22 Şubat 2014 Cumartesi

15-İkinci Karma İlkokulu



Kurtuluşa geçişimiz yaz ortasına rastladığı için benim okul meselesi yazın son ayına kalır. Yine sıcak bir yaz gününün sabahı annemle ben el ele Sinemköydeki tramvay, otobüs durağından Eminönü tramvayına binip Şişhaneye yol aldık. Yaz aylarında tramvay yolculuğu hoştur, ne kadar hızlı giderse gitsin yine etrafı seyretmek zevklidir, bütün pencereler açık hele ki pencere yanına tahta sırasına oturmuşsan püfür püfür hafif bir rüzgârla gidersin.

Nihayet Şişhanede meşhur turşucunun köşesinde inerken keskin bir lahana turşusu kokusu gelir, dönüşümüzde annem söz verdi bir turşu bardağı alacak. Karşı kaldırıma geçip Kuledibi sokağına girdiğimizde sanki bizim Balattaki çarşıya girmiş gibi hissettim, etrafta sağ tarafta Apollon karşıda büyük harflerle yazılı mezeci Yomtov birkaç adım attıktan sonra Büyük Neve Şalom, biraz ona yakın Musevi Cemaati dar binası, yanında Mezar taşları sergileyen taşçı Mişon Levi, karşıda Ahtar dükkânı İsrael, onun karşı köşesi manifatura dükkânı Nesim Levi, sağlı sollu bakkalar, karşı sırada galanteriya, bakkal Yenifiliz. Hepsi Yahudi isimli tabelalar nihayet Kuledibi maskotu Şaap Aşer meyhanenin kapısında sızmış yatar, uyuyor ne kendisine ne de etrafına zararı olan bir kişi. Caddenin son köşesine sapmadan evvel bodrum katından kolacı, gömleklere vurulan sıcak kızgın ütünün çıkardığı ses ve kokulu buharı

Üstündeki parfümeri mağazasından dağılan parfüm kokularına karışarak acayip bu köşeye mahsus kokuyu koklayarak köşeyi dönüyoruz, Şimdi Galata Kulesinin açıklığına vardık, her tarafta yazın sıcak havası hissedilirken burada çok hoş bir serinlik sürüyor. Bizim yolumuz Yazıcı Sokağına, sokak karanlık, dar iki taraflı yüksek eski kâgir yüksek evler, balkonlar güneşin ışıkların geçirmez oluyorlar. Kasap Biçaçi dükkânını geçip dar küçük arnavut taşla döşenmiş yokuşu bitirip soldaki eski evlerle olan dar sokağın bitiminde demir kapılı büyük bir siyah beyaz harflerle İKİNCİ KARMA İLKOKULU levhası olan yeni okuluma yazılmak üzere annemle el ele girdik. Artık bu okul Hasköy Musevi ilkokulunun devamı olup ilerdeki talebeliğimin ve hayatımın bir parçası bu semtte devam edeceğe benzer. Tekrar anneme bundan birkaç yıl evvel sormak istediğim sualler aklıma geldi. Peki, bu çocuk bunca cefalı üç yıl sonra tekrar karda, kışta, yağmurda çamurda Kurtuluştan Şişhaneye yol tepecek, neden? Yahudilik terbiyesi? Okulun iyi tedrisatı? Anane?

 Kayıt işimizi bitirdikten ve yolda Tant Klarayı ziyaret ettikten sonra annem daha evvelden verdiği sözünü unutup Yüksekkaldırımdan yukarı paket taşlı yokuşunun yolunu alıp Tüneldeki otobüs durağına doğru yürüdük. İşte senin alacağın diğer yol bu olacak. Tembihini iletmeğe çalışırken çoktan Yüksekkaldırım sinemasını, eski kitaplar satan kitapçıyı, ekmek fırınının kokularını arkada bırakıp köşedeki pulcunun önünden geçtikten sonra polis karakolunun önünden karşıya geçip plakçının dışa verdiği çaçaça melodisini dinleyerek köşeden kıvrılıp Haylayfın önündeki Kurtuluş 70 numaralı otobüs durağındaki küçük yolcu kuyruğuna girdik. Haylaftan gelen sosis kokuları aç olduğumu hatırlattı. 
 
Kalan son haftalarda kardeşim kızıl saçlı, beyaz tenli, güneşte hafif mestane İzak Tepeüstünde yeni açılan Kurtuluş İlkokuluna yazdırıldı. Tabii ki onun okul çantası, siyah saten parlak önlüğü, tıraş kalem ve defterler hepsi Kurtuluştaki kitapçıdan tedarik edildi, onun benim gibi sırtındaki ağır okul çantasından başka sepet taşımak derdi olmayacak. AL ES ÇİKO.

Artık yeni yerimizi tanımak zamanı geldi. Gel de bir kolaçan edelim dememize kalmadan evimizin karşısındaki top oynanan sahaya kamyonlarla demirler, uzun direkler, branda balyaları, halatlar, demir kablolar, sandıklar, balyozlar ve bir sürü insanlar. Ne oluyor demeğe kalmadan etraf komşu çocukları eskiden beri her yaz mevsiminde alışmış oldukları bela gelmişti. CAMBAZHANE. Şimdiden sonra sonbaharın ortasına kadar futbol maç turnuvalar duracak.
Bir iki gün içinde cambazhane sahibi, oğlanları, ailesi, işçiler balyoz sallayıp, çukurlar açıp direkleri yerleştirip brandaları gerdikten sonra iki uzun tahta direği göğe kaldırıp aralarına çelik kalın teli gerdikten sonra artık sıra oturma yerlerine geldi. Baltalar, çiviler, uzun tahtalar… Artık bizim Ali Benenli cambazhanesi şekil almağa başlarken sıra iki direk arasına yuvarlak tahta sahne kurulduktan sonra cambazhane dışına üç tane kapalı makyaj ve giyinme çadırından başka sahibi ve ailesi için üçüncü çadır. Kontrplaktan gişe ve renkli ampullerle giriş kapısı üstündeki levha. Sahne üstünde büyük ampuller yakılır söndürülür her şey kontrol edilir artık cambazhanemiz açılmağa hazır, etrafta şenlik var.

Cambazhane tarih boyunca Türk Milletinin yaz eğlencelerinden biridir, millet hayatın ağırlığını bu gibi yerlerde müzik dinleyerek, heyecanlanarak, dans eden dansözün kıvrak vücuduna dalarak, gülerek, ağlayarak, haftada bir ucuz yoldan akşamını eder. Alan memnun, veren her zaman memnun değilse de işidir devam der hülya edip yaşar.

Akşamüstü cambazhanenin kapısının önünde Ali Benenli ayakları uzun direklerin üstünde kırmızı pantolon, yeşil sarı saten parlak gömleği, suratı gülen ağlayan palyaçoya boyanmış, elinde uzun tenekeden huni uzun ve yavaş adımlarla sokak, sokak dolaşıp akşamki programı anons ettikçe her sokaktaki çocuk arkasın takılıp büyük bir kalabalık yapıp o yürür biz yürürüz

Bizim evin ön penceresi sanki sinemalardaki loca gibi sahnenin içinde. Akşam yemeği yendikten sonra büyük annem, amcalarım ve teyzem yukarı çıkıp hep beraber öndeki pencereler açıldıktan sonra hep beraber sinemadaki locada oturur gibi erlerini aldılar. Evin önündeki yoldan küme küme insanlar kazakları omuzlarında ellerinde puflar konuşa konuşa yoldan aşağı cambazhanenin kapısına inerlerken diğer mahallelerden gelen insanlar aydınlatılmış cambazhanenin kapsının önünde toplanıp bilet gişesinden biletlerini alırken diğer köşede uzun bacaklı palyaço elindeki megafon ile devamlı program başlıyor, acele edelim beyler, bayanlar, çağırıp bağırdıkça, çadırın içi yavaş yavaş dolmağa başladığını gördükçe bizimkiler çadır patronları imiş gibi Allaha şükür yerler doluyor, masrafı çıkarır mı? Geçinir mi? Bütün yerleri doldurabilecek mi? Derken aniden uzun direklerin altında tahta sandalyede oturmuş her biri başka renk ve stilde giyinmiş zurnacı, davulcu, kemancı, kanuncu ilk nağmeye başladıklarında tahta sahnenin üstündeki büyük ampuller aydınlanır ve sahne ortaya çıkar. Birkaç fasıldan sonra içerdeki çadırlardan cambazhane sahibi koşarak sahneye atlar ve halka ilk akşamın özelliğini söyledikten ve herkese teşekkür ettikten sonra ŞİMDİ KARŞINIZDA dansözün ismini söyleyip aynı koşu ile dışardaki çadırlarda kaybolur. Orkestranın cırtlak müziği ile allı pullu cılız, şişman dansöz çıkar ve göbeğini, kıçını titreterek, göğüslerini hoplatarak dansını bitirir. Herkes alkış, ıslık tutar arkasından sıra ile iki üç dansöz çıkar, danslarını bitirip bazısına daha az bazısına daha fazla alkış ıslık tutulur ve ara kısmına gelinir. Biz bedavacılar evde bu kısmın münazarasını yapmadan olmaz. Daha yeni, bir para görsün ki ilerde daha güzellerini getirip gözümüz bayram eder derken, cambazhanede buzların içinde soğutulmuş Olimpus, Çamlıca gazoz satan, taze fındık, leblebi, çekirdek satan çocuklar mallarını satmağa devam ederken tekrar ışıklar açılır ve programın devamını hatırlatan orkestra çalmağa başlar. Bu kısımdaki programda uzun allı pullu elbisesi ile şark sanatçısı çıkar ve Klasik Türk müziği şarkıları yanında bir iki halk şarkısı söyledikten sonra halk artık sıkılmağa başladığını hissettiren zoraki alkıştan sonra, orkestra aniden müziğini canlandırır ve herkesi uyandırır. Şu anda herkesin gözü dışarıdaki çadırlardan başlayan iki direk arasına devam eden demir telde iki elinin arasında uzun bir değnekle ayaklarında yumuşak deriden yapılmış ayakkabı, üst tarafında gergin beyaz fanilası, alt tarafında kırmızı gergin pantolonu ile cambaz Ali Benenli hızlı adımlarla birinci direğe tırmanır. Herkes alkış tutarken biz çocuklar nefeslerimizi tutup heyecandan kalbimiz küt, küt atarken orta telde birkaç akrobatik numaralar ve düşme numarasını yaptıktan sonra elindeki değneği bırakıp bir ileri bir geri yapar ve bu akşamlık alkış ve sevgi dolu ıslıkları aldıktan sonra iner ve programın ikinci kısmı burada biter. Büyükannem, dayılarım, teyzem yatmağa gitmişlerdir, yarın iş günü.  

Bu akşam ilk gece olmasından olsa gerek ayrılıp gidenler pek az, orkestra çalgılarını toplamış gidiyor, sahneye yere eski bir halı, iki üç tahta iskemle, ortaya bir tahta masa üstüne parlak yeşil bir örtü düzenlendikten sonra programın üçüncü kısmı olan temsil kısmı başlar. Başında eski fötr şapkası, kır boyanmış yan saçları, takım elbiseli, ağzında yanan sigarası, elmacık yanakları hafif allanmış, yüksek sesle konuşan erkek sahneye doğru yavaş adımlarla ilerleyip sandalyelerin birisine oturup düşünceli bir tavır alırken, yine dışardaki çadır kısmından saçları ondüle dudakları kalın ruj sürülmüş açık dekolteli, ince kumaştan dize kadar varan pliseli, yanakları allı bir bayan ağlayarak sızlayarak sahnenin yolunu alır ve oturan erkeğe yaklaşıp bir iki kelime dedikten sonra elini kaldırıp şat bir sesli şamar indirir. İşte bu akşamın acıklı piyesi böyle başlar ve sonunda herkes mendillerle gözyaşlarını siler ve piyes böylece biter. Oturanlar artık oturmaktan, ağlamaktan, gülmekten heyecandan, yorulmuş bir şekilde ışıkların açılması ile ellerinde yastık puflarla cambazhaneyi terk ederken ışıklar bir açılır bir söner hoparlörler yarınki programı hatırlatır. Babam çoktan gitmiş yatmıştır, kala kala ben ve annem sona kadar dayandık, ne olacak cambazhane bizim, iyi kötü istesek te istemesek te bütün mevsimi çekeceğiz.

Öyle bir zaman gelecek ki kimin dans edeceğini, ne zaman takla atılacağını, hangi şarkı söyleneceğini, telde kurban ve buna benzer bütün programları ezberleyip, onlarla beraber güler onlarla birlikte üzüleceğiz. Bu curcuna Eylül ayının ortasına kadar devam ederek okullar açılınca hem cam kapanır hem de cambazhanenin biran evvel toplanıp gitmesine dua eder. Nasıl olsa gelecek yaza tekrar aynı taraça, aynı hengâme. HAYIRLI KIŞLAR.



19 Şubat 2014 Çarşamba

14-Kurtuluş’a göç



Doktorluk mesleği dışarıdan konuşulup görülüp, düşünüldüğü gibi iki tak tak bir tık tık olmadığını hayat boyunca gördüm ve hissetim. Sonunda bütün zorluklara rağmen bu mesleğe bu küçük yaşta ona ısındım ve hürmet verdim. Bu meslek Yahudi kitleleri içinde gerek Türkiye tarihinde ve gerek dünya tarihinde çok benimsendiği ve seçildiği görülür. Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinden evvelki Osmanlı devrindeki Yahudi doktorları gerek basit halka ve gerekse Osmanlı saraylarına kadar hizmet vermişlerdir.

Basit halkın oturmuş oldukları Balat, Hasköy, Kuzguncuk, Beykoz gibi Yahudi kitlelere hizmet eden doktorlar ekserisi basit, orta halli, okumuş ailelerden gelen kişiler olup ekserisi pratisyen çok tecrübeli sayılmayan doktorlardır. Zaten bundan fazlasına da ihtiyaçları yok. Hastanın fizik muayenesi yanında doktorun odasında bulunan stetoskop, termometre, tansiyon aletinden başka mutfak olarak ayrılmış kısımda basit idrar muayenesi için sarufuj, birkaç kimyevi madde, cam tüpler ve bütün Balat doktorları içinde bunlara ilaveten Doktor Kurtaranın ayna makinesi ile akciğer radyoskopi aleti ki büyük bir olay. Dediğim gibi bundan fazlasına ne gerek. Vakalar ağırlaşıp içinden çıkılamaz ise Balat Or-Ahayim Hastahanesi ne için duruyor, onlar zaten ya para alır ya alamaz veya veresiye.

İsim yapmış doktorlar ekserisi aristokrat Yahudi kitlesine aitir. Bu zümre doktorların büyük bir kısmı zamanına göre ya hususi at arabaları veya benim zamanımda hususi arabaları ile Balat dışındaki Ayvansaraydaki Yahudi Or-Ahayim hastahanesinde doktorluk mesleğini yaparlar. Bu gibi doktorlarla konuşmak, görüşmek herkesin harcı olmadığı gibi onlar ta Perada, Taksimde veya Şişhanedeki büyük caddelerde muayahaneleri olup pahalı doktorlardır. Fakir halk onların hizmetlerini ancak hastahanede görürler.

Son zamanlarda annemde sık sık nefes darlığı oluyor. İsrail’de iken bunun alerjiye bağlı astma hastalığı olduğu, tozdan, dumandan ve çiçeklerden geldiği söylenip ona göre nefesi daraldığında eczaneden iğneci gelip damara iğne yapılır ve annem derin nefes alır. Bu seferki galiba daha ağır olsa gerek gece yarısı hastahaneye kaldırdılar. Ertesi gününe mektepten döndüğümde teyzemle birlikte Balat dışına yol alıp bir demir kapının ziline basarak kapının açılışını bekledik. Karşımızda kara bıyıklı kasketli kapıcıyı gördük. Küçük bir sorgu sualden sonra içir girmemize müsaade çıktı. Mermer beyaz merdivenleri çıktıktan sonra önümüzdeki kristal çamlı kalın tahtadan sarı bronz tokmaklı kapıyı itip kendimizi hastahanenin iç holünde bulduk. Havada hastahanelere has özel koku bizleri karşılarken etraf mukaddes bir tapınağın sessizliği içinde. Bu sessizliği hol ile birinci katı birleştiren beyaz mermer merdivenlerden inip çıkan hemşire, doktor, hademelerin ayak sesleri ve fısıltılı konuşmaları bozuyor. Annemin yattığı kısım yukarı birinci kattaki büyük koğuş. Merdivenleri ayakkabıların uçlarına basa basa yukarı kata çıktık. Hastalar bu hastanede en az bir haftadan eksik yatmazlar. Gerek tedavi ve gerek teşhis için muayeneler. Büyük koğuşa girdiğimizde ortada upuzun beyaz çarşaf örtülü masa üstünde her iki ucunda beyaz metal yuvarlak kapaklı tencereler, pansuman bezleri, bir sürü renkli şişeler, masanın alt tarafında lazımlıklar. Masanın iki tarafında sıralama hastalar, beyaza boyanmış yüksek yataklar ve her yatağın yanında yine beyaza boyanmış demir sandalye ve komodin. Hemen girişten annemin yatağını belledim. Teyzemin elinden kurtulup yatağın iki tarafında oturmakta olan babama ve büyük anneme aldırmayıp yüzü bitkin, beyaz, solmuş annemin koynuna atılıp ağlamağa başladığımı hissetim. Annem büyük güçlükle başımı bağrına basıp saçlarımı okşadıkça onun bana ne kadar eksik olduğunu hissetim. Bu hastahaneye ilk ziyaretim olmasına rağmen ilerde bu ziyaretler tekrarlanacak ve bu özel mesleği seçmeme sebep olacak. Bir insanın nefes darlığı kadar zor olabilecek hastalık tasavvur etmek mümkün değildir.
    

İçinde bulunduğum trenin yavaş yavaş bulunduğu karanlık tünelden çıkıp ileride gelen tünele girerken kısa da olsa aydınlıkta kaldığı zaman içerisinde etrafımdaki insanlara baktığımda bir kısmı başlarını pencereye doğru çevirmiş, dalgın dalgın karşıya bakıp benim gibi karanlığın içinde kaybolmuş geçmişleri ile yüz yüze kalıp geçen zaman içinde anne, baba, kardeş, yakın akraba, dost, arkadaş, çocukluk yılları ile haşır neşir olup ağladılar, dertleştiler, yanlışları, doğruları, çirkinlikleri, güzellikleri görüp düzeltmek istediler. Gittiler, geldiler ve buna doymadan tekrar trenin öndeki tünele girmesi ile başlarını tekrar pencere tarafına döndürüp,  devam demeğe kalmadan karşıdan siyah perde aniden beyazlaşıp görüntüler peydahlamağa başladı.


Herkes kendi perdesinde peydahlanan resimlerle meşgul iken, bir düşünce aldı beni. Geçen bu zaman içinde her şeyi gördüm yaşadım. Peki, bunun için bu trene ne lüzum vardı? İnsan hayatta gün gün geçenleri hatırlayıp, tekrarlanan yanlışları, eğrilikleri önlemek için gayret ederse bütün bunlara lüzum kalır mı? Hani zaman insana aynı yanlışın tekrarını önlemeyi öğretir derler? Hani hayat tecrübesi gibisi yoktur? Demek hayat, tabiat, insanlarla oynadığı satranç masasında onu şaşırtıp MAT ediyor.
Tabiatı yenmenin imkânı yok gibidir, bütün ipler onun elinde, istediği gibi onunla oynar, eğlenir, güler sıkılmağa başladığında fiskesini vurup kaybettirir. Bu düşünce içerisinde iken karşıdaki beyaz perdede görüntüler peydahlanır ve ben, yanımdakiler ile birlikte tekrar dalar, susarız.

Artık Balattan çıkma zamanı geldi çattı. Babam Yemişteki küçük yüz yirmi çeşit kalemi olan dükkânda ortağı ve işçisi ile birlikte yaptıkları işte geçinip gidiyorlar. Tant Elizaya olan borç ödendi. Bu seferki göç teklifi dayılarımdan geliyor. Onlarda ilerlemek için Balattan çıkıp işlerini ilerisi için ilerletmek için çıkma zamanı geldiği ve bunun için Kurtuluşta hem iş hem oturmak için bir ev teklifi olduğu fikrini babam ve anneme getirdiler. Tabiidir ki bu kararı tartıp karar verecek kişi Mösyö Nisim… Ailenin sayılan hürmet edilen şahsı. Gidildi, bakıldı, konuşuldu, tartışıldı ve sonunda karar kılındı. Kurtuluşa göç...

Balatta bu kadar asırlar Yahudiler doğdular, yeşerdiler, evden eve geçtiler, sünnetler, Bar Mitzvalar, düğünlerde eğlenip güldüler, yaşlandılar, öldüler. Ne oluyor? Biz neyiz ki bu düzeni, bu ahengi gelip bozup gidiyoruz. Ya manav Avramiko, Robert ahtar, berber Sabetay, udi kör Hayim, Ananiya lokantasındaki mösyö Koço, köşedeki fotoğrafçı Mösyö David, Haham Asayas, kasap Kampeas, genç kasap Leon, Ahrida, Çana, Yambol Sinagogları, Ahuera Balat Mahazike-Tora, Peki sandalcı Mehmet Ağa, Hasköydeki Musevi İlkokulum, bebekliğim, çocukluğum,  arkadaşlarım Darsa, Hara, Asayas, Kurtaran, Yeşilbahar. Teyzelerim, tant Fani, Eliza, Benvenuta. Peki, peki Balat’ım ne olacak? Unutacak mıyım? Onu yaşayacak mıyım? Özleyecek miyim? Ona dönecek miyim?

Bütün bunlara cevabım ilerlemekte olan trenin hızına, aradaki molaların süresi, arada bir durup tekrarlanan görüntülere, o anlarda hafızamdan geçenlere bağlı olaylar. Temennim bu ki bütün bunlar silinip kaybolmaz, ileride yolumu gösterir de, kaybolmam.

Karar bu karar, en nihayet tekrar göç Kurtuluş’a. Yeni, yepyeni, tanımadığımız insanlar, adetler, alışkanlıklar, masraflar, lisanlar, giyim şekilleri. Balattan ayrılma pek kolay olmadı. Nasıl kolay olsun ki bu kadar seneler bu yer biz Yahudilerin mekânı olup bağrında bizleri topladı, korudu büyüttü ve nihayet gün geldi her şeyi arkada bırakıp göç ediyoruz. Herkesi toplayıp herkese sarılıp vedalaşmak çok zor… İyisi mi arkaya bakmadan kalpten bir iki gözyaşı akıtıp uzaklaşmak en kolayı.
O gün Kurtuluş denilen yere nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum, hatırladığım şu ki yer daha geniş, etrafta çayır, çimen, meydanlık, açıklık, evler betondan iki veya dört katlı, yeni yapı ve aralarında tek tük tahta evler belli ki çok eskiden yapılmış. Her köşede yeni ev inşaatları beli ki bu yerde dülgerlikte öğreneceğiz.

Bizim yeni evimiz Kurtuluş Semtinin Sinemköy ile Tepeüstü arası aşağıya doğru üçüncü sokağın ortasında iki katlı duvarı gri beyaz, pürtüklü damı örten kısımda yuvarlak. Galiba nazar değmemesi için göz veya işaret… Ev deyince akla büyük bir bina gelmesin, küçük dar bir bina, sahibi bir Rum imiş. Birinci demir giriş kapısındaki birinci kat Büyükannem, Amcalarım ve genç teyzem onun altı, amcalarımın çalışacakları fabrika, yan tarafta birkaç merdivenle inilen bahçe ve onun yan tarafında ilerde futbol ve okul arkadaşım olacak olan Teknik İzak ve küçük kız kardeşi Ceni’nin dört katlı yeni yapı lüks apartmanı. Bizim oturacağımız üst katın önü dörde bölünmüş geniş pencere salon oturma odası yanda küçük bir mutfak ve annemin bahçenin arka tarafına ve amcalarımın fabrikasına bakan yatak odası, işte bizim yeni ev bu kadar büyük.
Etrafta her ne kadar evler varsa da bizim evin önü tamamen açık saha. Baharda gelincikler papatyalar ve yemyeşil çayır. Bu zamanlarda pek kalabalık bir yer değil, gelen geçen az, patırtı gürültü günün ortasında yapılan yeni apartmanların çekiç ve tuğla harç kaldıran vinçlerin sesleri. Sokakta pek fazla insan görülmediği gibi konuşulup, duyulan lisan Türkçe, tabii ki büyük annem için zor bir durum sokaktan geçen satıcılarla çoğu İspanyolca karışık bir kaç Türkçe kelimeler karıştırarak alışverişlerini halletmeye bakıyor.

Amcalarım yeni iş yerlerini düzeltmekle meşgul iken bir taraftan kuzu postlarından deri ceketleri için çok güzel kahve renkli mutondore dedikleri kısa kırpılmış kuzu postları imali için harıl harıl çalışıp didiniyorlar. Yeni bir yer yeni bir iş, yeni bir ileriye düşünce. ELDİYO KEESTE KON EYOS.

Annem bu günlerde yeni boyanmış evi düzeltmekle meşgul iken, babam işine tramvay, otobüs ve bazen dolmuş ile sabahın çok erken saatlerinde gidip, akşamın karanlık saatlerinde dönüyor.  Kolay değil aile büyüyor, masraflar ona göre, yetiştirmek lazım.

18 Şubat 2014 Salı

13-Florya


Hayatın büyük bir kısım cilvelerini Balatta görmeğe devam ediyorum. Karlı yağmurlu geçen bu kış annemi pek sarstı. Gün olmadı ki elleri ayakları şişip ağrılarından ne ev işini yapabildi, nede doğru dürüst kımıldaya bildi. Yani halk dili ile yatalak kadar oldu. Kış biter, baharın sonlarına doğru verilen ilaç ve iksirler fayda etmeyince çareyi çok methini duydukları ARI BATMASI tedavisine karar kılındı.
Bu tedaviyi Balatta yapmak mümkün olmadığına göre Florya denen semtin bir köyünde yapılmasına karar kılındı. Babamın işleri köylülerle olduğu için bu köydeki muhtar arkadaşı ile bir küçük köy evi kiralayıp bu haberi anneme anlatı. Annem olan devam eden ağrılarını dindirecek her çareye razı. Bu karar aileye aktarıldığında annemin kız kardeşi teyzem Roza, Mehmet amcamın karısı hemen atılıp ben ablamı yalnız bırakmam.’’ Mösyö Nisim sen senin muhtar arkadaşına söyle benim için bir ev bulsun’’ der. O da bizim bu işe katılır. Bu ailenin sevgi birliğini, bağlılığını hissetmek, görmek, yaşamak her çocuğa nasip olur mu? Hayat okulu dediğin budur. Bu gibi olayları okul kitabında okumak mümkün olaydı insanlar birbirlerine düşman kelimesini kullanmazlardı.
Konuşmalar arasında duyduğum kadarı ile Florya denize yakın deniz banyoları ile tanınan bizim Balattan epey uzak bir yer. Atatürk bile bu plajlardan hoşlanmış ve oradan denize girermiş. Bir bakarsın annem çabuk iyileşir, bize de denize girmek nasip olur. Bahar bitti yazın ilk günleri okuldan karneleri aldık, tatildeyiz derken, annem güçlükle valizlerin içine çamaşır ve elbiseleri yerleştirdikten sonra babamın getirttiği taksi geldi. Şoför babama yardım edip valizleri bagaja yerleştirdikten sonra taksi Sirkeci Garının yolunu tutu.

Yol boyunca pek fazla konuşmadan geçti. Annemin yüzündeki acı tebessümü çok acı çektiğini hissettiriyor, biz de çocuk olarak idrak edip yaramazlığımızı sonraya bırakıyoruz. Taksi Sirkeci tren garına geldiğinde karşımızda büyük, duvarları kararmış büyük bir bina var. Dışında ve içinde sanki arı kovanı gibi insan girip çıkıyor. Şoför amca valizleri bagajdan çıkardıktan sonra babam orada el arabası olan hamal adama valizleri yüklemesini ve bizi takıp etmesini söyler. Babam önde biz arkada bu büyük garın içine girip kalabalığa karışıyoruz. Kaybolmamak için annemin şiş ellerini tutmaktan başka çare yok, çünkü babamın öndeki uzun gişe sırasına girip tren biletlerini alması lazım. Annem, Hamal ve biz babamın gelmesini beklerken annemin acı yüzünü gördükçe içimden, bu kadar fedakâr, bu kadar iyi, bu kadar herkese iyilik yapmasını seven bir anneye bütün bu acı, bu cefa olur mu? Neden? Sorusunu kendime sormağa başladım fakat halen o gün bu gündür cevabını alamadım.

İleriden insan kalabalığı içinde biletler elinde gelen babamı gördüğümüzde trene doğru yürümeye başladık. Etraftaki bu insan seli içerisinde simitçisi, tarakçısı, ellerindeki mallarını boşaltmış el arabalı hamallar… Nihayet devamlı istim çıkarıp homurdanan trende oturulacak yer bulunan vagon bulunup, valizler yerleştirildikten sonra yerlerimize anne ve babamın karşısındaki muşamba koltuğa oturup trenin kalkmasını beklemeğe başladık. Hava ısındıkça bir parça rüzgâr için herkes ellerine ya bir yelpaze ya da günlük gazeteyi katlayıp sallamakla meşguller.

Uzun gar koridorunun başından uzun keskin bir düdük sesi gelirken trenin yanında duran kasketli üniformalı memur elindeki yuvarlak yeşil renkli levhayı kaldırıp uzun uzun ağzındaki düdüğü çaldırınca arkası uzun tren kımıldamağa başladı. Milletin bir oh çekmeğe başladığı hissedilir.
Açık pencerelerden hava ile karışık rüzgâr girdikçe içerdeki ağır, keskin ter ve diğer kokular dağılır ve yol görünür olur. SAMATYA, YEDİKULE, BAKIRKÖY, YEŞİLKÖY derken en nihayet FLORYA tabelasına geldiğimizde her istasyondan daha fazla insanların burada indiklerini görüyoruz.
Neden olmasın herkesin elinde yemek fileleri, plaj çantaları, hasır şapkalar, sevimli yüzler plaja, denize, günü geçirmeğe gelmişler. Trenden inip istasyonda beklerken uzun tren tekrar uzun bir beyaz duman savurup düdüğünü hissettirdikten sonra ağır ağır son durağına hareket etmeğe başladığında babam karşıda duran arabacıya işaret edip bizi ve valizlerimizi alması için işaret etti. Arabacı üstündeki giysilerine göre yerin köylüsü olduğu belli idi. Uzun siyah potur, üstünde çiçekli gömleği ve kahve renkli yeleği pos bıyığı ve güler yüzü ile valizleri araba denilen ‘’talikaya’’ yerleştirip annem ve babamı arkadan binilen tek atlı arabaya yerleştirdikten sonra küçük kapıyı kapatıp bizleri ön taraftaki kendi yerinin yanına oturduktan sonra ver elini GALATARYA köyü.
Yol aldıkça bizim zevkimize diyecek yok, yolun iki tarafı yemyeşil tarlalar, bağlar, papatya, gelincikler, hava açık, gök mavi, bir parça bulut yok. Başka dünyaya gelmişiz. Arada bir öndeki atın kuyruk sallaması kılları çıplak cılız bacaklarımızı kırbaçlarken bizde sevinç sesleri çıkarıp zevkten uçuyoruz.

Nihayet toprak yola girdiğimizde araba hafif seklemeye başlaması ve havada hafif gübre kokularının gelmesi, yolun iki tarafımdan gidip gelen şalvarlı renkli başörtülü güler yüzlü köy kadınlarının ve kasketli erkeklerin ellerinde tırmık veya orakları ile hoş geldiniz el sallamaları ile köye girdiğimizi hissediyoruz. Ne yazık yol bitti bizim de bu zevkimiz bitti.
Araba tek katlı önü üzüm yapraklı çardağı olan kâgir bir evin önünde durdu. Bizi karşılıya renkli şalvarlı teyze “Hoş geldiniz, Sefalar getirdiniz. Burada her şeyiniz geçecek hanımcığım” deyip bizleri evin içine alıp, anneme yardımcı olmak için etrafında fır döndü. Ben ve kardeşim dışarı çıkıp etraftaki dolu dolu büyük memeli inekleri, kısa boynuzlu siyah öküzleri, harmandan gelen saman saz dolu köy arabalarını seyretmekle, kuzuları okşamakla, köy çeşmesine renkli çiçekli tokalarla testilerini kovalarını doldurup el sallayan genç kızları seyrederken etrafa karanlık inmeğe başladığını fark etmemişiz. Annemin hafif çağırışı bizleri uyarırken meğer gün bitmiş, Ne yazık. Her güzel şey bu kadar çabuk bitermiş.

Ertesi sabah annemin kız kardeşi dediğini unutmamış, iki küçük çocuğu ile köye gelip tahta yapılı karşımızdaki bir eve yerleşti. Artık köylüler, bizler ve teyzem bir bütün büyük bir aile olduk.
Sabah olup kalktığımızda babam ve dayım Mehmet çoktan işlerine gitmişlerdi. Bizim için gün şimdi başlıyordu Sabah kahvaltısını köy yumurtası, tereyağı reçeli, zeytini, peyniri çayı, sütü ile çardağın altında yapıp bitirdikten sonra karşı yoldan iki tombul, güler yüzlü köylü kadının ellerinde beyaz bir çıkınla yaklaşıp ‘’Sabahlar Hayır olsun’’ deyip bağdaş kurup annemi karşılarına alıp tedavi hakkında anlatmağa başladılar. Ben de her zamanki gibi böyle şeyleri kaçırmamak için kadınların arasına diz çöküp pür dikkatle söylenenleri okul öğrencisinin sevmiş olduğu dersi dinler kadar dinliyor ve zihnimden bir daha silinmeyecek şekilde kazıyor, yerleştiriyorum.

Ertesi sabah bu iki köy kadını yine aynı çıkınla eve gelip annemi karşılarına aldılar. Çıkını açıp içinde dolu uçuşan bal arılarından tek tek hünerli elleri ile kanatlarından yakalayıp annemin ellerinin üstüne dokundurup batırtıyorlar. Ardından arıları salıveriyorlar. Demek arı tedavisi budur. Annemin yüzündeki acı ıstırabı, tedavinin ne kadar acı olduğunu anlatmaya gerek yok. Bu işkence yalnız ellerde kalmayıp ayaklarla devam ediyor. Demek annemin tedavisi bilinmeyen hastalığı bu kadar acı veriyor ki bu Arı batırma tedavisine razı ve dayanabiliyor.
 O eller, ayaklar davula dönerken annem devamlı üzgün. İyi ki teyzem burada ona kuvvet veriyor. Çocukların işini üstüne alıp annemin yeterli olan üzüntüsünü hafifletmeğe bakıyor.
Bu tedavi her gün devam ettikçe annemin ağrılarının hafiflediği, şişkinliklerin kaybolduğu, yüzüne renk gelmeğe başladığını gördükçe bütün etraf annemle birlikte sevinmeğe, şükür etmeye başladık. Bundan böyle annem iyileşip eskisi gibi sıkı sıkı bizleri kucaklayacak, sevecek, gülümseyecek.
Artık bizler köyün bir parçası olduk. Çardak altı akşamüstü sohbetleri, köy bakkalından alışverişler, evin arka tarafındaki tarladan sarı turuncu geniş çiçekler arasından yeşil hıyar, kabak, fidanlardan kıpkırmızı köy domatesi, karşıdan uzun dar mor siyah patlıcan ve uzun biberleri toplayıp eve getirirken biz artık Balatlı değil Galatarya köylüsüyüz.
Zaman geldi plaja gitmek te oldu, dönüşte aynı keyifle bizim talika ile köyümüze dönüyor basit, saf köy hayatımıza davam ediyoruz.

Yazın sonlarına doğru havalar birazcık serinleyip arada bir hafif damlıyor, bizler köylülerle hem inekleri çayıra götürüyor, köy dışındaki bağlara gidip salkım, salkım kırmızı, yeşil Yapıncak, Çavuş üzümlerini sepete toplayıp eve getiriyoruz. Bu anılar daima toprak anayı daha yakın hissetmemize ve Türk Köylüsünün samimiyetini açık kalpliliğini hayat boyu unutturmayacak. Sonbaharın ortalarında okulların açılması ile sağ salim Galatarya köyünden ayrılırken “HEPİNİZE TEŞEKÜRLER, ALLAHA EMANET KALIN, AĞALAR, ANALAR, BACILAR SEVGİLİ GALATARYA HALKI TEKRAR TEŞEKÜRLER’’.
Haydi, sana dönüyoruz BALAT.
 


16 Şubat 2014 Pazar

12- Yine kış



 Günler, haftaları, haftalar ayları, aylar seneleri takip ettikçe Balattaki yaşantımızda değişen çok az şeyler oldu. Yine sıcak yazlar, güzel parlak bazen yağmurlu baharları takıp eden kışlar, kara kışlar. Böyle karlı kışlı bir sene yine bizler herzeminki gibi paltolar, kazaklar, vapur ve sandallarla okula gidip gelirken aniden başlayan bir tipi ile zar zor okul kapısını yakaladık.  İçimden Tanrım bu günde okula gelmeseydik olmaz mı idi? Bu gibi günlerde okulun ön tarafındaki büyük demir kapısından gireriz, ne imiş çocuklar bahçede ıslanıp üşümesinler. Giriş kapısı çok büyük bir hole açılıyor tavanı görmek için kafanı ta geriye atman lazım, yüksek. Hol doldukça çocukların patırtı sesleri çoğalıyor. Çıkan mermer merdivenlerin ortasında heykel gibi elinde ince sopasını paltosunun yan tarafına hafifçe sallayıp vuran zır suratlı öğretmen arada bir ağzına düdüğü götürüp dat dat ötürüp sözde asayişi elde etmeğe bakıyor. Kapalı yerde olmamıza rağmen soğuk, çok soğuk... En nihayet öğretmen elindeki saate bakıp diğer elindeki çıngırağı sallar bir sessizlik olur. Herkes kendi eşini elinden tutar, sıralar yapılır. Bugün pazartesi sabahı İstiklal Marşı söylenip sınıflara çıkacağız. Soğuk belimizi büktü, bunsuz olmaz der KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA GÜZEL AL SANCAK. Kimimiz hafif hafif öksürüyor, kimimiz burnundan akan hafif sümüğünü sessizce geri çeker, en nihayet kazasız belasız İstiklal Marşı da biter ve sınıfların yolunu alırken yanımdaki küçük kardeşimin yüzü beyaz ve titrediğini hissetim. İçim rahat değil, taki sınıfının içine girmesine kadar onu takip ettim, bekledim, ne kadar olsa o bana emanet, o benim sevgili küçük kardeşim. Sınıfa girdiğimde halen sınıfın odun sobası yanmasına rağmen soğuk olduğu ve dışarıda lapa lapa kar yağdığı görülüyordu. Paltoyu çıkarmasak siyah önlük, beyaz yaka kıyafetini göstermesek olmadığı gibi bu Allah’ın soğuk sabahında bir de dik dur ve başla TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM. Bunda kimin şüphesi var Allah inandırsın...

Zaman ilerledikçe sınıf, gerek biz çocukların nefesleri ve yanan sobanın ısısı ile ısındıkça pencere camları buharlaşır ancak ağaç dallarının gölgeleri görülür. Ders araları geçer, öğlen yemek paydosunda sepetteki sefer tasındaki yemekleri soğuk yemekhanede ısıtmak için sıraya girdiğimde kardeşimin masada uyuya kaldığını görünce yemekten vaz geçip yanına gidip oturdum. Saatlerin nasıl geçtiğini bilmiyorum, gün bitip zil çaldığında kardeşimi tuttuğum gibi Hasköy vapur iskelesine zor vardık. Hava zehir gibi soğuk yerler su dolu. İskeleye varıncaya kadar ne ayakkabı ne çorap kaldı. Palto ıslanmış ağırlaşmış,  elimde sepet sırtımda çanta, diğer elimde güçlükle yürüyen küçük zavallı öksüren kardeşim. Tanrım sana karşı ne günah ettik ki bize bu günü münasip gördün??? Vapur Haliç, Balat İskelesi yağmur, çamur rüzgâr soğuk nihayet evin kapısına gelebildik. Merdivenlerden çıkarken annem kardeşimin öksürüklerini işitmiş olacak ki hemen bizi yarı merdivenlerde karşılar ve kardeşimi kucağına alır bağrına basa, basa eve çıkar. Ne kadar mutluyum, en nihayet sıcak evimize ulaştık anamdayız...

Kardeşim ateş içinde halsiz, öksürüyor. Babam geldiğinde durumun ciddi olduğuna karar verip Dr Leviye giderler. Döndüklerinde annem üzgün, harap, ağlar, sızlar teşhis zatürre, korkulu bir
Teşhis, ilaçları yapmak için babam Milli Sineması karşısındaki Negri eczanesine gidip hem ilaç hem de kardeşi olan iğneci Jak’ı iğne yapması için eve getirir. Tedavi evde devam eder.
Sabahına soğuk yine aynı soğuk, kar aynı kar, çamur dolu yollar aynı yollar, ben de yalnız elimde sepetim, sırtımda paltom ve sırt okul çantam çıktım yola. Neyi düşüneyim ders yapmadığımı mı? Kardeşimi hasta bıraktığımı mı? Havanın berbatlığın mı? Canımın hiç okula gitmek istemediğimi? Böyle iken her günkü gibi yine sınıftayım. Yine Doğruyum, Çalışkanım devam derken ders programında jimnastik! Bu havada tabii ki bu çocuklar bahçeye çıkarılmaz. Ne yazık ki jimnastik öğretmeni SAĞLAM KAFA SAĞLAM VÜCUTTA prensibini benimseyen bir tip


Haydi, her şeyi çıkar siyah evde dikilmiş jimnastik şortunu giy, üstüne beyaz fanila koy ve bu soğukta kültürfizik yap. NE BU KAFA NE BU KEFALİ…  Yanlışını çabuk anlamış olacak ki dersi kısa keser, bizde titriye titriye sınıfa gidip bu üniforma üstüne kendi elbiselerimizi koyup sobanın önünde ısınmağa bakıyoruz. Akşamüstü eve döndüğümde acayip bir halsizlikle beraber başımın ağrıdığını, titreyip, üşüyüp, ısındığımı ve kuru kuru öksürdüğümü gören annem hemen koltuk altıma ince doktor termometresini yerleştirip yatağıma yatırırken yüzünün üzgün ve göz yaşları ile dolduğunu gördüm. İçimden: Peki ben ne yapayım jimnastik öğretmeni Sağlam Vücutta Sağlam Kafa deyince bende ona inanıp bu duruma geldim demek ister iken sızmışım. Termometreye bakmak denince herkesin harcı değildir. Bunun için bile kültür isteyen bir iş, hele ince cıvalı doktor termometresi. İlkin parmaklar arasında tutulur, bir iki kere havada yukarıdan aşağıya sallanır. Cıvayı görebilir ve 36 nın altına düştüğünü gördün ve termometreyi sallar iken fırlatmadı isen koltuk altını terden kuruttuktan sonra koyup sohbete geçersin.

Biz küçük çocuklara Gripin gibi ilaçlar pek verilmez. Çünkü bu ilacı yutmak için çocuk gırtlağı dar gelir. Yapılan şeylerin başında sıcak ıhlamur ve eczanede kahve renkli şişelerde satılan öksürük iksiri, bir çorba kaşığı üç kere günde, birde kolonya friksiyonu ve sıcak yatak. Her şey bu.
Bütün gayretler boşa çıkınca, büyük annem kardeşimle kalıp bizde Doktor Levinin muayenehanesinin yolunu tuttuk. Muayenehane Çiçek yazlık sinemasının yan sokağının başlangıcında, mesafe uzak olmasa bile o gün, o an bitmez gibi geldi. Gerek doktor korkusu, gerek kuvvetsizlik, devamlı öksürük. Bekleme odasında bir iki hastayı beklerken etrafa bakmadan olmaz. Tavanda üç kollu beyaz top şeklindeki lambadan loş bir ışık, iki eskimiş maroken deri koltuk, ortada üstünde gazete, mecmua serpilmiş eski tahtadan sehpa, bundan fazlası ne olacak buraya misafirliğe gelmedik ya. Zaman geçtikçe içimdeki heyecan ve korku havadaki doktor kokusuna karışırken en nihayet cam çerçeveli kapı açılır ve uzun boylu üstünde beyaz uzun doktor gömleği koyu kahve renkli yelek ve pantolonlu kravatlı, yüzünde hafif çiçek bozuğu olan güler yüzlü Doktor Levi görünür. Doktor Levi babamın iyi dostu olduğundan samimi bir selamdan sonra bizi içeri alır ve kapıyı kapatır, içimdeki heyecan ve korku son haddine geldiğini hissederken Doktor babamla dostça biraz sohbet etti. Annemden biraz olan geçenleri ciddiyetle dinledikten sonra, annem de üstümdeki bütün elbise ve fanilayı çıkardıktan sonra uzun dar üstü beyaz çarşafla örtülü muayenehane masasına oturtup kendisini geri çekti. Doktor yanıma gelip oturduğunda kalbim küt, küt attığını hissettim, ne yapalım? Çocukları nedense doktorlara karşı korkuturlar. Arkamı Doktor Leviye verdiğimde soğuk kemikli parmaklarını yelpaze şeklinde açmış sırtıma yapıştırıp diğer elinin parmakları ile eline vurup vurup tak tak, tık tık yukarıdan aşağıya muayene ettikten sonra askerine emir veren bir komutan gibi şimdi ben ellerimi sırtına koyduğumda kırk, kırk bir diyeceksin der. Ellerini sırtıma yapıştırıp kaldırıp indirdiğini hissederken sesimin güçlükle kırk kır biri söylemeğe gayret ettiğini hissetim. Oda sıcak olmasına rağmen üşüyor titriyorum. Korku mu? Hastalık mı? Bunu şimdi düşünürken nihayet sırtıma ince beyaz bir çarşaf serdiğini hissediyor ve doktorun soğuk kulak kepçesini hissediyorum. Yine emir gelir; derin nefes al, ver, al, ver ve kulağını yukarıdan aşağıya hissettikten sonra ve bütün vücudumun muayenesini bitirdikten sonra anneme giydirmesi için işaret etti. Artık bende ne hal ne mecal… Doktor Levi iskemlesine oturup dirseklerini üstü camlı masasına koyup ellerini yukarı doğru birleştirdikten sonra gayet ciddi bir tonla: Yasef te zatürricem (Plörezi) var der. Reçetesini yazmağa başladığında ’’yarından tezi yok’’ Balat Verem Dispanserine gidip filim çekeceksiniz der ve tezkere yazar.

Verem kelimesi ve hastalığı halk arasında bu zamanlarda tedavisi mümkün olmasına rağmen pek hoşa giden bir olay değildir. Hastalık, ilaç tedavisi olmadığı yakın yıllarda etrafı kırıp götürdüğü için halkta çok büyük korku bırakmıştı. Hastalık bulaştırıcı olduğu için etraftan hem saklanır hem de diğer ailenin fertleri için dikkat edilir. Peki, şimdi ne olacak? Kardeşimi nasıl koruyacağız problemi düşünülür iken o hala hasta, halen öksürüp, yatakta.

Ertesi gün büyük annem ile birlikte iki çocuk sıkı giydirilir ve bizim mahallenin sokağındaki Balat Verem Dispanserinin yolu tutulur. Dispanser tek katlı kırmızı küçük tuğla taşından yapılmış, yeniye yakın uzun bir bina. Kapının üstünde Verem ve Göğüs Hastalıkları Dispanseri ve Kızılay resmi olan tabelanın altındaki cam çerçeveli kapısından girdiğimizde havada keskin bir hastahane kokusu var. Sonradan bunun dezenfeksiyon için yerlerin silinmesinde kullanılan LIZOL olduğunu öğreneceğim. Dar geniş uzun koridorun duvar kısmında uzun tahta sıraların üstünde siyah çarşaflı kadınların yanlarına oturmuş avurtları içeri çökmüş, gözlerinin parıltısı sönmüş erkekler, kâh öksürür, kâh başlarını iki ellerinin arasına almış, eğilmiş insanlar. Beyaz önlüklü başlarında beyaz keplerinde Kızılaylı hemşire, lacivert pelerinli doktorlar. Her tarafta acayip bir sessizlik sürerken zorlukla insanlar birbirlerine selam, sabah veriyor, kimsede ne mecal ver ne kuvvet, herkes kendi kemirici derdi ile meşgul. Nihayet röntgen odasının kapısı açılıp bizi güler yüzlü hemşire yarı karanlık odanın içine alıp kapıyı ardımızdan kapatıp anneme üstümdekileri çıkarmasını söylerken, hastalıktan mı? Etraftaki insanların görünüşlerinden mi? odanın içindeki doktor, hemşire ve aletten mi? Beni bekleyen büyük iğneden mi? Korkumdan ne ağlıyor, nede soru soruyorum. Sanki putlaşıp verilen emirlere itaat eden asker gibiyim. Hemşire beni makinenin soğuk cam çerçevesine göğsümü yapıştırdıktan sonra ilk defa olarak makinenin arkasındaki doktorun tok sesi ile verdiği emiri duydum. NEFES AL TUT, NEFES VER, TEKRAR AL TUT. Muayene bittiğinde artık kuvvetimin azaldığını hissettiğim bu anda annemin sıcak kucağını hissedip hüngür, hüngür ağlamaya başladım.

Ertesi günü sabahı tekrar aynı sokak, aynı kapı, aynı avurtları çökmüş insanlar ve doktorun odasının kapısı. Kapı açılıp içeri girdiğimizde pos bıyıklı babacan bir doktor masasının arkasında tatlı bir tebessümle ‘’buyurun hanımefendi oturun’’ der ve anneme durumu anlatmağa başlar, anlattıkça annemin yüzüne baktığımda kızarmış yanaklarından birbirinin ardından dinmeyen göz yaşlarının süzüldüğünü görüyorum, demek annem beni bu kadar seviyormuş meğer. İki küçük ellerimle beline dolanıp sıkı sıkı kucaklamağa başladım.


Aradan ne kadar geçtiğini bilmiyorum. Doktor hemşire ile birlikte ellerinde büyük bir cam şırınga ve tentürdiyoda bulanmış bir pamukla beni sert doktor yatağına oturtup doktorun el ve parmakları ile sırtıma bir daha Doktor Levinin yaptığı tık tık, tak tak’ı bitirdikten sonra hemşirenin göğüslerini yüzümde, tentürdiyodun kokusunu ve sürülüşünü sırtımda hissettiğim anda, göğsümde aniden bir anlık acı hissettiğimde annemin tekrar göz yaşlarına boğulurken, daha iyi nefes almağa başladığımı hissetim. Meğer doktor elindeki cam şırıngayı arka göğsümde saplı olan iğneden doldurup doldurup boş, camlı şişeye sarı renkli sıvıyı boşaltıyordu. Bütün bu sahne bittiğinde doktorun eli başımı okşadıktan sonra, anneme “ARTIK BU ÇOCUĞUN HAYATI SİZİN ELİNİZDE” cümlesini hayat boyunca unutmamak üzere zihnimde ve kalbimde kazılıp kaldı. Artık bizim dispanser diyebileceğimiz yeri kardeşimle beraber sık sık ziyaret eder olmuştuk. Kolay değil, tüberküloz hastalığının tedavi ve kontrolü uzun olurmuş. İki kardeş okula gitmez evde, oturup zaman öldürmekle meşgul iken,  her gün iğne yemek, hap yutmak, ancak sokak, arkadaş, oyun hak getire.

Her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkıldık. Sabah kalk, gözünü açmadan babamın köylerden getirdiği çorba kaşığındaki tereyağı topu şekere batır, yut, arkasından yine mutfaktaki sepetteki samanın içinden babamın yine köyden getirdiği yumurtayı kır, glop, çiğ çiğ yut. Saat onda annemin arkadaşı Tant Binvinutanın her sabah kasap Leon’dan getirdiği özel et parçası iki kap içinde pişirilip kalan sosu bir bardak bana bir bardak kardeşim İshak’a yallah, kalan et her gün bir başka yemeğe katılıp pişiriliyor. Dedik ya hiçbir şey atılmaz, her şey kıymetli. Allah bize sabır, anneme kuvvet metanet, babama da hayırlı işler... ALLAH BETERİNDEN SAKLASIN. MUERTE KENO SEMESKLE denir ve devam edilir.

Günleri haftalar, haftaları aylar takip edip tekrar bir bahar sabahının günü dispansere kontrole gittiğimizde babacan doktor güler yüzle anneme iyileştiğimizi müjdeler. Annem doktora elini verip sıkı sıkı tokalaşıp teşekkür etikten sonra ikimizi iki eline alıp dışarı çıktığımızda sanki havada uçarcasına evin yolunu aldığımızda bizler onu bu sevinçle görmemiz bu kadar zamandır hasret kaldığımız sokak, mahalleyi unutup gittik. “HANİ YA HAYAT, YÜZ PARAYA, İKİ TANE BEŞ”