31 Mart 2014 Pazartesi

26- Ev sahibi oluyoruz



Türkiye’den getirdiğimiz paranın bir kısmını harcarken sıra her İsrail vatandaşı gibi bir ev sahibi olmak için bankanın vereceği borç para prosedürünü araştırıp kalan para ile ev sahibi olmak kararı.
İsrail memleketi vatandaşlarını sanki ev sahibi yapmak için adeta zorluyor. Şehrin her tarafı inşaat şantiyeleri ile doluyor, caddelerin her bir köşesi müteahhit ve emlakçı büroları ile dolu tıpkı Amerika'daki eski altın altına hücum sahneleri gibi.

Bütün bu hengâmede Bat Yam emlakçı ve müteahhit bürolarında Türkçe ilanlar ve konuşanlar, bu da yeni bir iş. Ev için, oturduğumuz evdeki komşumuzun müteahhit ağabeyinin yapmaya başladığı denize yakın olanı ile karar kıldık. Her ne kadar evin bitimi bir sene sonra olacak ise de şimdilik gayet rahat ve iki kişi ve arkadaşları kabul edebilecek ferah bir evimiz var.

Bu durumda çalışıp kazandığım paranın 1/3 bu borca gidecek, olsun neticede az bir para ile herkes gibi ev sahibi oluyoruz. Böylece olan geri parayı da buraya yatırdıktan sonra kala kala aylığımın üçte ikisi ile geçineceğiz. İstanbul’da iken tasarladığımız programın bir kısmı gerçek oluyor.
 
Muhaceret göründüğü gibi her zaman bu kadar tatlı gitmez. Bir yerde patlak vermesi şart galiba… Aksi takdirde ileride anlatmak için mevzu kalmayacakmış gibi Janti hamile, ben full time, gün aşırı nöbet ve ameliyatlar eve yorgun argın döndüğüm bu günlerde evini kiraladığımız ev sahibi gelip bir ay içinde evi terk etmemizi istiyor. Şimdi öp babanın elini. Bütün tatlı rüyalar bir anda yıkılır gibi oldu. Böyle kısa bir zamanda ben şimdi nerede ev bulayım? Kim altı ay için ev kiralar. Anne, baba evi yok ki gidelim bu dalgayı geçirelim. Olan akrabalar herkesin kendine göre küçük evleri, arkadaşlar dersen bizler gibi gariban. Kala kala aklıma hastahane lojmanı geldi. Sabahına ilk iş olarak hastahane idaresinde nefesimi aldım. Olan olmayan İbranicemle idaredeki işçi kısmı baş memuruna durumumu anlattığımda yüzüme bakıp gayet ciddi bir tavırla “araban var mı’’ sorusuna gayet saf ve tecrübesiz olarak evet cevabını verdiğimde ‘’çok güzel mademki otomobilin var akşamları orada yatıp gündüzleri hastahanede dolaşırsınız’’ cevabı karşısında hemen gözümün önüne babamın 1949 senesinde ki durumu gözümün önüne geldi. Fakat ondan farklı idim. Ben bir doktorum, benim bir mesleğim ve şahsiyetim var. Hiç kimse beni yolumdan alıkoyamaz. Kaldı ki cevabı veren benim gibi bu hastahanede çalışan bir memur. Her ne kadar otomobilde yatmayacaksak da ilk günlerimizi bir demir yatak, bir musluk ve bir saç dolaplı nöbet odasında geçirmek mecburiyetinde kalıyoruz.

Hamilelik zor bir şey olsa gerek, fakat Janti bütün bu zorluklara rağmen bana yük değil. Akşam üstleri yemekhanede yemek yedikten sonra eğer ameliyat yoksa yatıncaya kadar ameliyathanedeki yemek odasında vakit geçiriyor ve sonra geç vakit odaya gittiğimizde bazen yanlışlıkla odaya girmek isteyen nöbetçi doktorlarla karşılaşıp durumu anlatıyoruz.

Geçen akşam gecenin geç saatlerinde birdenbire Janti uyanıp aniden ağlamağa başlayıp karnı çok aç olduğundan şikâyet ettiğinde “yahu ne ağlıyorsun hemen hal ederim’’ dedim, içimden ‘’şimdi öp babanın elini.” Bu saate bu hastahanede ne bulabilirim?’’ deyip ameliyathanenin yolunu aldığımda “eğer azıcık sıfır yağlı beyaz peynir ve biraz margarin, ekmek bulursam bu iş hal olmuş olur’’ düşüncesi ile ameliyathane yemek odasına girdiğimde ortada kuru ekmek dilimlerinden başka bir şey bulamayınca bir parça pamuk biraz alkol aldıktan sonra odaya dönüp alkollü pamuğu tutuşturup ekmek dilimlerini kızartıp Jantinin açlığını giderdim. Halen yılmıyor ve her güçlüğe göğüs geriyoruz. Bakalım bütün bu hikâyeyi ne zaman nerede ve kimlere anlatacağız.

Nihayet şans bize gülmeğe başladı, doktor arkadaşlardan İzmirli arkadaşımın iki aylığına tayini çıkınca bizlere kendi hastahane lojmanı olan kırmızı kiremitli barakasını bir müddet için verince kendimizi sanki büyük bir konakta hissettik. Artık nöbet odasına gece ortasında kapıyı vuran olmayacak ve Janti olan gaz ocakla az çok sevdiğimiz hafif yemekleri pişirip yiyeceğiz. Villamızın arka yırtık tel dolaplı kapısı çimenli bir kısma çıkıyor. Bir küçük oturma odamız ve yatak, başka ne isteriz? Neticede yirmi dört saat beraberiz. Zaman geçtikçe burada bile Cumartesileri misafir ağırlıyor, hafta ortası nöbetçi olmadığım günler nefesi Bat Yam’daki Türkiye’den gelen arkadaşların yanında alıp dönüyoruz. Mühim olan beraber olup Türkçe konuşmak ve debarkaderde tur atmak. Baraka her ne kadar romantik görülüyor ise de asbestten yapılmış olduğundan gündüzleri güneşin sıcaklığı ile bir kızgın fırın, akşam ise frijider. Flit atmadığımız takdirde sivrisineklerden akşam ne uyumak ne de nefes almak mümkün oluyor. Eğer az patırtılı bir vantilatör bulursak o akşam nispeten rahat ediyoruz.
İzmirli Dr. İsrael geri döndü ve bizlere yol göründü. Daha bizim ev yapıda biz şimdi ne yapacağız? Hastahanede halen lojman yok, bir daha nöbet odasına girmek akıl karı değil derken arkadaşım Moris bizleri kendi evlerine misafir etmeğe hazır olduğunu söyleyince bir düşünce aldı bizi. NE YAPARIZ GİDERMİYİZ? Tekrar başkalarının evinde yaşamak nasıl olur? Onlar çoluk çocuk sahibi. Ev dediğimizde onlar da ancak kendilerine yetecek iki buçuk odalı bir ev, bizi nereye koyacak? Yine de helal olsun, arkadaş dediğin böyle günlerde belli olur.

Hadi bakalım tekrar göç, ne yapalım kaderimiz bütün Yahudilere has ise, bizde biraz daha fazla.
Her ne kadar zor ve acı günler geçiriyor isek de kırılmamaya bakıyor, olayların iyi tarafını görmeye gayret ediyoruz. Kendimize aldığımız hafif gardırop eşyalarımızı arkadaşlar arasında dağıttıktan sonra arkadaşım Moris’in evine yerleştik. Artık ardımıza bakıp düşünmeyi çoktan bırakıp yalnız aldığımız evin biran evvel bitimi için gece gündüz dua ediyoruz.

Günler haftaları, haftalar ayları ve nihayet bizim ev ayakta ve girilebilecek veya girilemeyecek durumu fazla düşünmeden kendimizi dört duvar arkasına attık. Ne demişler, çok tatlı yemek sonunda mide bulandırır. İşi yerinde bırakmak lazım... Zamanında bırakıp evimize yerleştik. Haydi, hayırlı uğurlu olsun. Evimiz Bat Yam’ın güneyinde ana caddenin arkasında dört katlı denize beş dakika uzaklıkta, salon, yemek odası, küçük bir mutfak ve taraçası, iki yatak odası, salon, önünde küçük bir masa ve iskemle sığabilecek bir de tarasa, hepsi toplam doksan dört metre kare. Akşam yattığımızda denizden gelen dalga sesleri ile ilk günler uyumak zor.

Binanın etrafında şimdilik hiçbir şey yok. Her geçen gün yağmurdan sonra türeyen mantar gibi binalar yapılmaya başladığında bütün arkadaşlar yeni evlerini etrafımızda satın alıyor ve kısa zamanda küçük Türkiye Yahudileri cemaatini evimin etrafında kuruyoruz.

Her ne kadar etrafımızı bu şekilde kendimize has geliştiriyor ve kuruyor isek de yine unutmamak lazım ki bizler bu memlekette yaşamaya ve aile kurmaya kararlı insanlarız.
Memleketteki örf ve adetlerden bahis edecek olursak zannediyorum ki abese kaçacak. Bu memlekette o kadar çok memleketlerden insanlar toplanıyor ki, her insan kendi memleketinden getirdiği örf ve adetleri toplayıp karıştırıldığı zaman hiçbir rengi, tadı, sekli olmayan bu memlekete has bir şekil alıyor. Bunu özelleştirip bu memlekete has olabilmesi için birkaç nesil geçmesi şart, Şimdilik görülen ve yaşanan şekil Tevrat’taki Babil kulesinden farksız. Herkes herkese bakıp yine de kendi örf ve adetlerine göre yaşamağa bakıyor.

Bir memleketi ve milleti özellendiren şeylerin başında olan mutfak buna bir misal olarak alınabilir. İsrail memleketi mutfağı sorulduğunda buna cevap homus, falafel ve pita cevabı alınır ki bu mutfak değil müsvedde bir olay.

İnsan davranışları tıpkı Babil Kulesine benziyor. İnsanların aralarındaki konuşma değil bağırışımadır, sanki birbirleri ile münakaşa ediyor, daima konuşma el ve kol hareketleri ile yapılıyor, insanlar arasında hürmet ve saygı hemen hemen yok denecek kadar az bu da bizler için hem zor hem çok yabancı. Bizler ki pederşahi aile terbiyesi gördük ‘siz ve biz’ kelimeleri ile büyüdük bütün bunları unutmak mecburiyetine geldik.

Örf ve adetlerden bahis ederken yine bizleri güldüren ve acayip kılan yaz aylarının sıcak günlerindeki giyiniş şeklimiz. Bizler de herkes gibi şort ve atlet veya onsuz iş yerlerinde sokaklarda dolaşmağa başladık, netice bizler havaya uyup herkese benzemeye başlamamıza rağmen Aralık ve Ocak aylarında olan yağmurlu ve soğuk günlerde kendi içgüdümüze uyarak elimiz otomatik olarak dolaptan uzun kollu gömlek, kravat ve takım elbise alıp ayna karşısında eski şeklimizi gördüğümüzde içimizde bir burukluk hissetmemek mümkün değil. Benim yönümden hastahaneye gidip servise bu şekilde girip etraftaki doktor, hemşire ve hastaların acayip bakışlarını görmek hoş bir his.

Bu acayip bakışlar daha sonra komplimanlarla süslenip zamanla bu insanların bizlerde görmüş oldukları şeyleri kopya edip ilkin kravat sonra dolaplarda eski kalmış ceket giyerek bizlere benzemeğe başlıyorlar. Demek ki bizler de bu memlekete güzel bir adet getirmeğe muvaffak olabiliyoruz.

İşte problem şimdiden sonra başlayacak. Doğacak çocuklarımızı hangi örf ve adetlere göre büyüteceğiz? Bizler evde hangi lisanı kullanacağız? Ana lisan ve adetlerimizi yana bırakıp bizler de çocukların bu havada büyüyebilmeleri için her şeyi feragat edecek miyiz? Bütün bunlar ne kadar zaman alacak? Bütün bu çelişkiler bizleri değiştirip başka bir mahlûk mu yapacak? Bütün bu suallerin cevabını ileriki zamanın bizlere göstereceğinden eminim.

Hastahanenin kadrosu yavaş yavaş Türk kökenli yeni göçmen gelmiş genç doktorlarla dolmağa başladı. Buraya ilk gelenlerden ben olmam galiba yeni gelenlere yol gösterdi. İzmir’den Dr İsrael Bezeyişli, Dr Sami Perpinyal, İstanbul’dan Dr Yona ve Rifka çifti, İzmir’den Dr Şikkar, İstanbul’dan mütehassıs olarak gelen Dr Jak Filiba, Dr Leon Kohen,  stajyer Dr Refael Lombrozo, Dr Menahem Barokas. Bazı arkadaşlar kendileri Belinson ve Tel Haşomer hastahanelerini seçip ihtisasa başladılar Bunlardan Dr Selim Benzeray, Dr Albert Erseven, Rafael Halfon. Bizim gelişimizden evvel Berşeva hastahanesinde bir seneden beri ihtisasta olan sınıf arkadaşlarım deniz havasından mahrum Dr İzak Levi, Jak Kaneti, Davit Levi, İsrael Bezeişli, Marko Altaras, Afula hastahanesinde Dr Moiz vs...  
Bu şekilde İsrail hastahane kadroları Türk kökenli doktorlarla dolmaya başladığı gibi eskiden gelmiş daha yaşlı, kimisi servis şefi kimisi profesör kimisi mütehassıs olan Türk kökenlileri tanımaya ve kendimizi tanıtmaya başladık.

Artık bu memleketin suyuna havasına alışıp yaşamaya başladığımız bu üçüncü senede yirmi küsur senede inanılmaz bir ilerleme ile bütün Akdeniz memleketlerine ve dünyaya kendini modern teknolojisi ve ordusu ile kabul ettirebilen bu küçücük İsrail memleketi, tekrar Arap memleketlerinin savaş tehdidinde...
























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder