Ekim ayının
başlangıcındaki ilk haftada Yahudi milletinin en kutsal günü sayılan Kipur günü,
bu günü ta çocukluğumdan beri daima özel bir gün olarak görür ve ona has herkes
gibi eski ananelere dayanarak her Türk Yahudi’si gibi hareket etmek hissini
duyarım. Nede olsa dindar değilsem de ananeleri devam ettirmek isteyen bir kişiyim.
Sabah erken
saatte elime talleti alıp bütün Bat Yam’daki ekseri Türk Yahudilerinin
toplandığı Sinagogun yolunu yayan giderken yolda acayip bazı olaylar hissetmeğe
başlıyorum. Boş ve vasıtasız olması gereken caddelerde arada bir vasıtalar
geçip gidiyor. Bu acayip düşünce ve his ile Sinagoga varıp diğer arkadaşlarımın
oturdukları tarafta yer bulup bildiğimiz ve unutmadığımız Türkiye’deki
makamlarla dua etmeğe başladım. Böyle kutsal sayılan bir güne dindar veya değil
ateist veya değil herkesin ona özel bir saygısı ve inancı vardır.
İsrail
topraklarında bu günün anlam ve şekli tam manası ile hissedildiği için bu günü
kutlamak için dünyanın birçok memleketlerinden Yahudiler gerek günün kutsallığını
hissetmek ve gerek aile yakınları ile birleşebilmek için turist olarak geliyorlar.
Böyle bir günde sanki bütün memleket tam bir grev içindedir, ne giren ne de
çıkan vardır bir tek şey his ve adet. Çocuklar içinse bisiklet bayramı da
denebilir. Sinagogun içi zaman geçtikçe vantilatörler harıl harıl çalışmalarına
rağmen hep beraber söylenen dualarla daha da sıcak olmağa başlıyor Hazana kulak
asıp ta küçük yaştan beri ezbere bildiğimiz duaları mırıldanır veya yüksek
sesle söylediğimiz bir anda Sinagogda acayip bir hareket olmağa başlıyor.
Yanımdaki arkadaşlarımdan ve tanıdıklarımdan birbirlerine fısıldaşarak talletleri
toplayıp dışarı çıktıklarını görüyorum. Kısa bir zaman içinde Sinagog içinde
daha yüksek sesler duyulup memleketin harbe girip seferberlik ilan edip
radyoların açılıp asker kodları okunduğu duyuldu. Artık ne anane ne örf ne de
adet düşünebilecek hal kaldı. Küçücük bir devlet, küçücük bir İsrail milleti
hayat mücadelesine gidiyor. Etraf memleketler bu yeşermekte olan memleketi hazmedemeyip
tekrar imha yolunu tutular. Her ne kadar şimdiye kadar bu gayretleri boşa gidip
toprak, insan ve maddi kayıplar vermiş iseler de cehaletleri yüzünden, büyüklük
hisleri yüzünden ders almayıp aynı yola başvuruyorlar. Ölecek olanlara yazık,
öksüz kalacaklara, yazık dul kalacaklara yazık. Neticede her iki taraf kaybedip
acı çekecekler.
Artık bu
kendine has tanrıya inanan inanmayanları gerek düşüncede gerekse davranışta birleştiren
kutsal gün bitti. Sokak, cadde ve Sinagoglar boşalmış evlerde küme küme
insanlar radyo ve televizyonların başında söylenecek kodları duyuyor ve evde
her zaman hazır olan ihtiyat çanta ve postallarını kapıp caddelerde bekleyen
kamyon otobüs ve kamyonetlere dolup kıtalarına gitmek üzere gözü arkada olmadan
koşup son hızla yol alıp kayboluyorlar.
Bizler ki
yalnız tarih kitaplarından harp kelimelerini öğrenip okuduk ezberledik, şimdi
bu gerçeği yaşıyor, acayip bir korku içinde olanları seyrediyor yaşıyoruz. Biz
yeni göçmenler bu oyuna iştirak etmiyoruz. Zaman geçtikçe sokaklar tekrar eski
halini aldığında hissedilen olay etrafta çoğu kadınların ve çocukların
dolaşması ve acayip bir sessizlik, asık surat ve düşünce dolu insanlar...
Ben ve benim
gibilere sokak ve evlerde bir acayip gözle bakılıyoruz. Bütün bu hengâmede ben
ve benim gibi yeni muhacir arkadaşlarım askerlik yoklaması dahi yapmadığımızdan
oyunun dışındayız.
Arkadaşlardan
senelerdir İsrail’de yaşayan ve altı günlük savaşında harp eden Moris Sinagogdan
çıkıp evde tankçı tulumunu üstüne çektiği gibi helalleşmeğe vakit bulmadan
Golan tepelerindeki kıtasına koşup harbe girdi. Ben ve benim gibi hemen
hastahanelere gidip lüzumlu vazifeler hakkında direktifler aldıktan sonra her birimiz
yerlerimize dağıldık. Hastahane bütün ağır olmayan hastaları taburcu ettikten
sonra harp alanlarından gelecek olan yaralıları kabul etmeğe başladık. Görevim
ilk yardım odasında gelecek yaralıların ilk tedavi ve lüzumlu teşhis
kısımlarına yönlendirmek, icap ettiği takdirde ameliyathaneye girip yardım
etmek. Zor bekleyiş, demir kadar kuvvetli sinir harbi yapıp radyo dinlemek...
İlk acil odası
harpten evvel fizyoterapi salonu olan büyük bir salona alındı ve bütün duvarların
dibine sedyeler, karton karton plastik serum torbaları, acil pansuman ve lüzumlu
alet edevat yerleştirdikten sonra hepimiz bir ölüm sessizliği içinde devamlı
harp haberleri ileten radyonun başında birbirimize bakıp dudaklarımızı ısırıyor
tırnaklarımızı kemiriyoruz.
Kolay bir harp
değil. Arap memleketleri bizi Kipur gibi bir günde her ne kadar hazır olan bir
memleket olsa bile pantolon aşağıda yakaladı. Harp Golan tepelerinde, Suriye, Sinay
yarım adasında Mısır ordusu ile kıran kırana başladı. Gelen radyo haberlerine
ve herkesin yüzlerine bakarak ne kadar zor ve acı geçtiği belli. Harbin birinci
gününden bütün İsrail’deki hastahanelerin ameliyathaneler dolup taşıyor. Bizim
hastahaneye bir girişte altı yaralı geldiğinde ameliyathane ilk üç ağır yaralı ile
tıkandı durdu. Çare olarak daha evvelden yeraltında hazır olan ameliyathaneler
açılıp hastalar orada ameliyata alındılar.
Tıp hayatımda
ilk olarak harp yaraları ile karşı karşıyayım. Acayip bir his ve görüş. Biz doktorlar
hasta, sakat olan insanların mahzurluklarını giderebilmek için her şeyi
yaparken, harp insanoğlunun yarattığı ve onunla gurur hissettiği alet edevatı
ile Tanrının en mükemmel varlığını yok edebilmek için bütün gayretini sarf
ediyor. Yazık değil mi? Günah değil mi? Tanrı neden kulak, göz, ağız verdi? Bu
çirkinlikleri, bu haksızlıkları, görüp, işitip, konuşmak, anlaşmak var iken her
şeyi siyaha, kirli kırmızıya boyuyorlar?
Artık bütün
günlerimiz radyodan duyulan haberler ve gelen yaralıların anlattıkları ile
toplu iğnelerden yaptığımız küçük bayraklarla haritada harbi takip etmeğe
başladık. Günler geçtikçe cephelerden gelen haberler acı ve zor olmağa başladı.
Bizim hastahane yaralılar ve ruhen harp şoku ile yaralananlarla dolmağa
başladı. Bu gençler birkaç gün evvel aile, arkadaş ve etrafları ile gülüp, şakalaşıp
hayat mücadelesinde savaşırken şimdi bulanık bir noktaya bakan acı gözler,
beyaz duvarlara bakıp bir şeyler düşünür oldular. Böyle bir tablonun karşısında
olmak çok zor, acı, yıkıcı. Bu harbin kazancı hastahaneden aileme getirdiğim
bitlenme hatırası oldu.
Bir memleketi
memleket yapan, dünya millet ve memleketlerine kendini kabul ettiren fonksiyonların
öncülerinden başta geleni, kendini savunması için kurduğu kuvvetli ordusudur. Her
ne kadar ordu alet, edevat ve teknoloji bakımından kuvvetli olması gerekiyorsa
onu büyük yapan milletin ideolojisidir. Bu memleket bu kadar senedir savaştan
savaşa etraf millet ve memleketlerin kötü ideolojileri ile mücadele ederken,
kendi milletine yarının daha iyi olacağına inandırmağa bakıyor. Memleketin tek
sözcüğü ŞALOM = SULH.
Okul öğretim
seneleri lisenin son sınıfına geldiğinde kız erkek orduya on sekiz yaşında teslim
olup çok zor, yorucu, tehlike dolu, asrın en ileri silah teknoloji ve harp
sanatını öğrendikten sonra üç sene mecburi askerlik devresini bitirip ancak
yirmi iki yaşında tahsil hayatına devam ediyor. Bu demek değildir ki askerlik
hayatı bu şekilde bitmiş oluyor. İsrail’de 45-50 yaşlarına kadar askerlik ihtiyatlık
devreleri ile devam eder. Şöyle ki bu memleketin esas ordu kuvveti ihtiyat
askeridir.
Bizler bu
memlekete Türkiye’den gelip doğru tıp ihtisasına girdiğimizde gün gelip bizleri
herkes gibi ihtisas ortasında asker yapacaklarını pek başta düşünmemiştik. İhtisasın
dördüncü senesinin ortasında askerliğe çağırıldım. Kolay bir olay değil, evde
küçük çocuk, kadın çalışmıyor, masraflar yerinde, aile büyüyor bize askerde
maaş minimum, bu çark nasıl dönecek. Bir buçuk sene kısa bir zaman değil.
Elbiselerimi
üstümde gördükten sonra kendimi asker olarak görüyorum. Ordunun kararı beni çalıştığım
hastahanenin yanındaki karargâha cerrah olarak sevk etmesi. Burası İngilizlerden
kalma etrafa okaliptüs ağaçları içerisinde dağılmış asbest, damları saçtan
barakalar.
Benim çalışacağım
yer bu barakalardan bir tanesi. Baraka üçe bölünmüş, bekleme, doktor kabul
odası ve küçük cerrahi odası. Benimle birlikte 18 yaşındaki barakanın temizliğini,
hasta kabulü, aletlerin hazırlanması ve sterilizasyonunu üstlenen hemşire kız
asker. Ben artık yeşil asker elbisesi, yüksek asker ayakkabısı giymiş, sol omuzuna
asker beresini yerleştiren, ilerde kurs görüp asteğmen olacak silah bilmeyen bir
İsrailli askeri doktorum.
Bu memlekette
kabul edilen bir prensip olarak daima Heybeliada rıhtımında Karadenizli mavna
kaptanlarının yüzme bilmeyen tayfa ve çocuklarına yüzme öğretmeleri gözümün
önüne geliyor. İlkin beline halat bağlama, sonra onların suya atılışı ve
çabalayıp suyun üstünde kalmaları. Aynı prensibe dayanarak ilk aylar bu görev
zor geçmesine rağmen suyun üstünde kalmasını becerdim. Bende herkes gibi olup
herkese benzemeğe başladım. Maddi durumumu düzeltmek için askerlikteki
nöbetlerden başka, hastahanede akşam nöbetleri yapıp işi halletmeğe bakıyorum.
Vazifeye
başlamamdan birkaç ay sonra çok seviştiğim Beerşeva hastahanesinde cerrahi ihtisası
yapan sınıf arkadaşım Dr.İzak Levi benim barakaya tayin oldu. Bu gerek benim ve
gerek onun için büyük bir sevinç ve moral oldu, o da benim gibi hastahanede
cerrahi nöbeti yapıp maddi durumunu hallediyor.
İki eski
candan çocukluk ve üniversiteyi bitiren bizler her ne kadar yıldı İsrail’de yaşıyorsak
da halen eski ananelerden kurtulamadık. Üstümüzdeki asker üniformasını biraz
olsun süslemek için çoktandır İsrail ordusundan tarihe karışmış olan kravat
takmaya heveslendik. İnat değil mi? Sorduk soruşturduk en nihayet eski asker
kantininde sultan palamuttan kalma bir köşede sıkışmış rengi solmak üzere yeşil
renkli yünden yapılmış iki paçavra parçasını bulabildik. Bu şekilde hiç alışık
olunmayan bir şekilde asker kabulünü yapıyoruz. Bu heves uzun sürmedi. Bahara girmemizle ne kravat
çekiliyor ne de uzun kollu gömlek ve montgomeri ceket. İleriki yıllarda belki
bunu hatırlayıp hem güler hem de güzel saflığımızı hatırlayacağız.
Bizler mesleğimizi
çok seven iki cerrah doktor, buradaki işimizi basit şeylerle değil daha esaslı yapmağa
başladık. Hasta askerlere ameliyat randevuları, ameliyat öncesi hazırlık
safhası, askere doktor hemşire muamelesi ve güler yüz. Artık bütün bölüklerde
ve ordu kıtalarında ismimiz duyulur oldu. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.
Mevsim artık
yaz, sıcaklar gerek gündüz gerek gece saatlerinde o biçim. Bu akşam karargâhta nöbetçiyim.
Nöbet deyince yukarı barakaların birinde akşam saatlerinde karargâh ve
kıtalardan gelen askerlerin ilk yardım ve revir hizmeti. Sıcağın yanında zor geçen
zamanın sıkıntısı, evdeki ailenin düşüncesi ve havada devamlı vızıldayan koca sivrisinekler.
Bu sessiz ve sıkıntılı yerde aniden büyük bir hareket ve heyecan peydahladı. Etraf
asker dolup askeri arabalar bir aşağı bir yukarı gidiyorlar. Allah’ım ne
oluyor? Böyle sessiz olan yeri birden curcuna yerine döndüren sebep ne? Demeye
kalmadan ağızdan ağıza Tel Aviv’de teröristler baskın yaptı haberi denmeye
başladı. Kumandanlıktan birkaç araç alelacele karargâhın kapısından
uzaklaşırken bizi de acil sıhhiye edevatını toplayıp üstü açık eski bir cipe
yerleştirip yola koydurdular. Yönümüz Tel Aviv kordon boyundaki dar sokaklardaki
bir otele giren ve devamlı ateş eden teröristlerin bulunduğu Savyon oteli. Yol
boyunca heyecanım sonsuz, ben hayatta ne top ne kurşun görmüş bir insan değilim,
benim bu yerde ne işim olabilir? Doğru, bu kadar senedir ilk yardım cerrahi
odalarında muhtelif acil vakalarda müdahaleler yaptım. Ancak silahların
karşılıklı yağmur gibi uçuştuğu bu yerde ben ne yapabilirim. Etraf büyük hengâme
içinde iken yanıma karargâhın komutanı büyük bir heyecanla otele hücum edecek
kuvvete benim de iştirak edeceğimi söylerken herifin suratına öyle bir acayip
şekilde baktım ki büyük heyecanı içinde ’emrime karşı mı geliyorsun?’ deyince hiç
tereddüt etmeden ’evet’ kelimesiyle cevabını verdim. Hemen ardından hiç nefes
almadan benim şimdiye kadar ne subay ne de silah kursu görmediğimi hatırlattıktan
sonra yapabileceğim ve yararlı olabileceğim şekli anlattıktan sonra balon gibi
şişmiş olan herifin havasını boşaltıp sokağın köşe başında ilk yardım seyyar
revirini açıp düzenlettim. Saatler ilerledikçe hücum kuvvetlerinin
hazırlanışları, tankların namlularının hareketleri, her bir taraftan gelen telsiz
konuşmaları ve havada uçan fosforlu kırmızı mermiler. Emirle birlikte hücum
tümeni büyük bir ateş gürültüsü ile harekete girip otele saldırdı. Etraf sanki
bayramdaki maytapların ses ve ışıkları ile donandı. Yarım saatlik büyük hengâmeden
sonra her şey durdu ve etraf büyük bir sessizliğe büründü. Ben bütün bu geçen
zaman içinde etrafımdaki askerlerin şaşkınlıkları ile birlikte iken aniden
karşımızda kanlar içinde zorlukla nefes alan bir subayı getirdiler. Her kafadan
bir ses, etraf asker doldu. Hepsi başımın üstünde yaralıyı yere bıraktıklarında
ağzından köpüklerle birlikte kan geliyor. Bu şartlar içinde yapılabilecek tek
şey nefes borusuna tub entube ettikten sonra apar topar ambulansa taşınıp
uzaklaşırken içimden acayip bir his, ‘bundan fazla daha ne yapabilirdim?’ sorusu
başımdan çıkmaz oldu.
Artık gün ağarmaya
başladı, herkes pılını pırtısını toplayıp kendi kıta yoluna koyulurken. Tanrım!
Demekten kendimi alamıyorum. Ne biçim memleket seçmişim? Ne korkulu hayat, neyin
nerede olup biteceği meçhul bir acayip memleket. İşte etraf günlük güneşlik,
sıcağın kendini hissettirmeğe başladığı bu saate ben nöbeti bitirip eve yatmağa
gidiyorum.
Askerlik
devremi arkadaşım İzak ile beraber devam ettiriyorum. Arada subaylık kursunu
bitirip omuzlarıma subay rütbesi olan defne yapraklarını koyduktan ve bir buçuk
senelik devremi bitirdikten sonra Asaf Arofedeki üroloji ihtisasıma devam edip
sevilen ve takdir edilen bir doktor olarak ihtisasımı bitiriyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder