Günler, haftaları, haftalar ayları, aylar
seneleri takip ettikçe Balattaki yaşantımızda değişen çok az şeyler oldu. Yine
sıcak yazlar, güzel parlak bazen yağmurlu baharları takıp eden kışlar, kara
kışlar. Böyle karlı kışlı bir sene yine bizler herzeminki gibi paltolar, kazaklar,
vapur ve sandallarla okula gidip gelirken aniden başlayan bir tipi ile zar zor
okul kapısını yakaladık. İçimden Tanrım
bu günde okula gelmeseydik olmaz mı idi? Bu gibi günlerde okulun ön tarafındaki
büyük demir kapısından gireriz, ne imiş çocuklar bahçede ıslanıp üşümesinler.
Giriş kapısı çok büyük bir hole açılıyor tavanı görmek için kafanı ta geriye
atman lazım, yüksek. Hol doldukça çocukların patırtı sesleri çoğalıyor. Çıkan
mermer merdivenlerin ortasında heykel gibi elinde ince sopasını paltosunun yan
tarafına hafifçe sallayıp vuran zır suratlı öğretmen arada bir ağzına düdüğü
götürüp dat dat ötürüp sözde asayişi elde etmeğe bakıyor. Kapalı yerde olmamıza
rağmen soğuk, çok soğuk... En nihayet öğretmen elindeki saate bakıp diğer
elindeki çıngırağı sallar bir sessizlik olur. Herkes kendi eşini elinden tutar,
sıralar yapılır. Bugün pazartesi sabahı İstiklal Marşı söylenip sınıflara
çıkacağız. Soğuk belimizi büktü, bunsuz olmaz der KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA
GÜZEL AL SANCAK. Kimimiz hafif hafif öksürüyor, kimimiz burnundan akan hafif
sümüğünü sessizce geri çeker, en nihayet kazasız belasız İstiklal Marşı da
biter ve sınıfların yolunu alırken yanımdaki küçük kardeşimin yüzü beyaz ve
titrediğini hissetim. İçim rahat değil, taki sınıfının içine girmesine kadar
onu takip ettim, bekledim, ne kadar olsa o bana emanet, o benim sevgili küçük
kardeşim. Sınıfa girdiğimde halen sınıfın odun sobası yanmasına rağmen soğuk
olduğu ve dışarıda lapa lapa kar yağdığı görülüyordu. Paltoyu çıkarmasak siyah önlük,
beyaz yaka kıyafetini göstermesek olmadığı gibi bu Allah’ın soğuk sabahında bir
de dik dur ve başla TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM. Bunda kimin şüphesi var Allah
inandırsın...
Zaman
ilerledikçe sınıf, gerek biz çocukların nefesleri ve yanan sobanın ısısı ile
ısındıkça pencere camları buharlaşır ancak ağaç dallarının gölgeleri görülür. Ders
araları geçer, öğlen yemek paydosunda sepetteki sefer tasındaki yemekleri soğuk
yemekhanede ısıtmak için sıraya girdiğimde kardeşimin masada uyuya kaldığını
görünce yemekten vaz geçip yanına gidip oturdum. Saatlerin nasıl geçtiğini
bilmiyorum, gün bitip zil çaldığında kardeşimi tuttuğum gibi Hasköy vapur
iskelesine zor vardık. Hava zehir gibi soğuk yerler su dolu. İskeleye varıncaya
kadar ne ayakkabı ne çorap kaldı. Palto ıslanmış ağırlaşmış, elimde sepet sırtımda çanta, diğer elimde
güçlükle yürüyen küçük zavallı öksüren kardeşim. Tanrım sana karşı ne günah
ettik ki bize bu günü münasip gördün??? Vapur Haliç, Balat İskelesi yağmur, çamur
rüzgâr soğuk nihayet evin kapısına gelebildik. Merdivenlerden çıkarken annem
kardeşimin öksürüklerini işitmiş olacak ki hemen bizi yarı merdivenlerde
karşılar ve kardeşimi kucağına alır bağrına basa, basa eve çıkar. Ne kadar
mutluyum, en nihayet sıcak evimize ulaştık anamdayız...
Kardeşim ateş
içinde halsiz, öksürüyor. Babam geldiğinde durumun ciddi olduğuna karar verip
Dr Leviye giderler. Döndüklerinde annem üzgün, harap, ağlar, sızlar teşhis zatürre,
korkulu bir
Teşhis,
ilaçları yapmak için babam Milli Sineması karşısındaki Negri eczanesine gidip
hem ilaç hem de kardeşi olan iğneci Jak’ı iğne yapması için eve getirir. Tedavi
evde devam eder.
Sabahına soğuk
yine aynı soğuk, kar aynı kar, çamur dolu yollar aynı yollar, ben de yalnız
elimde sepetim, sırtımda paltom ve sırt okul çantam çıktım yola. Neyi düşüneyim
ders yapmadığımı mı? Kardeşimi hasta bıraktığımı mı? Havanın berbatlığın mı? Canımın
hiç okula gitmek istemediğimi? Böyle iken her günkü gibi yine sınıftayım. Yine
Doğruyum, Çalışkanım devam derken ders programında jimnastik! Bu havada tabii
ki bu çocuklar bahçeye çıkarılmaz. Ne yazık ki jimnastik öğretmeni SAĞLAM KAFA
SAĞLAM VÜCUTTA prensibini benimseyen bir tip
Haydi, her
şeyi çıkar siyah evde dikilmiş jimnastik şortunu giy, üstüne beyaz fanila koy
ve bu soğukta kültürfizik yap. NE BU KAFA NE BU KEFALİ… Yanlışını çabuk anlamış olacak ki dersi kısa
keser, bizde titriye titriye sınıfa gidip bu üniforma üstüne kendi
elbiselerimizi koyup sobanın önünde ısınmağa bakıyoruz. Akşamüstü eve döndüğümde
acayip bir halsizlikle beraber başımın ağrıdığını, titreyip, üşüyüp, ısındığımı
ve kuru kuru öksürdüğümü gören annem hemen koltuk altıma ince doktor
termometresini yerleştirip yatağıma yatırırken yüzünün üzgün ve göz yaşları ile
dolduğunu gördüm. İçimden: Peki ben ne yapayım jimnastik öğretmeni Sağlam Vücutta
Sağlam Kafa deyince bende ona inanıp bu duruma geldim demek ister iken
sızmışım. Termometreye bakmak denince herkesin harcı değildir. Bunun için bile
kültür isteyen bir iş, hele ince cıvalı doktor termometresi. İlkin parmaklar arasında
tutulur, bir iki kere havada yukarıdan aşağıya sallanır. Cıvayı görebilir ve 36
nın altına düştüğünü gördün ve termometreyi sallar iken fırlatmadı isen koltuk
altını terden kuruttuktan sonra koyup sohbete geçersin.
Biz küçük
çocuklara Gripin gibi ilaçlar pek verilmez. Çünkü bu ilacı yutmak için çocuk
gırtlağı dar gelir. Yapılan şeylerin başında sıcak ıhlamur ve eczanede kahve
renkli şişelerde satılan öksürük iksiri, bir çorba kaşığı üç kere günde, birde
kolonya friksiyonu ve sıcak yatak. Her şey bu.
Bütün
gayretler boşa çıkınca, büyük annem kardeşimle kalıp bizde Doktor Levinin muayenehanesinin
yolunu tuttuk. Muayenehane Çiçek yazlık sinemasının yan sokağının
başlangıcında, mesafe uzak olmasa bile o gün, o an bitmez gibi geldi. Gerek
doktor korkusu, gerek kuvvetsizlik, devamlı öksürük. Bekleme odasında bir iki
hastayı beklerken etrafa bakmadan olmaz. Tavanda üç kollu beyaz top şeklindeki
lambadan loş bir ışık, iki eskimiş maroken deri koltuk, ortada üstünde gazete,
mecmua serpilmiş eski tahtadan sehpa, bundan fazlası ne olacak buraya misafirliğe
gelmedik ya. Zaman geçtikçe içimdeki heyecan ve korku havadaki doktor kokusuna
karışırken en nihayet cam çerçeveli kapı açılır ve uzun boylu üstünde beyaz
uzun doktor gömleği koyu kahve renkli yelek ve pantolonlu kravatlı, yüzünde
hafif çiçek bozuğu olan güler yüzlü Doktor Levi görünür. Doktor Levi babamın
iyi dostu olduğundan samimi bir selamdan sonra bizi içeri alır ve kapıyı
kapatır, içimdeki heyecan ve korku son haddine geldiğini hissederken Doktor
babamla dostça biraz sohbet etti. Annemden biraz olan geçenleri ciddiyetle dinledikten
sonra, annem de üstümdeki bütün elbise ve fanilayı çıkardıktan sonra uzun dar
üstü beyaz çarşafla örtülü muayenehane masasına oturtup kendisini geri çekti. Doktor
yanıma gelip oturduğunda kalbim küt, küt attığını hissettim, ne yapalım? Çocukları
nedense doktorlara karşı korkuturlar. Arkamı Doktor Leviye verdiğimde soğuk kemikli
parmaklarını yelpaze şeklinde açmış sırtıma yapıştırıp diğer elinin parmakları
ile eline vurup vurup tak tak, tık tık yukarıdan aşağıya muayene ettikten sonra
askerine emir veren bir komutan gibi şimdi ben ellerimi sırtına koyduğumda
kırk, kırk bir diyeceksin der. Ellerini sırtıma yapıştırıp kaldırıp indirdiğini
hissederken sesimin güçlükle kırk kır biri söylemeğe gayret ettiğini hissetim.
Oda sıcak olmasına rağmen üşüyor titriyorum. Korku mu? Hastalık mı? Bunu şimdi
düşünürken nihayet sırtıma ince beyaz bir çarşaf serdiğini hissediyor ve
doktorun soğuk kulak kepçesini hissediyorum. Yine emir gelir; derin nefes al, ver,
al, ver ve kulağını yukarıdan aşağıya hissettikten sonra ve bütün vücudumun
muayenesini bitirdikten sonra anneme giydirmesi için işaret etti. Artık bende
ne hal ne mecal… Doktor Levi iskemlesine oturup dirseklerini üstü camlı
masasına koyup ellerini yukarı doğru birleştirdikten sonra gayet ciddi bir
tonla: Yasef te zatürricem (Plörezi) var der. Reçetesini yazmağa başladığında ’’yarından
tezi yok’’ Balat Verem Dispanserine gidip filim çekeceksiniz der ve tezkere
yazar.
Verem kelimesi
ve hastalığı halk arasında bu zamanlarda tedavisi mümkün olmasına rağmen pek
hoşa giden bir olay değildir. Hastalık, ilaç tedavisi olmadığı yakın yıllarda
etrafı kırıp götürdüğü için halkta çok büyük korku bırakmıştı. Hastalık
bulaştırıcı olduğu için etraftan hem saklanır hem de diğer ailenin fertleri
için dikkat edilir. Peki, şimdi ne olacak? Kardeşimi nasıl koruyacağız problemi
düşünülür iken o hala hasta, halen öksürüp, yatakta.
Ertesi gün büyük annem
ile birlikte iki çocuk sıkı giydirilir ve bizim mahallenin sokağındaki Balat Verem
Dispanserinin yolu tutulur. Dispanser tek katlı kırmızı küçük tuğla taşından
yapılmış, yeniye yakın uzun bir bina. Kapının üstünde Verem ve Göğüs Hastalıkları
Dispanseri ve Kızılay resmi olan tabelanın altındaki cam çerçeveli kapısından
girdiğimizde havada keskin bir hastahane kokusu var. Sonradan bunun dezenfeksiyon
için yerlerin silinmesinde kullanılan LIZOL olduğunu öğreneceğim. Dar geniş
uzun koridorun duvar kısmında uzun tahta sıraların üstünde siyah çarşaflı
kadınların yanlarına oturmuş avurtları içeri çökmüş, gözlerinin parıltısı
sönmüş erkekler, kâh öksürür, kâh başlarını iki ellerinin arasına almış, eğilmiş
insanlar. Beyaz önlüklü başlarında beyaz keplerinde Kızılaylı hemşire, lacivert
pelerinli doktorlar. Her tarafta acayip bir sessizlik sürerken zorlukla insanlar
birbirlerine selam, sabah veriyor, kimsede ne mecal ver ne kuvvet, herkes kendi
kemirici derdi ile meşgul. Nihayet röntgen odasının kapısı açılıp bizi güler
yüzlü hemşire yarı karanlık odanın içine alıp kapıyı ardımızdan kapatıp anneme
üstümdekileri çıkarmasını söylerken, hastalıktan mı? Etraftaki insanların
görünüşlerinden mi? odanın içindeki doktor, hemşire ve aletten mi? Beni bekleyen
büyük iğneden mi? Korkumdan ne ağlıyor, nede soru soruyorum. Sanki putlaşıp
verilen emirlere itaat eden asker gibiyim. Hemşire beni makinenin soğuk cam
çerçevesine göğsümü yapıştırdıktan sonra ilk defa olarak makinenin arkasındaki
doktorun tok sesi ile verdiği emiri duydum. NEFES AL TUT, NEFES VER, TEKRAR AL
TUT. Muayene bittiğinde artık kuvvetimin azaldığını hissettiğim bu anda annemin
sıcak kucağını hissedip hüngür, hüngür ağlamaya başladım.
Ertesi günü
sabahı tekrar aynı sokak, aynı kapı, aynı avurtları çökmüş insanlar ve doktorun
odasının kapısı. Kapı açılıp içeri girdiğimizde pos bıyıklı babacan bir doktor
masasının arkasında tatlı bir tebessümle ‘’buyurun hanımefendi oturun’’ der ve
anneme durumu anlatmağa başlar, anlattıkça annemin yüzüne baktığımda kızarmış
yanaklarından birbirinin ardından dinmeyen göz yaşlarının süzüldüğünü görüyorum,
demek annem beni bu kadar seviyormuş meğer. İki küçük ellerimle beline dolanıp
sıkı sıkı kucaklamağa başladım.
Aradan ne
kadar geçtiğini bilmiyorum. Doktor hemşire ile birlikte ellerinde büyük bir cam
şırınga ve tentürdiyoda bulanmış bir pamukla beni sert doktor yatağına oturtup doktorun
el ve parmakları ile sırtıma bir daha Doktor Levinin yaptığı tık tık, tak tak’ı
bitirdikten sonra hemşirenin göğüslerini yüzümde, tentürdiyodun kokusunu ve
sürülüşünü sırtımda hissettiğim anda, göğsümde aniden bir anlık acı hissettiğimde
annemin tekrar göz yaşlarına boğulurken, daha iyi nefes almağa başladığımı
hissetim. Meğer doktor elindeki cam şırıngayı arka göğsümde saplı olan iğneden
doldurup doldurup boş, camlı şişeye sarı renkli sıvıyı boşaltıyordu. Bütün bu
sahne bittiğinde doktorun eli başımı okşadıktan sonra, anneme “ARTIK BU ÇOCUĞUN
HAYATI SİZİN ELİNİZDE” cümlesini hayat boyunca unutmamak üzere zihnimde ve
kalbimde kazılıp kaldı. Artık bizim dispanser diyebileceğimiz yeri kardeşimle
beraber sık sık ziyaret eder olmuştuk. Kolay değil, tüberküloz hastalığının
tedavi ve kontrolü uzun olurmuş. İki kardeş okula gitmez evde, oturup zaman
öldürmekle meşgul iken, her gün iğne
yemek, hap yutmak, ancak sokak, arkadaş, oyun hak getire.
Her gün aynı
şeyleri yapmaktan sıkıldık. Sabah kalk, gözünü açmadan babamın köylerden
getirdiği çorba kaşığındaki tereyağı topu şekere batır, yut, arkasından yine
mutfaktaki sepetteki samanın içinden babamın yine köyden getirdiği yumurtayı
kır, glop, çiğ çiğ yut. Saat onda annemin arkadaşı Tant Binvinutanın her sabah
kasap Leon’dan getirdiği özel et parçası iki kap içinde pişirilip kalan sosu
bir bardak bana bir bardak kardeşim İshak’a yallah, kalan et her gün bir başka
yemeğe katılıp pişiriliyor. Dedik ya hiçbir şey atılmaz, her şey kıymetli. Allah
bize sabır, anneme kuvvet metanet, babama da hayırlı işler... ALLAH BETERİNDEN
SAKLASIN. MUERTE KENO SEMESKLE denir ve devam edilir.
Günleri
haftalar, haftaları aylar takip edip tekrar bir bahar sabahının günü dispansere
kontrole gittiğimizde babacan doktor güler yüzle anneme iyileştiğimizi
müjdeler. Annem doktora elini verip sıkı sıkı tokalaşıp teşekkür etikten sonra
ikimizi iki eline alıp dışarı çıktığımızda sanki havada uçarcasına evin yolunu
aldığımızda bizler onu bu sevinçle görmemiz bu kadar zamandır hasret kaldığımız
sokak, mahalleyi unutup gittik. “HANİ YA HAYAT, YÜZ PARAYA, İKİ TANE BEŞ”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder