6 Nisan 2014 Pazar

27-Kipur savaşı



Ekim ayının başlangıcındaki ilk haftada Yahudi milletinin en kutsal günü sayılan Kipur günü, bu günü ta çocukluğumdan beri daima özel bir gün olarak görür ve ona has herkes gibi eski ananelere dayanarak her Türk Yahudi’si gibi hareket etmek hissini duyarım. Nede olsa dindar değilsem de ananeleri devam ettirmek isteyen bir kişiyim.

Sabah erken saatte elime talleti alıp bütün Bat Yam’daki ekseri Türk Yahudilerinin toplandığı Sinagogun yolunu yayan giderken yolda acayip bazı olaylar hissetmeğe başlıyorum. Boş ve vasıtasız olması gereken caddelerde arada bir vasıtalar geçip gidiyor. Bu acayip düşünce ve his ile Sinagoga varıp diğer arkadaşlarımın oturdukları tarafta yer bulup bildiğimiz ve unutmadığımız Türkiye’deki makamlarla dua etmeğe başladım. Böyle kutsal sayılan bir güne dindar veya değil ateist veya değil herkesin ona özel bir saygısı ve inancı vardır.

İsrail topraklarında bu günün anlam ve şekli tam manası ile hissedildiği için bu günü kutlamak için dünyanın birçok memleketlerinden Yahudiler gerek günün kutsallığını hissetmek ve gerek aile yakınları ile birleşebilmek için turist olarak geliyorlar. Böyle bir günde sanki bütün memleket tam bir grev içindedir, ne giren ne de çıkan vardır bir tek şey his ve adet. Çocuklar içinse bisiklet bayramı da denebilir. Sinagogun içi zaman geçtikçe vantilatörler harıl harıl çalışmalarına rağmen hep beraber söylenen dualarla daha da sıcak olmağa başlıyor Hazana kulak asıp ta küçük yaştan beri ezbere bildiğimiz duaları mırıldanır veya yüksek sesle söylediğimiz bir anda Sinagogda acayip bir hareket olmağa başlıyor. Yanımdaki arkadaşlarımdan ve tanıdıklarımdan birbirlerine fısıldaşarak talletleri toplayıp dışarı çıktıklarını görüyorum. Kısa bir zaman içinde Sinagog içinde daha yüksek sesler duyulup memleketin harbe girip seferberlik ilan edip radyoların açılıp asker kodları okunduğu duyuldu. Artık ne anane ne örf ne de adet düşünebilecek hal kaldı. Küçücük bir devlet, küçücük bir İsrail milleti hayat mücadelesine gidiyor. Etraf memleketler bu yeşermekte olan memleketi hazmedemeyip tekrar imha yolunu tutular. Her ne kadar şimdiye kadar bu gayretleri boşa gidip toprak, insan ve maddi kayıplar vermiş iseler de cehaletleri yüzünden, büyüklük hisleri yüzünden ders almayıp aynı yola başvuruyorlar. Ölecek olanlara yazık, öksüz kalacaklara, yazık dul kalacaklara yazık. Neticede her iki taraf kaybedip acı çekecekler.

Artık bu kendine has tanrıya inanan inanmayanları gerek düşüncede gerekse davranışta birleştiren kutsal gün bitti. Sokak, cadde ve Sinagoglar boşalmış evlerde küme küme insanlar radyo ve televizyonların başında söylenecek kodları duyuyor ve evde her zaman hazır olan ihtiyat çanta ve postallarını kapıp caddelerde bekleyen kamyon otobüs ve kamyonetlere dolup kıtalarına gitmek üzere gözü arkada olmadan koşup son hızla yol alıp kayboluyorlar.

Bizler ki yalnız tarih kitaplarından harp kelimelerini öğrenip okuduk ezberledik, şimdi bu gerçeği yaşıyor, acayip bir korku içinde olanları seyrediyor yaşıyoruz. Biz yeni göçmenler bu oyuna iştirak etmiyoruz. Zaman geçtikçe sokaklar tekrar eski halini aldığında hissedilen olay etrafta çoğu kadınların ve çocukların dolaşması ve acayip bir sessizlik, asık surat ve düşünce dolu insanlar...

Ben ve benim gibilere sokak ve evlerde bir acayip gözle bakılıyoruz. Bütün bu hengâmede ben ve benim gibi yeni muhacir arkadaşlarım askerlik yoklaması dahi yapmadığımızdan oyunun dışındayız.
Arkadaşlardan senelerdir İsrail’de yaşayan ve altı günlük savaşında harp eden Moris Sinagogdan çıkıp evde tankçı tulumunu üstüne çektiği gibi helalleşmeğe vakit bulmadan Golan tepelerindeki kıtasına koşup harbe girdi. Ben ve benim gibi hemen hastahanelere gidip lüzumlu vazifeler hakkında direktifler aldıktan sonra her birimiz yerlerimize dağıldık. Hastahane bütün ağır olmayan hastaları taburcu ettikten sonra harp alanlarından gelecek olan yaralıları kabul etmeğe başladık. Görevim ilk yardım odasında gelecek yaralıların ilk tedavi ve lüzumlu teşhis kısımlarına yönlendirmek, icap ettiği takdirde ameliyathaneye girip yardım etmek. Zor bekleyiş, demir kadar kuvvetli sinir harbi yapıp radyo dinlemek...

İlk acil odası harpten evvel fizyoterapi salonu olan büyük bir salona alındı ve bütün duvarların dibine sedyeler, karton karton plastik serum torbaları, acil pansuman ve lüzumlu alet edevat yerleştirdikten sonra hepimiz bir ölüm sessizliği içinde devamlı harp haberleri ileten radyonun başında birbirimize bakıp dudaklarımızı ısırıyor tırnaklarımızı kemiriyoruz.

Kolay bir harp değil. Arap memleketleri bizi Kipur gibi bir günde her ne kadar hazır olan bir memleket olsa bile pantolon aşağıda yakaladı. Harp Golan tepelerinde, Suriye, Sinay yarım adasında Mısır ordusu ile kıran kırana başladı. Gelen radyo haberlerine ve herkesin yüzlerine bakarak ne kadar zor ve acı geçtiği belli. Harbin birinci gününden bütün İsrail’deki hastahanelerin ameliyathaneler dolup taşıyor. Bizim hastahaneye bir girişte altı yaralı geldiğinde ameliyathane ilk üç ağır yaralı ile tıkandı durdu. Çare olarak daha evvelden yeraltında hazır olan ameliyathaneler açılıp hastalar orada ameliyata alındılar.

Tıp hayatımda ilk olarak harp yaraları ile karşı karşıyayım. Acayip bir his ve görüş. Biz doktorlar hasta, sakat olan insanların mahzurluklarını giderebilmek için her şeyi yaparken, harp insanoğlunun yarattığı ve onunla gurur hissettiği alet edevatı ile Tanrının en mükemmel varlığını yok edebilmek için bütün gayretini sarf ediyor. Yazık değil mi? Günah değil mi? Tanrı neden kulak, göz, ağız verdi? Bu çirkinlikleri, bu haksızlıkları, görüp, işitip, konuşmak, anlaşmak var iken her şeyi siyaha, kirli kırmızıya boyuyorlar? 

Artık bütün günlerimiz radyodan duyulan haberler ve gelen yaralıların anlattıkları ile toplu iğnelerden yaptığımız küçük bayraklarla haritada harbi takip etmeğe başladık. Günler geçtikçe cephelerden gelen haberler acı ve zor olmağa başladı. Bizim hastahane yaralılar ve ruhen harp şoku ile yaralananlarla dolmağa başladı. Bu gençler birkaç gün evvel aile, arkadaş ve etrafları ile gülüp, şakalaşıp hayat mücadelesinde savaşırken şimdi bulanık bir noktaya bakan acı gözler, beyaz duvarlara bakıp bir şeyler düşünür oldular. Böyle bir tablonun karşısında olmak çok zor, acı, yıkıcı. Bu harbin kazancı hastahaneden aileme getirdiğim bitlenme hatırası oldu.

Bir memleketi memleket yapan, dünya millet ve memleketlerine kendini kabul ettiren fonksiyonların öncülerinden başta geleni, kendini savunması için kurduğu kuvvetli ordusudur. Her ne kadar ordu alet, edevat ve teknoloji bakımından kuvvetli olması gerekiyorsa onu büyük yapan milletin ideolojisidir. Bu memleket bu kadar senedir savaştan savaşa etraf millet ve memleketlerin kötü ideolojileri ile mücadele ederken, kendi milletine yarının daha iyi olacağına inandırmağa bakıyor. Memleketin tek sözcüğü  ŞALOM = SULH.

Okul öğretim seneleri lisenin son sınıfına geldiğinde kız erkek orduya on sekiz yaşında teslim olup çok zor, yorucu, tehlike dolu, asrın en ileri silah teknoloji ve harp sanatını öğrendikten sonra üç sene mecburi askerlik devresini bitirip ancak yirmi iki yaşında tahsil hayatına devam ediyor. Bu demek değildir ki askerlik hayatı bu şekilde bitmiş oluyor. İsrail’de 45-50 yaşlarına kadar askerlik ihtiyatlık devreleri ile devam eder. Şöyle ki bu memleketin esas ordu kuvveti ihtiyat askeridir.

Bizler bu memlekete Türkiye’den gelip doğru tıp ihtisasına girdiğimizde gün gelip bizleri herkes gibi ihtisas ortasında asker yapacaklarını pek başta düşünmemiştik. İhtisasın dördüncü senesinin ortasında askerliğe çağırıldım. Kolay bir olay değil, evde küçük çocuk, kadın çalışmıyor, masraflar yerinde, aile büyüyor bize askerde maaş minimum, bu çark nasıl dönecek. Bir buçuk sene kısa bir zaman değil.
Elbiselerimi üstümde gördükten sonra kendimi asker olarak görüyorum. Ordunun kararı beni çalıştığım hastahanenin yanındaki karargâha cerrah olarak sevk etmesi. Burası İngilizlerden kalma etrafa okaliptüs ağaçları içerisinde dağılmış asbest, damları saçtan barakalar.
Benim çalışacağım yer bu barakalardan bir tanesi. Baraka üçe bölünmüş, bekleme, doktor kabul odası ve küçük cerrahi odası. Benimle birlikte 18 yaşındaki barakanın temizliğini, hasta kabulü, aletlerin hazırlanması ve sterilizasyonunu üstlenen hemşire kız asker. Ben artık yeşil asker elbisesi, yüksek asker ayakkabısı giymiş, sol omuzuna asker beresini yerleştiren, ilerde kurs görüp asteğmen olacak silah bilmeyen bir İsrailli askeri doktorum.

Bu memlekette kabul edilen bir prensip olarak daima Heybeliada rıhtımında Karadenizli mavna kaptanlarının yüzme bilmeyen tayfa ve çocuklarına yüzme öğretmeleri gözümün önüne geliyor. İlkin beline halat bağlama, sonra onların suya atılışı ve çabalayıp suyun üstünde kalmaları. Aynı prensibe dayanarak ilk aylar bu görev zor geçmesine rağmen suyun üstünde kalmasını becerdim. Bende herkes gibi olup herkese benzemeğe başladım. Maddi durumumu düzeltmek için askerlikteki nöbetlerden başka, hastahanede akşam nöbetleri yapıp işi halletmeğe bakıyorum.

Vazifeye başlamamdan birkaç ay sonra çok seviştiğim Beerşeva hastahanesinde cerrahi ihtisası yapan sınıf arkadaşım Dr.İzak Levi benim barakaya tayin oldu. Bu gerek benim ve gerek onun için büyük bir sevinç ve moral oldu, o da benim gibi hastahanede cerrahi nöbeti yapıp maddi durumunu hallediyor.
İki eski candan çocukluk ve üniversiteyi bitiren bizler her ne kadar yıldı İsrail’de yaşıyorsak da halen eski ananelerden kurtulamadık. Üstümüzdeki asker üniformasını biraz olsun süslemek için çoktandır İsrail ordusundan tarihe karışmış olan kravat takmaya heveslendik. İnat değil mi? Sorduk soruşturduk en nihayet eski asker kantininde sultan palamuttan kalma bir köşede sıkışmış rengi solmak üzere yeşil renkli yünden yapılmış iki paçavra parçasını bulabildik. Bu şekilde hiç alışık olunmayan bir şekilde asker kabulünü yapıyoruz.  Bu heves uzun sürmedi. Bahara girmemizle ne kravat çekiliyor ne de uzun kollu gömlek ve montgomeri ceket. İleriki yıllarda belki bunu hatırlayıp hem güler hem de güzel saflığımızı hatırlayacağız.
 
Bizler mesleğimizi çok seven iki cerrah doktor, buradaki işimizi basit şeylerle değil daha esaslı yapmağa başladık. Hasta askerlere ameliyat randevuları, ameliyat öncesi hazırlık safhası, askere doktor hemşire muamelesi ve güler yüz. Artık bütün bölüklerde ve ordu kıtalarında ismimiz duyulur oldu. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.

Mevsim artık yaz, sıcaklar gerek gündüz gerek gece saatlerinde o biçim. Bu akşam karargâhta nöbetçiyim. Nöbet deyince yukarı barakaların birinde akşam saatlerinde karargâh ve kıtalardan gelen askerlerin ilk yardım ve revir hizmeti. Sıcağın yanında zor geçen zamanın sıkıntısı, evdeki ailenin düşüncesi ve havada devamlı vızıldayan koca sivrisinekler. Bu sessiz ve sıkıntılı yerde aniden büyük bir hareket ve heyecan peydahladı. Etraf asker dolup askeri arabalar bir aşağı bir yukarı gidiyorlar. Allah’ım ne oluyor? Böyle sessiz olan yeri birden curcuna yerine döndüren sebep ne? Demeye kalmadan ağızdan ağıza Tel Aviv’de teröristler baskın yaptı haberi denmeye başladı. Kumandanlıktan birkaç araç alelacele karargâhın kapısından uzaklaşırken bizi de acil sıhhiye edevatını toplayıp üstü açık eski bir cipe yerleştirip yola koydurdular. Yönümüz Tel Aviv kordon boyundaki dar sokaklardaki bir otele giren ve devamlı ateş eden teröristlerin bulunduğu Savyon oteli. Yol boyunca heyecanım sonsuz, ben hayatta ne top ne kurşun görmüş bir insan değilim, benim bu yerde ne işim olabilir? Doğru, bu kadar senedir ilk yardım cerrahi odalarında muhtelif acil vakalarda müdahaleler yaptım. Ancak silahların karşılıklı yağmur gibi uçuştuğu bu yerde ben ne yapabilirim. Etraf büyük hengâme içinde iken yanıma karargâhın komutanı büyük bir heyecanla otele hücum edecek kuvvete benim de iştirak edeceğimi söylerken herifin suratına öyle bir acayip şekilde baktım ki büyük heyecanı içinde ’emrime karşı mı geliyorsun?’ deyince hiç tereddüt etmeden ’evet’ kelimesiyle cevabını verdim. Hemen ardından hiç nefes almadan benim şimdiye kadar ne subay ne de silah kursu görmediğimi hatırlattıktan sonra yapabileceğim ve yararlı olabileceğim şekli anlattıktan sonra balon gibi şişmiş olan herifin havasını boşaltıp sokağın köşe başında ilk yardım seyyar revirini açıp düzenlettim. Saatler ilerledikçe hücum kuvvetlerinin hazırlanışları, tankların namlularının hareketleri, her bir taraftan gelen telsiz konuşmaları ve havada uçan fosforlu kırmızı mermiler. Emirle birlikte hücum tümeni büyük bir ateş gürültüsü ile harekete girip otele saldırdı. Etraf sanki bayramdaki maytapların ses ve ışıkları ile donandı. Yarım saatlik büyük hengâmeden sonra her şey durdu ve etraf büyük bir sessizliğe büründü. Ben bütün bu geçen zaman içinde etrafımdaki askerlerin şaşkınlıkları ile birlikte iken aniden karşımızda kanlar içinde zorlukla nefes alan bir subayı getirdiler. Her kafadan bir ses, etraf asker doldu. Hepsi başımın üstünde yaralıyı yere bıraktıklarında ağzından köpüklerle birlikte kan geliyor. Bu şartlar içinde yapılabilecek tek şey nefes borusuna tub entube ettikten sonra apar topar ambulansa taşınıp uzaklaşırken içimden acayip bir his, ‘bundan fazla daha ne yapabilirdim?’ sorusu başımdan çıkmaz oldu.

Artık gün ağarmaya başladı, herkes pılını pırtısını toplayıp kendi kıta yoluna koyulurken. Tanrım! Demekten kendimi alamıyorum. Ne biçim memleket seçmişim? Ne korkulu hayat, neyin nerede olup biteceği meçhul bir acayip memleket. İşte etraf günlük güneşlik, sıcağın kendini hissettirmeğe başladığı bu saate ben nöbeti bitirip eve yatmağa gidiyorum.

Askerlik devremi arkadaşım İzak ile beraber devam ettiriyorum. Arada subaylık kursunu bitirip omuzlarıma subay rütbesi olan defne yapraklarını koyduktan ve bir buçuk senelik devremi bitirdikten sonra Asaf Arofedeki üroloji ihtisasıma devam edip sevilen ve takdir edilen bir doktor olarak ihtisasımı bitiriyorum.










































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder