25 Mart 2014 Salı

24-Düğün, balayı




Düğün hazırlıkları son hızı ile ilerlerken her iki ailede sevincin yanında bir acayip hüzün havası esiyor. Nasıl esmesin, bizleri bekleyen güçlüklerden bihaber sudaki balık gibi bu hazırlıklara ayak uydururken ala ala bir yatak odası ısmarlandı. Türkiye’deki Yahudiler için düğün çift dikişlidir. İlkin devlet dairesinde nikâh töreninden sonra ekseri bir hafta sonrasında Neve Şalom Sinagogunda Yahudi düğünü icra edilir.

Bütün bu geçen seneler içinde kısa bir zaman zarfında hayatımın kadını olacak Janti bütün aile fertlerinin sevgi ve hürmetini kazanıp istenen, aranan kişi haline geldi. Üstüne toz koymak isteyenin vay haline. Nihayet nikâh günü gelip çattı. Bizim Janti giydiği şık elbisesi ve güzel makyajı ile nikâh dairesine girdiğinde yalnız benim değil orada bulunan dost ve akrabaların küçük dillerini yutturuyor. Artık bu bir gerçek bizler evleniyoruz. Bizim şahidimiz ileride önder olarak göreceğim Dr Jul Barbut yanıma oturup ona has İngiliz gülümsemesi eşliğinde şahit imzasını büyük deftere imzaladıktan sonra parlak yeşil yakalı cübbe giymiş icra memuru Türk Cumhuriyet kanununa göre bizleri karı koca ilan ediyor.

Resmi nikâh töreni, imzalar, şahitler, şık giyimler, çiçekler, fotoğraflar, heyecanlar, yarı sevinç, yarı üzüntülü göz yaşları arkasından akşamına anane olan eğlence olmadan olmuyor.
Bütün törende hazır olan dost, akraba, arkadaşlar, aileler Nuri’nin Yeri tavernasında toplanıp bir güzel eğlenip bu töreni kutluyoruz.

İşte benim hayatımın üçüncü sayılabilecek evlilik basamağına ilk adımlarımı böyle şenlik ve sevinçle atarken içimden acaba bütün bu saygı duyup sevdiğim bu insanlarla olan yakınlığım kalacak mı? Onlar beni unutacaklar mı? İlerde bana tıbbi bakımdan ihtiyaçları olduğunda beni arayıp bulabilecekler mi? Şimdiye kadar çok sevdikleri, büyütüp doktor ettikleri küçük Yasef onları unutacak mı?

Tanrım vakit ne kadar çabuk geçiyor. Göz açıp kapanıncaya kadar Yahudi evlenme töreni günü kapıya dayandı. Bu tören İstanbul Yahudi cemaatinde en mühim en şaşalı tören olarak bilinir. Hele bu devirde artık frak ve Horozlu törenleri çoktan tarihe karıştı. Damat namzetleri kendilerine smokin diktirip ona uygun aksesuarları Beyoğlu’ndaki Erol mağazası ve Tanca mağazasından alınan ayakkabılarla tamamlıyor. Bende ananeye uyarak Altınyıldız alpaka kumaş kuponunu bizim Dr İzak Levi’nin babası Mösyö Salamon’da kestirip, üst katındaki Ermeni terzi Hıran’ta ilk ve galiba tek smokin takımını ısmarlayıp düğüne hazırlattım. Düğünlerde erkek tarafı hazırlıkları ne kadar hafif ise kadın tarafında o kadar ağır ve pahalıya mal olur. Benim hazırlıklarım yanı sıra askerden yeni terhis olan kardeşim, babam, annem ve bütün aile bu düğün için ananeye uyar kendilerini elbise ve süsleri ile hazırlıyorlar. Kolay değil ne de olsa ailenin birinci oğul ve torunun, Dr Yusuf’un düğünü dile kolay masrafı ona göre.

Janti’nin çeyiz kısmını bırakırsak bu tören için yapılan elbise ve ayakkabı hazırlığı altı ay gibi kısa bir zaman tutu. Ananeye uyarak bizleri düğün töreninden evvel birbirimizle uzak tutuyorlar. Zaten görüşmek istersek bile buna hiç vakit yok, her şey acele, her şey koşturmaca, her şeyden alınma, darılma. İyisi mi ananeye uyup onunla avunmak yerinde olur.

Düğün evvelisi akşamı yine ananeye uymadan olmuyor. Her iki evde kına gecesi tertipleniyor. İçkiler, likorinoz, lakerdelar, taramalar, dolma ve dolu dolu mezeler şarkılar gürültü, patırtı gülmeler ve bir köşede buruk bir kalp atışı. Bu kadar gayret edilip yetiştirip büyütüp yeşerttiğin bu genç çift kısa bir zaman içinde evden çıkıp ayrılmalarından başka uzak bir memlekete istikbal aramaya gidiyorlar. “Tanrı onları korusun, muvaffak etsin” demekten başka bir şey kalmadı.

Nihayet heyecanla beklenen Pazar günü sabahı kapıya dayandı. Her ne kadar kanuni olarak evli olarak görülüyor isek de biz Yahudi Milleti iki bin küsur sene kaybolmayan bir millet olmamız bu ananeyi bugüne kadar bu şekilde devam ettirmemizden dolayı olsa gerek. Gelecek nesiller bu ananeleri devam ettirdikleri takdirde dünyada bu küçük millet var olup kaybolmayacak.

Sabahın çok erken saatlerinde annem akşamki bütün yorgunluğu hiçe saymaksızın hepimizi “Haydi bugün düğün günü, fazla uyunmaz yoksa kısmet uyuşuk olur” diyor ve yataktan aşağı ediyor. Saatlerin nasıl geçtiğinin farkında olmadan kendimizi tıraş makineleri elimizde, afterşev kokuları ve ayna karşısında smokin ve Tanca ayakkabıları ile kardeşim beni, ben kardeşimi ve her ikimiz babamızı düzeltip işi yoluna koyarken, yan gözle annemin giyinip makyajını bitirdikten sonra sessizce rimellenmiş gözlerinden akan göz yaşlarını görüyor içim bir hoş oluyor.

Kolay bir olay değil, bunca sene çocuğunu büyüt, şımart, sev, meslek sahibi et ve gün gelip koynundan kopar aslanların kafesine at. Tabiatın kanunu zor olsa da buna karşı kimse gelmedi gelmeyecek de. Böyle gelmiş böyle gidecek. Nesil gelir, nesil geçer.

Evde herkeste bir sessizlik, bir acayip heyecan sürdüğü bir anda aşağıdan korna sesi bizleri dalmış olduğumuz sessizlikten uyandırıp Sinagoğa gitme zamanını hatırlattı. Herkeste bir telaş, bir heyecan, her birimiz son olarak ayna karşısına geçip kravat ve papyonları ve annem şapkasını düzelttikten sonra otomobillere atlayıp ananeye göre Karaköy ve Unkapanı köprüsünden geçtikten sonra Neve Şalom Sinagogunun kapısına gelip içeri hep birlikte giriyoruz. Tekrar çeki düzen faslı ve Sinagogun dış koridorunda korteji düzenledikten sonra ben annemin ve babamın ortasında sırmalı şapkalı ve kuşaklı Sammasın geri giden adımlarına uyarak kırmızı halıya basa basa Sinagogun içine girdiğimizde yukarı kadınlar azarasından koronun dini ilahisi ile karşıdaki Sefer Tora kapılarına ve oturacağımız tevanın önüne ilerlerken gözlerimin önüne sekiz yaşında iken Balat’taki Ahrida Sinagogu görünür gibi oldu. Aradaki fark insanlar yaşlandılar, bazıları kaybolup gittiler, giysiler bugünkü modaya uygun Sinagogun büyük bir kısmı beyaz çiçek buketleri ile donanmış, geçerken iki tarafta bulunan dost, arkadaş, tanıdıklar hafif tebessümleri ile sanki bizlere
“HAYILI UĞURLU OLSUN’’           “MAZAL TOV” dercesine bizleri tevaya gözleri ile uğurluyorlar.

Neve Şalom Sinagogu Türk Yahudi Cemaatinin en son olarak yaptırdığı ve onunla iftihar ettiği modern denilebilen bir yapı. Mevsim yaz olduğu için vantilatörler harıl harıl çalışmasına rağmen millet ve biz gelecek olan gelin ve kortejini beklerken hafif bir uğultu ve sabırsızlık alametleri olan konuşmalar. Nihayet aniden yukarıda kafes paravan içinde olan korodan ürpertici bir ilahi arya söylenmeğe başladığında millet başlarını giriş kapısına çevirip ilahinin verdiği ürperti ile beyaz gelin elbisesi ve duvağı önde olan gelin kortejini karşılarken benim kalbim bu arada heyecandan olsa gerek yüz elli atmağa ve ayaklarım buz tutmağa başladı. Her gelin böyle bir günde güzeldir derler. Ancak benim gelinim hepsinden daha güzel ve endamlı. Düğün merasimi Maçoro, Jojo arkadaşım ve bir başka hazanla söylenen yedi takdis duasından ve Sefer Tora açılıp kapatıldıktan sonra muhteşem bir şekilde sona erer. Biz artık Türk ve Yahudi ananelerine uygun karı koca olduk.

Bizler de herkes gibi zamana uyarak biriktirdiğim biraz para ile daha evvelden ayarlamış olduğumuz programa göre ilk evlilik gecemizi Yeşilyurt’taki otelde geçirdikten sonra sabahına havaalanına varıp Antalya’ya uçuyoruz. Gaye Alanya’da hoş, güzel bir hafta sürecek balayımızı geçirip İstanbul’a varıp İsrail’e göç hazırlıklarımızı bitirip İstanbul’dan ayrılmak.

Alanya’ya vardığımızda hiç alışmadığımız sıcak bir hava ile karşılaşıyoruz. 32 derce sıcaklık. Ne fark eder, bizler için mühim olan otel ve beraber yalnız kalıp birbirimizden zevk alıp eğlenmek. Alanya henüz basit,  deniz üstünde bir küçük kasaba… Otel tek kat küçük küçük etrafa serpilmiş odacıklar ve önünde küçük teraslar... Etraf pek kalabalık değil sesiz.

Daha evvelden aldığımız bilgilere dayanarak Janti üstüne bir güzel Bepanten krem sürdükten sonra güneşten ısınmış kumlara basmak ve denize gitmeğe kalktığımızda sanki kızarmış kömürlere basarak ancak deniz kenarına güçlükle vardık. Deniz yağ gibi, sessiz ve durgun. Dalıp biraz yüzdükten sonra dışarıdaki sıcaklık daha az hissedilir oldu. İnsan sudan çıkmak istemiyor. İşte biz tabiatın bir beldesi denebilecek böyle bir yerden zevk almağa başladık. Denizden çıkıp sıcak kumlara basıp etrafa serpilmiş şezlonglara vardığımızda tek düşünce İstanbul’a döndüğümüzde millete ne biçim bir yerde olduğumuzu gösterecek delil için kızgın güneşin altına yatıp bronzlaşmak.

Saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varmaksızın bir deniz, bir güneş derken günün geç saatlerini bulduk. Sıra akşam yemeğine hazırlanmaya geldiğinde Jantiye baktığımda karşımda sıcak kaynar sudan çıkarılmış kıp kırmızı bir ıstakoz görüyor ve parmağımla Jantiye olanı göstermek istiyorum. Bunun için koluna dokunduğumda büyük bir çığlık ve ağlama ile karşılaşınca buradaki güneşin ne Bepanten nede başka bir şeye aldırmayıp her şeyi kızarttığını anladık ve balayımıza vücudumuzu yoğurt mandırasına çevirip böylece ahlar ve vahlarla başladık. Yoğurt arayıp sorarken yakınımızdaki odalarda yine bizim gibi balayı için gelmiş gayet hoş ve cici bir çiftle tanıştık. Hanım çıtıpıtı, erkek güler yüzlü çok hoş bir genç, oradan buradan konuşurken hanımın tıbbiyenin beşinci sınıfında halen talebe ve onun bir şilepte ikinci kaptan olduğunu öğrendikten sonra kanımız kaynayıp balayımızı beraber devam ettirmeğe başladık.

Hayatta neyin nereden gelip nasıl gideceğini hesap etmek onun hesabını yapmak her ne kadar istenilse de evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Bazen öyle olaylar oluyor ki sevindirdiği gibi aynı şekilde üzüyor. Akdeniz ve Egenin tabiat güzelliklerini görüp gezerken kendime niçin bu güzel memleketten ayrılıp bilmediğim insanlarını tanımadığım, örf ve adetlerinden haberim olmadığı memlekete gitmek üzereyim. Nedir bu acele? Ne bu küs? Ne bu heyecan? Bu kadar nesiller bu memlekette yaşayıp, büyüyüp, yeşerdiler, çoluk çocuğa karışıp hayat sürdürüp döllerini yetiştirip göç edip gittiler? Ve ben ansızın bütün bunları silip arkama bakmadan karımı alıp göç ediyorum. Neden? Niçin?

Zaman durmak bilmiyor günler, haftalar, balayı bitti. Bizim İstanbul’dan ayrılma günlerimiz gelip çattı. Zor, çok zor, ne var ki genç yaşın verdiği heyecan, ileriyi görüş ve düşüncelerle geçen bu hayat süresi içindeki insanları, gezip büyüyüp geliştiği semtleri, o yerleri, anlatılması çok zor boğazın, adaların hafif rüzgârı, hoş kokuları, ada vapurundan karşıya bakıp her zaman haz duyulan akıl almaz manzaraları, hatırada daima kalacak. İyi kötü hatıralarım, arkadaşlarım, örf ve adetlerimi kendimle alıp gidiyorum. Arkaya bakmak zor ve çok zor… Bütün bu zor soruları otuz yıl evvel benim kendime sorduğum gibi babam da kendisine sormuş mu idi? Neden beni bu ilerisi meçhul olabilecek bu maceradan vazgeçirmek için kendi hikâyesini anlatıp ikaz etmiyor? Neden bu kadar susuyor? Susuyor?

Artık bende büyüdüm ve idrak eden bir insan olarak memleket ve İstanbul’da değişmekte olan demografik durumu olamıyorum. İstanbul artık çok kalabalık… Anadolu’dan İstanbul’a olan yoğun göç gerek İstanbul halkını gerek biz azınlıkları rahatsız etmeğe başladı.
İstanbul’un kendine has örf ve âdeti, davranış, giyim kuşamı, şivesi olan bu göç yüzünden sanki ortadan kaybolup yok oluyor. Nüfusu sekiz yüz bin iken milyonlara dayanması ile sokak ve caddelerde insan selleri ortaya çıkmaya başladı. Akıl almaz bir hızla evler yapılıp sokaklardan göğü görmek zorlaştığı gibi kışın kalorifer ve sobaların dumanları yüzünden nefes almak güçleşti. İstanbul’un alt ve üst yapısı bu durum karşısında artık çökmüş olup elektrikler sık sık kesildiği gibi bu kadar da millete lüzumlu olan su dağıtımı bazen bir haftayı da buluyor. Allah korusun sokakta gezip eğer dalmış isen kendini kaldırımdaki yeni açılmış bir çukurun içinde bulup yaralanır isen hasta haneye tedavi olmağa gittiğin takdirde zor bela şansın yaver gider ise tedavini görebilir veya göremeyebilirsin de. İnsan hayatı bini bir para... Böyle bir memleket havası içinde bizler ki kendimizi yeni kuşak görmek istedik pes edip çok sevdiğimiz, büyüyüp yeşerdiğimiz ondan her an zevk aldığımız güzel İstanbul’umuzu arkada bırakıp yeni, modern geleceğimiz umudu ile burasını istemeye istemeye terk ediyoruz.
HELAL OLSUN SİZLERE HEY BÜYÜK BÜROKRATLAR, HEY MUHTEREM SİYASETÇİLER, BÜYÜK KAŞARONLAR, HEY YÜCE TÜRK MİLLETİ...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder