27 Mart 2014 Perşembe

25 - Ver elini İsrail


Nihayet arzu edilen, edilmeyen gün gelip çattı. Doğup büyüdüğüm yüksek tahsil görüp adam olduğumu sandığım, beş yüz yılın üstünde mezhebime himaye verip yaşamını ve şahsiyetini koruyan Türkiye topraklarını bırakıyorum. Bebekliğim, çocukluğum, gençliğim tatlı unutulmaz güzel sıcak sımsıcak hatıralarım, arkadaşlarım bütün bunlar ne olacak? Bunları arkada bırakıp nereye gidip ne arayacağım, istikbalimi orda mı bulacağım? 450 senedir bu topraklarda yaşadık yeşerdik. Ölülerimizi burada gömdük, ziyaret ettik. Nedir bu düzensizlik? Nedir bu yeni dünyanın yeni düzeni?
Yönlendiğim yer Yahudi Milletinin iki bin senedir ona dönmek için gayret ettiği, acı kanlı harplerin neticesinde modern, yepyeni, sosyal hakları sinesine toplamış milletin Ortadoğu’daki İsrail Ülkesine gidiyorum.

Her Yahudi gibi benim de hayatımın kaderinde tekrar göç etmek varmış. Bu göç annemin, babamın
1949 senesindeki Galata yolcu rıhtımından çıkan, uzaklaşan Etrüsk vapurunun ufuklara dağılan baca dumanı ve rıhtımdakilerin vapurdakilere salladıkları mendil ve göz yaşları gibi oluşuna hiç benzemiyor. Yeşilköy Havaalanı salonları sesiz, insanlar dünyanın her tarafına uçmak için her biri kendi yönünde, ne ağlaşmalar ne bağırışımalar, göze çarpan tek şey bazı köşelerde kümelenmiş biz gibilerin birbirleri ile kucaklaşıp sessizce vedalaşmaları. En nihayet babamın yanaklarından dökülen göz yaşları ve eski tecrübesine dayanarak omuzuma koyduğu el ve nasihat sözcükleri.

Zaman aynı zaman değil, aradan otuz yıl gibi uzun bir zaman geçti. İsrail Devleti bütün güçlüklere, harplere rağmen gelişti, güzelleşti, Ortadoğu’nun en kuvvetli, en modern en demokratik, onu halen kabullenemeyen Arap memleketlerinin çıbanbaşı memleketi haline geldi. Bizleri tek ırgalayabilecek mevzuyu, hayatımız boyunca yalnız tarih kitaplarında kılıç ve top seslerini duyan bizlerin hakiki canlı olarak yaşanan harp memleketine giderken yaşın verdiği heyecan ve korkusuzluğa bağlı olsa gerek düşünmüyoruz.

Artık son kucaklaşmalar sessizce ağlaşmalar ve yanaklardan dökülen tuzlu üzgün yaşlar. Yeni memleket vazifesini bitiren kardeşime sarılırken içimdeki acayip hissim ‘onu ne zaman tekrar saracağım kucaklayıp kukusunu hissedeceğim, aramızdaki uzaklık bizlerin arkadaş olmamıza mani olacak mı? Onun özlemine dayanabilecek miyim? Artık bütün bunları düşünmek için vakit çok geç pasaport kontrolü, kısa bir bir yol ve bizler arkaya baka baka uçağın merdivenlerine tırmanıp kendimizi uçağın içine atıyoruz. Ne sallanan mendiller, ne Marmara’nın mavi suları, ne Sarayburnu köşesinde uzaklaşan vapurun istim ve son düdüğü ile ufukta kaybolan el sallayan insanlar. Düşünce ileride muvaffak olup tekrar büyüyüp yeşerdiğimiz memleketimize gelip herkese kendimizi göstermek.

Uçak bütün kuvveti ile burun verip ufuğa uçmağa başlaması ile iki saat gibi kısa rahat bir uçuştan sonra Tel Aviv hava alanına tekerleklerini sürttüğünde içim bir hoş iken ben Janti’ye, Janti bana bakarken sanki biz birbirimizi sevdikten sonra hiçbir güçlük bizi yolumuzdan edemez demek istercesine sarıldık, sarıldık.

Uçak kapısından çıktığımızda suratımıza Antalya Hava alanına indiğimizde hissettiğimiz sıcak rüzgâr bizlere hoş geldiniz, bu Hamsindir dercesine karşılandık. Memleket göçmen kabul eden olduğundan biz ve diğer doktor arkadaşlar ve hanımları ile birlikte muhaceret kısmına alınırken etrafta alışagelmediğimiz yüksek sesle konuşmalar, karşıdan karşıya müzakereler, el ve kollarla konuşmalar ve anlamadığımız motorize kutsal İbrani lisan. Sıra halinde olan bölünmüş kısımlara girip muhacirlik işlemlerini tamamladıktan sonra diğer doktor arkadaşlarla birlikte numaraları birbirini takip eden kırmızı muhacir kartları ve bir miktar başlangıç harçlık parası aldıktan sonra merakla İbranice olarak isimlerimizin nasıl yazıldığına baktığımızda birbirimizin yüzüne bakıp gülerken heyecandan yüksek sesle Türkçe konuşmaya başladık. Etrafımıza baktığımızda bizlere dikkat edip kızan kimseyi göremedik. İşte istediğimiz demokrasi serbestlik.

Bütün muameleler bitip hava alanından çıktığımızda arkadaşlarım Sohnut’un yönlendirici adamı ile Aşdot diye tanınan yerin ’’Ulpan Akademaim’’ lojmanına gitmek için taksiye binerken bizleri amcam ve Jantinin ablası karşılıyorlar. Her ne kadar sevinç ve güleryüz ile karşılanıyor isek te içimde acayip bir his  ‘’senin ne işin var, bilmediğin bu memlekette, tanımadığın bu insanların evlerine yeni evli olarak girip onları rahatsız etmek’’ diyor.

Niçin bizler de diğer arkadaşlarımla beraber gitmedik düşüncesi o akşam beni uyutmadı. Ancak yaşın verdiği tecrübesizlik, arkada bıraktığımız bizlere tembihleri ve nasihatleri ve aile terbiye ve bağları bizlerin bu yeni memlekette ilk yanlışlarımızı yapmamıza sebep oldu. İlkokul ve liseden kalan hafif İbranice lisanımın bana verdiği cesaretle ilk gün sabahında millete derdimi anlatmaya yeterli olurken Janti’nin de tercümanı oldum.

Sabahın orta saatlerinde etrafı tanımak için Bat Yam’ın deniz kenarına doğru gittiğimizde buranın yepyeni apartmanlar, genç insanlar, deniz karşısı küçük gezinti şeridi, mavi ve dalgalı bir denizle karşılaştık. Memleketin ilk misafir günlerini geçirdikten sonra biran evvel bulunduğumuz evi terk edip kendi köşemizi bulma zamanının geldiğini hissetmeğe başladım bu anda biran evvel de iş bulma çarelerini aramaya başladım. İlk adım babamın kardeşi Yafodaki Gantamar kısmında olan bakkal dükkânındaki müşteri tanıdıklığı ile deniz karşısındaki DONOLO hastahanesinin iç hastalıklar servisinde bir yer ayarlandı. Nihayet sevdiğim hastahane kokusuna ve koğuşlarına kavuşuyorum.

Sıcak bir akşamüstü Bat Yam’daki emlakçıları dolaşırken önümüzde lise arkadaşım Moriz Razon’a rastlamamız o andan itibaren her şeyin daha çabuk ve daha düzenli gitmesine sebep oluyor. Ne demişler, parada zengin olma, arkadaşta zengin ol. Artık kendi kiraladığımız güzel evimizde istediğimiz zaman yıkanır istediğimiz zaman kalkar, istediğimiz şeyi yer, istediğimizde güler istediğimiz zaman sevişir ağlarız.

Denildiği gibi kolay bir memleket seçmediğimiz her şeyi ile belli oluyor. İnsan mantalitesini hemen kavramak çok güç olmasına rağmen kendimizi yeni komşularımıza sevdiriyor ve yavaş yavaş onlar gibi sıcağın verdiği gereklilikle şort ve atletle sokağa çıkar olduk. Janti ortama uyabilmek için bütün vesait güçlüğüne rağmen haftada iki gün Tel Aviv’deki Ulpan Meir dershanesine gidip lisan öğreniyor. Evimiz gayet rahat ve ferah eşya olarak şimdilik Türkiye’den getirdiğimiz yatak odasından ayrı mutfakta bir masa ve dört iskemleden başka salonda düğün hediyemiz olan bakır sinelin karton kutuların üstünde olmaları bize birazcık memleketi ve özlemi gideriyor.

Artık Bat Yam yavaş yavaş Türkiye’den göç edenlerin buraya yerleşmeleri, yeni eski arkadaşlıklar yenilenmesi, eve gidip, gelişler ile Türkçe lisanı her şeye hâkim oldu. Gelenlerin çoğu bizim gibi üniversite mezunları olup birçoğu evliliklerinin ilk adımlarını bizim gibi burada atıyorlar. Gaye hem İsrail gibi yeni, modern, ilerlemekte olan Yahudi memleketinde olmak ve aynı zamanda aile ve kendilerine muvaffakiyetlerini ispat etmek. Herkes için bu başlangıç çok zor fakat yıkıcı değil.

Geçen seneler zarfında dirsek çürütüp, kafa kırıp muvaffakiyetle alınan üniversite diplomaları biraz sonra Tel Aviv’deki Tahta Kale üniversitesi sayılan Levinski üniversitesinde açtıkları dükkânların duvarlarına bir gurur işareti olarak asılıyor. Bunu yapamayanlar çoktan bu diplomaları dolapların derin bir köşesinde veya köşedeki kutularda bırakıp unuttular.

Herkesin tek amacı gençliğin verdiği güç ve heyecanla biran evvel muvaffak olup geçinip ispat etmek.
Bütün güç ve sıcağın verdiği sıkıntılara rağmen artık Türkçe lisanından başka televizyon ve radyolarda haberler dinleniyor. Başka çare yok, ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin.

İlk altı ay Donolo hastahanesinde bedava nöbet ve az bir maaşla istemediğim dâhiliye servisinde çalıştıktan sonra en nihayet çok özlediğim cerrahi mesleğim için Ramla semtine yakın olan Assaf Harofe Hastahanesine kabul edildim. İsrail’deki buna benzer bütün devlet hastahaneleri bir birlerine yapı itibari ile benziyor. Baraka sistemi. Bu sistem İsrail Devleti kurulmasından evvel burada hükmeden İngilizlerin sistemi... Barakalar birbirlerine çok yakın çok hafif tahta ve betondan inşa edilmiş, birbirlerine dar beton prozdor ve saçtan yapılmış V şeklindeki damlarla bağlanıyor. Hastahane eskiden okaliptüs ağaçları arasında bir İngiliz askeri kampı imiş. Hastahane yaşamakta olduğum Bat Yam’dan gayet uzak gidiş gelişlerimi hastahanenin verdiği personel servisi olan iki taraflı ve ortasında uzun oturma sıraları olan kamyonla sabahın altısında ve dönüşü nöbetçi olmadığım günlerde öğlenden sonraları saat dörtte yapıyorum. Dediğim gibi kolay bir zaman değil fakat muvaffak olmak arzusu her şeyi unutturup siliyor.

Hastahane eski bir yer olmasına rağmen temiz ve daima bu baraka ve prozdorlar boyanıp duruyor. Bunun nedenini sorduğumda cevabını hemen almış oldum. MİLLET ÇALIŞMALI VE GEÇİNMELİ.
Tabiat insan vücudunu öyle bir şekilde yaratıp geliştirdi ki bütün mahlûkların en mükemmelini kıldı. Bu mükemmel bütün herhangi bir şekilde hasar gördüğü bir anda onun tamirini tababetin cerrahi dalına emanet etti.

Cerrah, ona tabiat tarafından emanet edilen bu harikanın tamir ve bütünlemenin icrası için gayret eder. Bunu ameliyathane dediğimiz hastahanenin en kutsal yerinde yapar. Cerrah bu kutsal tapınakta ilkin kutsal sessizliğini hissettikten sonra en yakın arkadaşı anestezi doktor arkadaşından iznini ve duasını istedikten sonra neşteri elinde tanrıdan kendine ve hastasına yardım duasını ettikten sonra pür dikkat lüzumlu ameliyatına başlar. Bu mukaddes vazifeyi yapıp bitirdikten sonra tapınaktan çıkarken hakkı olan tam bir primadonna gibi çıkar, böyle hisseder ve hareket eder. Bu tapınağın kutsal havasını bozmak için hiçbir kimseye ve hiçbir şekilde hak tanınmaz. Zira bu böyle gelmiştir ve böyle devam edecektir.

Cerrahide bir gerçek vardır. Her cerrahi müdahale hasta için büyük müdahaledir. Küçük müdahale yoktur. Küçük cerrah vardır. Ameliyat öncesi hastanın hissettiği korkuyu anlamak ve anlatmak o kadar zordur ki inandığı, itimat edip mukaddes vücudunu teslim ettiği kışı olan cerrah onu rahatlatır inandırır. Hasta itimadı kırıldığı veya güven duymadığı cerrah ve doktora ne gelir ne de ismini hatırlar.

Artık çok sevdiğim ve hasretini duyduğum ameliyathane kokusu ve projektörlerine kavuştum. Ameliyathane uzun bir koğuş ve dört tane ameliyathane odası ve tel örgülü,  buzlu camlı pencereleri arı kovanı gibi çalışan, genel ortopedi, jinekoloji, kulak burun ve bütün genel cerrahi ameliyatlarını yapan bir yer. Zaman geçtikçe herkes beni, ben herkesi tanıyor ve çok seviliyorum.  Neden olmasın. Ben ameliyathaneyi en kutsal bir tapınak olarak kabul edip, içinde çalışanları kutsal görüp onlara saygı ve hürmet ettikçe onlarda bana karşılığını veriyorlar. Ameliyathane odalarının hepsinde klima aleti olmadığı için yazın tel örgüye bağlanarak açık pencerelerle etrafa baka baka ameliyat yaptığımız günler az değil ve hepsi muvaffakiyetli.

Bütün bunları görmek için ne vakit ne de sebep var.  Burada modern ileri tababeti görüyor, öğreniyor ve ilerliyorum. Servis şefim babacan, güler yüzlü, eskiden Almanya kamplarından çıkmış altmış yaşlarında tombul tombul elleri sol kolunda Alman kamplarında verilmiş numara tauajı olan çok bilgili ve maharetli ameliyatlar yapan bir insan.
Servis yalnız genel cerrahi değil aynı zamanda bütün üroloji vakalarını görüp tedavi ettiği için bir taşla iki kuş tutuyorum. Servisteki çalışma şeklim servis hastalarının kabulü, diş poliklinik hasta kabul ve görülmesi, haftada üç gün sabahtan akşama kadar ameliyathane ve onun arkası haftada üç veya dört gece nöbetçi...

Bir iki hafta serviste çalıştıktan ve ona ameliyatlarda asistanlık yaptıktan sonra bir akşamüstü yarın bu hastanın safra kesesi ameliyatını yapacaksın dediğinde acaba İbranicem iyimi? İyi duydum mu? Kendi kendimi kontrol ederken hemen gözlerimin önüne eski Amerikan hastahanesindeki şefim Jül Barbut geldi. Demek ki artık asistanlığım safra kesesi ameliyatı için yeterli hale geldi. Sevincim ve heyecanım sonsuz, korkum da o kadar.

Bu memleketin vatandaşlarına vermiş olduğu sağlık sigorta şekli bizim Türkiye’de hiç tanımadığımız bir şekil ve teşkilat. Her İsrail vatandaşı kanuna göre vatandaş olduğu günden itibaren sağlık bakımından garantili olup Kupat Holim denilen sigorta şirketine bağlıdır. Bu sigortanın aidatı her ay kazandığı aylığından kesilir. Hasta doktor görmek istediği anda bu şirketin her şehir ve köyde var olan şubesine gider muayene olur ilacını alır ve para vermez. Gören doktor ihtiyaç gördüğü takdirde muayene ve laboratuvar bilgileri ile birlikte ya devlet veya Kupat Holim hastahane dış polikliniklerine veya acil servise yollar. Bundan başka hasta kendisi ihtiyacına göre şahsi olarak acil servise müracaat edebiliyor. Bu şekil bir teşkilat vatandaşına sağlık bakımından hem büyük bir ferahlık hem de doktor için erken teşhis ve tedaviyi sağlıyor.

Yeni evimizde artık pek yalnızlık hissetmemeğe başladık. Her yeni göç eden arkadaş, dost ve tanıdıklar evi doldurmağa başladılar. Kısacası kazika de Moşe Rabinu. Herkesin yeni muhacirlik problemleri, memleket özlemi, aile haberleri, yemek sohbetleri, hepsi Türkçe ve arada olur olmaz fıkralar, kelime oyunları, gülmeler, gülüşmeler, gençliğin verdiği heyecan ve sevinç devam ediyor.
İlk yılbaşı gecesi henüz sandıklardan çıkarılan smokin ve uzun şık kıyafetlerle yine bizim evde yapıldığında komşular hep beraber koridora dizilip gelenleri abuk abuk seyrederken dedikleri tek şey, ne bu? Purim bayramına daha iki ay var! Böyle kıyafetler ve tantanalar İsrail’de ne zaman göreceğiz? Burası şimdilik meçhul...

Hastahaneye gidip gelmek, gittiğim hastahanenin servis şekli,  zamanın geçip vergisiz araba hakkımın kaybolma tehlikesi yüzünden Türkiye’den bize verilmiş olan paranın bir kısmı ile araba almağa karar verdik. Mesele şimdi hangi arabayı almak... Ben hayatımda araba kullanmış bir insan olmadığım için bir müddet şoför kursu gördükten sonra arkadaşlarla uzun uzun münazaralardan sonra ve bir sürü araba broşürleri topladıktan sonra karar kılındı, en küçük arabalardan W.Wagen. Fakat aynı fiyata çok yakın olan Fransız arabası Peugeot’ya kararı arkadaşım Moriz ve İsmail verdiler. Araba gözümde o kadar büyük göründü ki boyu rüyalarıma kadar girdi. Arabayı aldığımız gün direksiyona geçtiğimde elim ayağım zangır zangır titreyerek evin önüne zorlukla getirebildim.  Akşam gözüme uyku girmiyor her an sanki arabayı çalıyorlar hissi ile habire kalkıp pencereden aşağıdaki arabamı seyrediyor, küçük çocuk gibi seviniyor ve yarın sabah nasıl hastahaneye gideceğimden korkuyorum. Artık evimiz ve arabamız var, işler yavaş yavaş rayına oturmaya başladı.

























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder