Bu seneki
kararımıza göre artık kimseye zahmet vermeden Büyükadalı olacağız. Büyükada
hemen hemen kendi fizik yapısını değiştirtmediği gibi tanımış olduğumuz
insanlar yaşlanmış, ihtiyarlamış bükülmüş, adımlarını yavaşlatmış, iskele
rıhtım kahvelerinde gidenlerle yer değiştirip yine o yün örmeler, tığ atmalar,
yukarıdaki fırından getirilen sıcak sabah börek ve bohçalarını, çay bardaklarını,
klasik gözlük çerçevesi takıp arka köşede zar atıp tavla oynayan müsyü Nisim, Pepo,
Albert, Haskiya ve onların sırtlarından veya yanına oturmuş müsyü Moiz, Yusef, Aron
sessizce parasız izleyen ve karışanlar.
Madam Zelda, Lusi,
Raşel, Roza sabah kıyafetlerini giymiş, manav Mehmet, balıkçı Avram, kasap
müsyü Moizde siparişlerini verip tığ atan arkadaşlarına gidiyorlar. Adımlar
kısa, sohbet harıl harıl, ellerde ekmek poşetleri ve el örgü çantaları, dedim
ya değişen pek fazla bir şey yok, değişen Heybeli’nin Büyükada’ya göç etmesi. Ne
demiştim biz Yahudiler göç’ü seven bir milletiz. Pazar sokağından geçip Prenkipo
Palasın karşısında iki katlı yeni yapı müstakil modern bir evi bir aylığına
kiraladık. Neden olmasın, en nihayet bizim müsyü Nisim ve Madam Raşelin oğlu Dr
Yusuf böyle bir evi kiralayabilecek ve yaşayabilecek bir kişi oldu. Ne mutlu
bana ve bütün aileme.
Ev çok güzel,
bizler memnun çocuklar halen küçük bizler genç ve bahtiyar, evimiz yol üstü
bütün ailenin arkadaş, tanıdık, tanımadıkların uğrak yeri. Bizler ki Aşkelon
gibi sessiz, arkadaş eksikliğinin her şeklini yaşayanlar için böyle bir yer ve
hayat her şekli ile cennet. Ancak çok kısa bir zaman içerisinde bu güzel hoş
hisleri gölgeleyecek ada problemlerinin en büyüğü kendini gösteriyor. Suuu!.
Sabahleyin yüzümü
yıkayıp, tıraş faslını bitirdikten, birde tuvalet işini hallettikten, beyaz
şort ve tişörtü üstüme attıktan sonra pazardan Hürriyet gazetesini koltuk
altıma attım. Sabah böreğini aldıktan, Mehmet’in kahvesine gidip büyük bardakta
hem gazetemi okuyup sıcak çayımı yudumlayacak iken hülyalarım bir anda kayıp
oldu. İşte bunu unutmuştuk, seneler geçse bile burası ada idi ve ada kaldı. Bütün
güzel hayal ve hülyalar bir anda yıkılmak üzere iken bizler eski ada çocukları
için bu olay küçük. “Ne yapalım bakalım, hallederiz”’. Haydi, saka gelsin,
evdeki eski bir küpü doldursun, su bidonları gelsin, su geldiğinde şişeler doldurulsun.
Duvar dibinde askerler gibi sıralayıp evin dekoruna yeni bir şekil vermeye
bakıyoruz. İşi hafife alıp, tatilimizi bozmayıp, iyi morale devam etmeğe
bakıyoruz.
Bizler ki
Ashkelon gibi modern bir köyden böyle güya medeniyetin birkaç ayını en lüx
havası ile yaşayan insanların arasına gelip ayak uydurmağa çalışırken bizim
büyük kız az çok bildiği Türkçesi ile bir Yahudi çocukla arkadaş oldu. Neden
olmasın neticede kanında %95 İsrail kanı var ise bile %5 Türklük vardır, çeker
ne de olsa.
Kızım daha 16
yaşında, İsrail’de doğup büyüyen yeni modern İsrail’in çocuğu. Bizim büyüyüp
anımsadığımız yaşam şartlarından tamamen değişik yaşantısı olan bir neslin
kızı. Bu nesil İsrail’in bugünkü harp ve terör yaşantısı ile büyüsü. Askerlik onlar
için milli vazife ve heyecan, ölüm korkusunu tamamen silen, daima yüksek ses ve
bağırarak konuşan, karşısındakini pek umursamayan, hürmet ve saygı kelimelerini
ancak sözlükte öğrenip bazen kullanan bazen köşede bırakan bir neslin kızı.
Bütün bunlar biz Türk kökenliler için biraz zor ve ağır geliyor ise de kendi
yetiştirmekte olduğumuz çocuklarımıza biraz olsun bildiğimiz örf ve
adetlerimizin bir kısmını aşılamak için gayret ediyoruz. Bunun neticesini ileride
ya görür veya görmeyiz, bekleyelim bakalım ne olacak.
Bu ay
içerisinde tam adalı hayatı yaşıyoruz. Arkadaşların yatları ile deniz gezinti ve
eğlenceleri, mangal sefaları ile susuz yazı her şekli ile oynayıp gülerek
eğlenerek, küfürü bin para ederek hayat yaparak son güne geldik. Her güzel şey
gibi bu ay da bitti. Bu akşam bütün aileyi bir araya getirip veda partisi ile
bu seyahati noktaladık.
Ashkelon
hayatına intibak etmek pek zor değil. Ne de olsa yer olarak benim iş yerim ve
karımın karantinası. Ne yapılır? İnsanın karnını doyurduğu yer memleketidir
prensibine dayanarak devam ediyoruz.
Büyük kızım Şeli
okul hayatını pek ciddiye almayan bir tip. Bu memlekette senin istediğin değil
çocuğunun isteği mühim. Bütün çocuk terbiyesini üstlenen Janti onu bir şekildir
idare etmeğe bakıyor.
Geçen gün akşamüstü
işten yorgun argın eve döndüğümde Janti yarı ciddi, yarı değil ‘’Yusuf ! Kızın Şeli’yi İstanbul’dan gelin istiyorlar’
’der ve baklayı ağzında çiğnemeğe devam edip bizim İstanbul’dan hiç
tanımadığımız bir Yahudi ailesinden bahis etmeye başladığında işi hemen
geçenlerde İstanbul seyahatine bağlamağa başladım. Meğer iş adada şekil aldı ve
bu telefona kadar geldi.
Her ne kadar
bizlerin Türk Yahudi örf ve adetlerine yakın bir yaşantımız var ise de artık
bizler İsrail yaşantı ve örf ve adetlerini benimseyen kimseleriz.
Bu memlekette
kız veya oğlan lise tahsilini bitirdikten sonra ilk kademe ekseriyetle ordu
hizmetine girip hayat okulunu edinir.Bu çerçeve bu çocukları öyle bir şekilde
pişirip şekillendirir ki dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar kendi
akranlarından bambaşka görüş edinir, düşünce olarak, hayata karşı daha
dirençli, kuvvetli, güçlüklere göğüs veren sert bir ceviz olurlar.
Böyle bir
teklif bizler için böyle bir zamanda hem acayip, erken, hem de böyle bir şeyin
karşısında nasıl hareket edilmesi gerektiğini bilmez bir
durum ortaya koyuyor.
Olan basit, sessiz,
büyük şehir yaşantısından uzak olan bizler için bu olay büyük, ağır ve acayip
oldu. Bizler kendimizi ve kızımı böyle bir problem karşısında görüyor ve nasıl
hareket edeceğimizi bilmiyoruz. İstanbul’dan baskılar “bizler sizlerle konuşup
anlaşmak için gelmek istiyoruz” deyip duruyorlar. Öp babanın elini.
Artık İstanbul
İsrail telefon hatları 24 saat çalışmağa başladı. Dost akrabaları birer
dedektif yapıp bu bilmediğimiz aile için bilgi araştırmaları, soruşturmaları
yaptırıyoruz. Şimdiye kadar elle tutulur bir bilgi yok. Sanki bu aile
İstanbul’da yaşamıyor gibi, ne yapılır ne edilir, böyle bilgi olmadan nasıl bu
insanlara gelin konuşalım diyebilirsin? Nihayet kızımın zoru ile karşıdaki
ailenin bizleri kontrpiyede bırakması ile ister istemez buluşmayı kabul edip İstanbul’dan
bu olay için gelen çocuğun anne, babası ile Bat Yam’daki bir kahvede buluştuk. Havadan
sudan İsrail’den Türkiye’den bahis edildikten sonra nihayet bakla ağızlarından
çıktı. Benim Şeli kızımı oğlanları için istiyorlar. Böyle bir teklife nasıl he
denir. Kız 16 yaşında, halen lisede, ne orasını bilir ne de lisanını, örfünü, âdetini,
suyunu, havasını, insanlarını tanır.
Bu olay nasıl
gerçekleşir? Kızım bu çocuğu yakından nasıl tanıyacak? O buraya mı gelir, kızım
okulu bırakıp oraya mı gider? Bu genç tecrübesiz oğlanın geleceği nedir? Bir iş
bilir mi? Ne iş tutar? Daha bir sene evvelisinde lise sıralarında oturuyordu, askerlik
yapar mı? Yapmaz mı? Neden bu anne baba bu kadar acele ile çok sevmiş oldukları
genç tecrübesiz oğullarını evlilik gibi ağır, mesuliyetlerle dolu duruma
zorluyorlar? Nasıl kendilerini bu mesuliyete zorluyorlar? Aceleleri nedir? Niye?
Bütün bu soruların cevaplarını tam olarak alamadan, bizim de yaş ve hayat tecrübesi
eksikliğinden olsa gerek bu olayı “Şeli bu anne ve babanın yaşamış oldukları
eve gidip onlarla bir sene yaşayıp olayı yakından görüp karar verecek
verecekler” olarak bağladık. Bize gelince! Ne bir sevinç, ne bir kolay nefes...
Bütün bu
senaryo yerinde mi? Doğru hareket ediyor muyuz? Bizim böyle bir olaya şimdilik
ihtiyacımız var mı? Maddi manevi bakımdan buna dayanabilir miyiz? Belki Şeliye
karşı daha kuvvetli durup bu olayı şimdilik veya büsbütün erteleyelim? O okulu
bitirsin, askerliğini yapsın sonra tekrar oturup konuşalım. Kızım bir sabradır,
buranın suyu, havası, denizi, insanları, dili, dini ile doğup yaşadı. Olan
akranları arkadaşları, hatıraları ne olacak? Bütün bunları aramayacak mı? İmkân
yok ki bütün bunları silebilsin. Türkiye örf ve adetleri onu sıkmayacak mı? İstanbul
deniz, ada, boğaz sefaları ile bitmez bu memleket. Dört mevsim çeker yağmuru, çamuru,
sisi, karı, soğuğu, sokaktaki insanları. Bizler bütün bunların içinde yaşadık, yoğrulduk
biliyoruz.
Nihayet gün
gelip kapıyı çaldı. Okulunu, aile ocağını, doğup büyüdüğü, suyunu içip, yeşerip
büyüdüğü, iyi kötü gün gördüğü hamsinlerle, harplerle, daima düşman saldırı
korkusu ile yaşayıp SHALOM (SULH) kelimesini ağzından eksik etmeyen İsrailli
kızım İstanbul’a hareket ediyor. Bu ne biçim iştir? Bizler ki bu memlekete
gelip yerleştik çoluk çocuğa karıştık, iyisini, kötüsünü kabullenip yaşayıp
gidiyoruz, kendimizi tam bir gururlu İsrailli görüyoruz, galiba bir yerde kendi
kendimizi aldatıyor muyuz? Canımın en kıymetli parçası kızımı neden buradan, yanımdan
koparıp tanımadığım ellerin evlerine, ellerine teslim ediyor kabulleniyorum? İçimdeki
his, sen galiba egoist bir insansın demek istiyor? Neden kızından korkuyorsun dirensene.
Hepsi boş, ok yaydan çıktı. Bakalım gelecek bizlere neler gösterecek.