları kutsal görüp onlara saygı ve hürmet ettikçe onlarda bana karşılığını veriyorlar. Ameliyathane odalarının hepsinde klima aleti olmadığı için yazın tel örgüye bağlanarak açık pencerelerle etrafa baka baka ameliyat yaptığımız günler az değil ve hepsi muvaffakiyetli.

Bütün bunları görmek için ne vakit ne de sebep var.  Burada modern ileri tababeti görüyor, öğreniyor ve ilerliyorum. Servis şefim babacan, güler yüzlü, eskiden Almanya kamplarından çıkmış altmış yaşlarında tombul tombul elleri sol kolunda Alman kamplarında verilmiş numara tauajı olan çok bilgili ve maharetli ameliyatlar yapan bir insan.
Servis yalnız genel cerrahi değil aynı zamanda bütün üroloji vakalarını görüp tedavi ettiği için bir taşla iki kuş tutuyorum. Servisteki çalışma şeklim servis hastalarının kabulü, diş poliklinik hasta kabul ve görülmesi, haftada üç gün sabahtan akşama kadar ameliyathane ve onun arkası haftada üç veya dört gece nöbetçi...

Bir iki hafta serviste çalıştıktan ve ona ameliyatlarda asistanlık yaptıktan sonra bir akşamüstü yarın bu hastanın safra kesesi ameliyatını yapacaksın dediğinde acaba İbranicem iyimi? İyi duydum mu? Kendi kendimi kontrol ederken hemen gözlerimin önüne eski Amerikan hastahanesindeki şefim Jül Barbut geldi. Demek ki artık asistanlığım safra kesesi ameliyatı için yeterli hale geldi. Sevincim ve heyecanım sonsuz, korkum da o kadar.

Bu memleketin vatandaşlarına vermiş olduğu sağlık sigorta şekli bizim Türkiye’de hiç tanımadığımız bir şekil ve teşkilat. Her İsrail vatandaşı kanuna göre vatandaş olduğu günden itibaren sağlık bakımından garantili olup Kupat Holim denilen sigorta şirketine bağlıdır. Bu sigortanın aidatı her ay kazandığı aylığından kesilir. Hasta doktor görmek istediği anda bu şirketin her şehir ve köyde var olan şubesine gider muayene olur ilacını alır ve para vermez. Gören doktor ihtiyaç gördüğü takdirde muayene ve laboratuvar bilgileri ile birlikte ya devlet veya Kupat Holim hastahane dış polikliniklerine veya acil servise yollar. Bundan başka hasta kendisi ihtiyacına göre şahsi olarak acil servise müracaat edebiliyor. Bu şekil bir teşkilat vatandaşına sağlık bakımından hem büyük bir ferahlık hem de doktor için erken teşhis ve tedaviyi sağlıyor.

Yeni evimizde artık pek yalnızlık hissetmemeğe başladık. Her yeni göç eden arkadaş, dost ve tanıdıklar evi doldurmağa başladılar. Kısacası kazika de Moşe Rabinu. Herkesin yeni muhacirlik problemleri, memleket özlemi, aile haberleri, yemek sohbetleri, hepsi Türkçe ve arada olur olmaz fıkralar, kelime oyunları, gülmeler, gülüşmeler, gençliğin verdiği heyecan ve sevinç devam ediyor.
İlk yılbaşı gecesi henüz sandıklardan çıkarılan smokin ve uzun şık kıyafetlerle yine bizim evde yapıldığında komşular hep beraber koridora dizilip gelenleri abuk abuk seyrederken dedikleri tek şey, ne bu? Purim bayramına daha iki ay var! Böyle kıyafetler ve tantanalar İsrail’de ne zaman göreceğiz? Burası şimdilik meçhul...

Hastahaneye gidip gelmek, gittiğim hastahanenin servis şekli,  zamanın geçip vergisiz araba hakkımın kaybolma tehlikesi yüzünden Türkiye’den bize verilmiş olan paranın bir kısmı ile araba almağa karar verdik. Mesele şimdi hangi arabayı almak... Ben hayatımda araba kullanmış bir insan olmadığım için bir müddet şoför kursu gördükten sonra arkadaşlarla uzun uzun münazaralardan sonra ve bir sürü araba broşürleri topladıktan sonra karar kılındı, en küçük arabalardan W.Wagen. Fakat aynı fiyata çok yakın olan Fransız arabası Peugeot’ya kararı arkadaşım Moriz ve İsmail verdiler. Araba gözümde o kadar büyük göründü ki boyu rüyalarıma kadar girdi. Arabayı aldığımız gün direksiyona geçtiğimde elim ayağım zangır zangır titreyerek evin önüne zorlukla getirebildim.  Akşam gözüme uyku girmiyor her an sanki arabayı çalıyorlar hissi ile habire kalkıp pencereden aşağıdaki arabamı seyrediyor, küçük çocuk gibi seviniyor ve yarın sabah nasıl hastahaneye gideceğimden korkuyorum. Artık evimiz ve arabamız var, işler yavaş yavaş rayına oturmaya başladı.

























25 Mart 2014 Salı

24-Düğün, balayı




Düğün hazırlıkları son hızı ile ilerlerken her iki ailede sevincin yanında bir acayip hüzün havası esiyor. Nasıl esmesin, bizleri bekleyen güçlüklerden bihaber sudaki balık gibi bu hazırlıklara ayak uydururken ala ala bir yatak odası ısmarlandı. Türkiye’deki Yahudiler için düğün çift dikişlidir. İlkin devlet dairesinde nikâh töreninden sonra ekseri bir hafta sonrasında Neve Şalom Sinagogunda Yahudi düğünü icra edilir.

Bütün bu geçen seneler içinde kısa bir zaman zarfında hayatımın kadını olacak Janti bütün aile fertlerinin sevgi ve hürmetini kazanıp istenen, aranan kişi haline geldi. Üstüne toz koymak isteyenin vay haline. Nihayet nikâh günü gelip çattı. Bizim Janti giydiği şık elbisesi ve güzel makyajı ile nikâh dairesine girdiğinde yalnız benim değil orada bulunan dost ve akrabaların küçük dillerini yutturuyor. Artık bu bir gerçek bizler evleniyoruz. Bizim şahidimiz ileride önder olarak göreceğim Dr Jul Barbut yanıma oturup ona has İngiliz gülümsemesi eşliğinde şahit imzasını büyük deftere imzaladıktan sonra parlak yeşil yakalı cübbe giymiş icra memuru Türk Cumhuriyet kanununa göre bizleri karı koca ilan ediyor.

Resmi nikâh töreni, imzalar, şahitler, şık giyimler, çiçekler, fotoğraflar, heyecanlar, yarı sevinç, yarı üzüntülü göz yaşları arkasından akşamına anane olan eğlence olmadan olmuyor.
Bütün törende hazır olan dost, akraba, arkadaşlar, aileler Nuri’nin Yeri tavernasında toplanıp bir güzel eğlenip bu töreni kutluyoruz.

İşte benim hayatımın üçüncü sayılabilecek evlilik basamağına ilk adımlarımı böyle şenlik ve sevinçle atarken içimden acaba bütün bu saygı duyup sevdiğim bu insanlarla olan yakınlığım kalacak mı? Onlar beni unutacaklar mı? İlerde bana tıbbi bakımdan ihtiyaçları olduğunda beni arayıp bulabilecekler mi? Şimdiye kadar çok sevdikleri, büyütüp doktor ettikleri küçük Yasef onları unutacak mı?

Tanrım vakit ne kadar çabuk geçiyor. Göz açıp kapanıncaya kadar Yahudi evlenme töreni günü kapıya dayandı. Bu tören İstanbul Yahudi cemaatinde en mühim en şaşalı tören olarak bilinir. Hele bu devirde artık frak ve Horozlu törenleri çoktan tarihe karıştı. Damat namzetleri kendilerine smokin diktirip ona uygun aksesuarları Beyoğlu’ndaki Erol mağazası ve Tanca mağazasından alınan ayakkabılarla tamamlıyor. Bende ananeye uyarak Altınyıldız alpaka kumaş kuponunu bizim Dr İzak Levi’nin babası Mösyö Salamon’da kestirip, üst katındaki Ermeni terzi Hıran’ta ilk ve galiba tek smokin takımını ısmarlayıp düğüne hazırlattım. Düğünlerde erkek tarafı hazırlıkları ne kadar hafif ise kadın tarafında o kadar ağır ve pahalıya mal olur. Benim hazırlıklarım yanı sıra askerden yeni terhis olan kardeşim, babam, annem ve bütün aile bu düğün için ananeye uyar kendilerini elbise ve süsleri ile hazırlıyorlar. Kolay değil ne de olsa ailenin birinci oğul ve torunun, Dr Yusuf’un düğünü dile kolay masrafı ona göre.

Janti’nin çeyiz kısmını bırakırsak bu tören için yapılan elbise ve ayakkabı hazırlığı altı ay gibi kısa bir zaman tutu. Ananeye uyarak bizleri düğün töreninden evvel birbirimizle uzak tutuyorlar. Zaten görüşmek istersek bile buna hiç vakit yok, her şey acele, her şey koşturmaca, her şeyden alınma, darılma. İyisi mi ananeye uyup onunla avunmak yerinde olur.

Düğün evvelisi akşamı yine ananeye uymadan olmuyor. Her iki evde kına gecesi tertipleniyor. İçkiler, likorinoz, lakerdelar, taramalar, dolma ve dolu dolu mezeler şarkılar gürültü, patırtı gülmeler ve bir köşede buruk bir kalp atışı. Bu kadar gayret edilip yetiştirip büyütüp yeşerttiğin bu genç çift kısa bir zaman içinde evden çıkıp ayrılmalarından başka uzak bir memlekete istikbal aramaya gidiyorlar. “Tanrı onları korusun, muvaffak etsin” demekten başka bir şey kalmadı.

Nihayet heyecanla beklenen Pazar günü sabahı kapıya dayandı. Her ne kadar kanuni olarak evli olarak görülüyor isek de biz Yahudi Milleti iki bin küsur sene kaybolmayan bir millet olmamız bu ananeyi bugüne kadar bu şekilde devam ettirmemizden dolayı olsa gerek. Gelecek nesiller bu ananeleri devam ettirdikleri takdirde dünyada bu küçük millet var olup kaybolmayacak.

Sabahın çok erken saatlerinde annem akşamki bütün yorgunluğu hiçe saymaksızın hepimizi “Haydi bugün düğün günü, fazla uyunmaz yoksa kısmet uyuşuk olur” diyor ve yataktan aşağı ediyor. Saatlerin nasıl geçtiğinin farkında olmadan kendimizi tıraş makineleri elimizde, afterşev kokuları ve ayna karşısında smokin ve Tanca ayakkabıları ile kardeşim beni, ben kardeşimi ve her ikimiz babamızı düzeltip işi yoluna koyarken, yan gözle annemin giyinip makyajını bitirdikten sonra sessizce rimellenmiş gözlerinden akan göz yaşlarını görüyor içim bir hoş oluyor.

Kolay bir olay değil, bunca sene çocuğunu büyüt, şımart, sev, meslek sahibi et ve gün gelip koynundan kopar aslanların kafesine at. Tabiatın kanunu zor olsa da buna karşı kimse gelmedi gelmeyecek de. Böyle gelmiş böyle gidecek. Nesil gelir, nesil geçer.

Evde herkeste bir sessizlik, bir acayip heyecan sürdüğü bir anda aşağıdan korna sesi bizleri dalmış olduğumuz sessizlikten uyandırıp Sinagoğa gitme zamanını hatırlattı. Herkeste bir telaş, bir heyecan, her birimiz son olarak ayna karşısına geçip kravat ve papyonları ve annem şapkasını düzelttikten sonra otomobillere atlayıp ananeye göre Karaköy ve Unkapanı köprüsünden geçtikten sonra Neve Şalom Sinagogunun kapısına gelip içeri hep birlikte giriyoruz. Tekrar çeki düzen faslı ve Sinagogun dış koridorunda korteji düzenledikten sonra ben annemin ve babamın ortasında sırmalı şapkalı ve kuşaklı Sammasın geri giden adımlarına uyarak kırmızı halıya basa basa Sinagogun içine girdiğimizde yukarı kadınlar azarasından koronun dini ilahisi ile karşıdaki Sefer Tora kapılarına ve oturacağımız tevanın önüne ilerlerken gözlerimin önüne sekiz yaşında iken Balat’taki Ahrida Sinagogu görünür gibi oldu. Aradaki fark insanlar yaşlandılar, bazıları kaybolup gittiler, giysiler bugünkü modaya uygun Sinagogun büyük bir kısmı beyaz çiçek buketleri ile donanmış, geçerken iki tarafta bulunan dost, arkadaş, tanıdıklar hafif tebessümleri ile sanki bizlere
“HAYILI UĞURLU OLSUN’’           “MAZAL TOV” dercesine bizleri tevaya gözleri ile uğurluyorlar.

Neve Şalom Sinagogu Türk Yahudi Cemaatinin en son olarak yaptırdığı ve onunla iftihar ettiği modern denilebilen bir yapı. Mevsim yaz olduğu için vantilatörler harıl harıl çalışmasına rağmen millet ve biz gelecek olan gelin ve kortejini beklerken hafif bir uğultu ve sabırsızlık alametleri olan konuşmalar. Nihayet aniden yukarıda kafes paravan içinde olan korodan ürpertici bir ilahi arya söylenmeğe başladığında millet başlarını giriş kapısına çevirip ilahinin verdiği ürperti ile beyaz gelin elbisesi ve duvağı önde olan gelin kortejini karşılarken benim kalbim bu arada heyecandan olsa gerek yüz elli atmağa ve ayaklarım buz tutmağa başladı. Her gelin böyle bir günde güzeldir derler. Ancak benim gelinim hepsinden daha güzel ve endamlı. Düğün merasimi Maçoro, Jojo arkadaşım ve bir başka hazanla söylenen yedi takdis duasından ve Sefer Tora açılıp kapatıldıktan sonra muhteşem bir şekilde sona erer. Biz artık Türk ve Yahudi ananelerine uygun karı koca olduk.

Bizler de herkes gibi zamana uyarak biriktirdiğim biraz para ile daha evvelden ayarlamış olduğumuz programa göre ilk evlilik gecemizi Yeşilyurt’taki otelde geçirdikten sonra sabahına havaalanına varıp Antalya’ya uçuyoruz. Gaye Alanya’da hoş, güzel bir hafta sürecek balayımızı geçirip İstanbul’a varıp İsrail’e göç hazırlıklarımızı bitirip İstanbul’dan ayrılmak.

Alanya’ya vardığımızda hiç alışmadığımız sıcak bir hava ile karşılaşıyoruz. 32 derce sıcaklık. Ne fark eder, bizler için mühim olan otel ve beraber yalnız kalıp birbirimizden zevk alıp eğlenmek. Alanya henüz basit,  deniz üstünde bir küçük kasaba… Otel tek kat küçük küçük etrafa serpilmiş odacıklar ve önünde küçük teraslar... Etraf pek kalabalık değil sesiz.

Daha evvelden aldığımız bilgilere dayanarak Janti üstüne bir güzel Bepanten krem sürdükten sonra güneşten ısınmış kumlara basmak ve denize gitmeğe kalktığımızda sanki kızarmış kömürlere basarak ancak deniz kenarına güçlükle vardık. Deniz yağ gibi, sessiz ve durgun. Dalıp biraz yüzdükten sonra dışarıdaki sıcaklık daha az hissedilir oldu. İnsan sudan çıkmak istemiyor. İşte biz tabiatın bir beldesi denebilecek böyle bir yerden zevk almağa başladık. Denizden çıkıp sıcak kumlara basıp etrafa serpilmiş şezlonglara vardığımızda tek düşünce İstanbul’a döndüğümüzde millete ne biçim bir yerde olduğumuzu gösterecek delil için kızgın güneşin altına yatıp bronzlaşmak.

Saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varmaksızın bir deniz, bir güneş derken günün geç saatlerini bulduk. Sıra akşam yemeğine hazırlanmaya geldiğinde Jantiye baktığımda karşımda sıcak kaynar sudan çıkarılmış kıp kırmızı bir ıstakoz görüyor ve parmağımla Jantiye olanı göstermek istiyorum. Bunun için koluna dokunduğumda büyük bir çığlık ve ağlama ile karşılaşınca buradaki güneşin ne Bepanten nede başka bir şeye aldırmayıp her şeyi kızarttığını anladık ve balayımıza vücudumuzu yoğurt mandırasına çevirip böylece ahlar ve vahlarla başladık. Yoğurt arayıp sorarken yakınımızdaki odalarda yine bizim gibi balayı için gelmiş gayet hoş ve cici bir çiftle tanıştık. Hanım çıtıpıtı, erkek güler yüzlü çok hoş bir genç, oradan buradan konuşurken hanımın tıbbiyenin beşinci sınıfında halen talebe ve onun bir şilepte ikinci kaptan olduğunu öğrendikten sonra kanımız kaynayıp balayımızı beraber devam ettirmeğe başladık.

Hayatta neyin nereden gelip nasıl gideceğini hesap etmek onun hesabını yapmak her ne kadar istenilse de evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Bazen öyle olaylar oluyor ki sevindirdiği gibi aynı şekilde üzüyor. Akdeniz ve Egenin tabiat güzelliklerini görüp gezerken kendime niçin bu güzel memleketten ayrılıp bilmediğim insanlarını tanımadığım, örf ve adetlerinden haberim olmadığı memlekete gitmek üzereyim. Nedir bu acele? Ne bu küs? Ne bu heyecan? Bu kadar nesiller bu memlekette yaşayıp, büyüyüp, yeşerdiler, çoluk çocuğa karışıp hayat sürdürüp döllerini yetiştirip göç edip gittiler? Ve ben ansızın bütün bunları silip arkama bakmadan karımı alıp göç ediyorum. Neden? Niçin?

Zaman durmak bilmiyor günler, haftalar, balayı bitti. Bizim İstanbul’dan ayrılma günlerimiz gelip çattı. Zor, çok zor, ne var ki genç yaşın verdiği heyecan, ileriyi görüş ve düşüncelerle geçen bu hayat süresi içindeki insanları, gezip büyüyüp geliştiği semtleri, o yerleri, anlatılması çok zor boğazın, adaların hafif rüzgârı, hoş kokuları, ada vapurundan karşıya bakıp her zaman haz duyulan akıl almaz manzaraları, hatırada daima kalacak. İyi kötü hatıralarım, arkadaşlarım, örf ve adetlerimi kendimle alıp gidiyorum. Arkaya bakmak zor ve çok zor… Bütün bu zor soruları otuz yıl evvel benim kendime sorduğum gibi babam da kendisine sormuş mu idi? Neden beni bu ilerisi meçhul olabilecek bu maceradan vazgeçirmek için kendi hikâyesini anlatıp ikaz etmiyor? Neden bu kadar susuyor? Susuyor?

Artık bende büyüdüm ve idrak eden bir insan olarak memleket ve İstanbul’da değişmekte olan demografik durumu olamıyorum. İstanbul artık çok kalabalık… Anadolu’dan İstanbul’a olan yoğun göç gerek İstanbul halkını gerek biz azınlıkları rahatsız etmeğe başladı.
İstanbul’un kendine has örf ve âdeti, davranış, giyim kuşamı, şivesi olan bu göç yüzünden sanki ortadan kaybolup yok oluyor. Nüfusu sekiz yüz bin iken milyonlara dayanması ile sokak ve caddelerde insan selleri ortaya çıkmaya başladı. Akıl almaz bir hızla evler yapılıp sokaklardan göğü görmek zorlaştığı gibi kışın kalorifer ve sobaların dumanları yüzünden nefes almak güçleşti. İstanbul’un alt ve üst yapısı bu durum karşısında artık çökmüş olup elektrikler sık sık kesildiği gibi bu kadar da millete lüzumlu olan su dağıtımı bazen bir haftayı da buluyor. Allah korusun sokakta gezip eğer dalmış isen kendini kaldırımdaki yeni açılmış bir çukurun içinde bulup yaralanır isen hasta haneye tedavi olmağa gittiğin takdirde zor bela şansın yaver gider ise tedavini görebilir veya göremeyebilirsin de. İnsan hayatı bini bir para... Böyle bir memleket havası içinde bizler ki kendimizi yeni kuşak görmek istedik pes edip çok sevdiğimiz, büyüyüp yeşerdiğimiz ondan her an zevk aldığımız güzel İstanbul’umuzu arkada bırakıp yeni, modern geleceğimiz umudu ile burasını istemeye istemeye terk ediyoruz.
HELAL OLSUN SİZLERE HEY BÜYÜK BÜROKRATLAR, HEY MUHTEREM SİYASETÇİLER, BÜYÜK KAŞARONLAR, HEY YÜCE TÜRK MİLLETİ...