16 Şubat 2014 Pazar

12- Yine kış



 Günler, haftaları, haftalar ayları, aylar seneleri takip ettikçe Balattaki yaşantımızda değişen çok az şeyler oldu. Yine sıcak yazlar, güzel parlak bazen yağmurlu baharları takıp eden kışlar, kara kışlar. Böyle karlı kışlı bir sene yine bizler herzeminki gibi paltolar, kazaklar, vapur ve sandallarla okula gidip gelirken aniden başlayan bir tipi ile zar zor okul kapısını yakaladık.  İçimden Tanrım bu günde okula gelmeseydik olmaz mı idi? Bu gibi günlerde okulun ön tarafındaki büyük demir kapısından gireriz, ne imiş çocuklar bahçede ıslanıp üşümesinler. Giriş kapısı çok büyük bir hole açılıyor tavanı görmek için kafanı ta geriye atman lazım, yüksek. Hol doldukça çocukların patırtı sesleri çoğalıyor. Çıkan mermer merdivenlerin ortasında heykel gibi elinde ince sopasını paltosunun yan tarafına hafifçe sallayıp vuran zır suratlı öğretmen arada bir ağzına düdüğü götürüp dat dat ötürüp sözde asayişi elde etmeğe bakıyor. Kapalı yerde olmamıza rağmen soğuk, çok soğuk... En nihayet öğretmen elindeki saate bakıp diğer elindeki çıngırağı sallar bir sessizlik olur. Herkes kendi eşini elinden tutar, sıralar yapılır. Bugün pazartesi sabahı İstiklal Marşı söylenip sınıflara çıkacağız. Soğuk belimizi büktü, bunsuz olmaz der KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA GÜZEL AL SANCAK. Kimimiz hafif hafif öksürüyor, kimimiz burnundan akan hafif sümüğünü sessizce geri çeker, en nihayet kazasız belasız İstiklal Marşı da biter ve sınıfların yolunu alırken yanımdaki küçük kardeşimin yüzü beyaz ve titrediğini hissetim. İçim rahat değil, taki sınıfının içine girmesine kadar onu takip ettim, bekledim, ne kadar olsa o bana emanet, o benim sevgili küçük kardeşim. Sınıfa girdiğimde halen sınıfın odun sobası yanmasına rağmen soğuk olduğu ve dışarıda lapa lapa kar yağdığı görülüyordu. Paltoyu çıkarmasak siyah önlük, beyaz yaka kıyafetini göstermesek olmadığı gibi bu Allah’ın soğuk sabahında bir de dik dur ve başla TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM. Bunda kimin şüphesi var Allah inandırsın...

Zaman ilerledikçe sınıf, gerek biz çocukların nefesleri ve yanan sobanın ısısı ile ısındıkça pencere camları buharlaşır ancak ağaç dallarının gölgeleri görülür. Ders araları geçer, öğlen yemek paydosunda sepetteki sefer tasındaki yemekleri soğuk yemekhanede ısıtmak için sıraya girdiğimde kardeşimin masada uyuya kaldığını görünce yemekten vaz geçip yanına gidip oturdum. Saatlerin nasıl geçtiğini bilmiyorum, gün bitip zil çaldığında kardeşimi tuttuğum gibi Hasköy vapur iskelesine zor vardık. Hava zehir gibi soğuk yerler su dolu. İskeleye varıncaya kadar ne ayakkabı ne çorap kaldı. Palto ıslanmış ağırlaşmış,  elimde sepet sırtımda çanta, diğer elimde güçlükle yürüyen küçük zavallı öksüren kardeşim. Tanrım sana karşı ne günah ettik ki bize bu günü münasip gördün??? Vapur Haliç, Balat İskelesi yağmur, çamur rüzgâr soğuk nihayet evin kapısına gelebildik. Merdivenlerden çıkarken annem kardeşimin öksürüklerini işitmiş olacak ki hemen bizi yarı merdivenlerde karşılar ve kardeşimi kucağına alır bağrına basa, basa eve çıkar. Ne kadar mutluyum, en nihayet sıcak evimize ulaştık anamdayız...

Kardeşim ateş içinde halsiz, öksürüyor. Babam geldiğinde durumun ciddi olduğuna karar verip Dr Leviye giderler. Döndüklerinde annem üzgün, harap, ağlar, sızlar teşhis zatürre, korkulu bir
Teşhis, ilaçları yapmak için babam Milli Sineması karşısındaki Negri eczanesine gidip hem ilaç hem de kardeşi olan iğneci Jak’ı iğne yapması için eve getirir. Tedavi evde devam eder.
Sabahına soğuk yine aynı soğuk, kar aynı kar, çamur dolu yollar aynı yollar, ben de yalnız elimde sepetim, sırtımda paltom ve sırt okul çantam çıktım yola. Neyi düşüneyim ders yapmadığımı mı? Kardeşimi hasta bıraktığımı mı? Havanın berbatlığın mı? Canımın hiç okula gitmek istemediğimi? Böyle iken her günkü gibi yine sınıftayım. Yine Doğruyum, Çalışkanım devam derken ders programında jimnastik! Bu havada tabii ki bu çocuklar bahçeye çıkarılmaz. Ne yazık ki jimnastik öğretmeni SAĞLAM KAFA SAĞLAM VÜCUTTA prensibini benimseyen bir tip


Haydi, her şeyi çıkar siyah evde dikilmiş jimnastik şortunu giy, üstüne beyaz fanila koy ve bu soğukta kültürfizik yap. NE BU KAFA NE BU KEFALİ…  Yanlışını çabuk anlamış olacak ki dersi kısa keser, bizde titriye titriye sınıfa gidip bu üniforma üstüne kendi elbiselerimizi koyup sobanın önünde ısınmağa bakıyoruz. Akşamüstü eve döndüğümde acayip bir halsizlikle beraber başımın ağrıdığını, titreyip, üşüyüp, ısındığımı ve kuru kuru öksürdüğümü gören annem hemen koltuk altıma ince doktor termometresini yerleştirip yatağıma yatırırken yüzünün üzgün ve göz yaşları ile dolduğunu gördüm. İçimden: Peki ben ne yapayım jimnastik öğretmeni Sağlam Vücutta Sağlam Kafa deyince bende ona inanıp bu duruma geldim demek ister iken sızmışım. Termometreye bakmak denince herkesin harcı değildir. Bunun için bile kültür isteyen bir iş, hele ince cıvalı doktor termometresi. İlkin parmaklar arasında tutulur, bir iki kere havada yukarıdan aşağıya sallanır. Cıvayı görebilir ve 36 nın altına düştüğünü gördün ve termometreyi sallar iken fırlatmadı isen koltuk altını terden kuruttuktan sonra koyup sohbete geçersin.

Biz küçük çocuklara Gripin gibi ilaçlar pek verilmez. Çünkü bu ilacı yutmak için çocuk gırtlağı dar gelir. Yapılan şeylerin başında sıcak ıhlamur ve eczanede kahve renkli şişelerde satılan öksürük iksiri, bir çorba kaşığı üç kere günde, birde kolonya friksiyonu ve sıcak yatak. Her şey bu.
Bütün gayretler boşa çıkınca, büyük annem kardeşimle kalıp bizde Doktor Levinin muayenehanesinin yolunu tuttuk. Muayenehane Çiçek yazlık sinemasının yan sokağının başlangıcında, mesafe uzak olmasa bile o gün, o an bitmez gibi geldi. Gerek doktor korkusu, gerek kuvvetsizlik, devamlı öksürük. Bekleme odasında bir iki hastayı beklerken etrafa bakmadan olmaz. Tavanda üç kollu beyaz top şeklindeki lambadan loş bir ışık, iki eskimiş maroken deri koltuk, ortada üstünde gazete, mecmua serpilmiş eski tahtadan sehpa, bundan fazlası ne olacak buraya misafirliğe gelmedik ya. Zaman geçtikçe içimdeki heyecan ve korku havadaki doktor kokusuna karışırken en nihayet cam çerçeveli kapı açılır ve uzun boylu üstünde beyaz uzun doktor gömleği koyu kahve renkli yelek ve pantolonlu kravatlı, yüzünde hafif çiçek bozuğu olan güler yüzlü Doktor Levi görünür. Doktor Levi babamın iyi dostu olduğundan samimi bir selamdan sonra bizi içeri alır ve kapıyı kapatır, içimdeki heyecan ve korku son haddine geldiğini hissederken Doktor babamla dostça biraz sohbet etti. Annemden biraz olan geçenleri ciddiyetle dinledikten sonra, annem de üstümdeki bütün elbise ve fanilayı çıkardıktan sonra uzun dar üstü beyaz çarşafla örtülü muayenehane masasına oturtup kendisini geri çekti. Doktor yanıma gelip oturduğunda kalbim küt, küt attığını hissettim, ne yapalım? Çocukları nedense doktorlara karşı korkuturlar. Arkamı Doktor Leviye verdiğimde soğuk kemikli parmaklarını yelpaze şeklinde açmış sırtıma yapıştırıp diğer elinin parmakları ile eline vurup vurup tak tak, tık tık yukarıdan aşağıya muayene ettikten sonra askerine emir veren bir komutan gibi şimdi ben ellerimi sırtına koyduğumda kırk, kırk bir diyeceksin der. Ellerini sırtıma yapıştırıp kaldırıp indirdiğini hissederken sesimin güçlükle kırk kır biri söylemeğe gayret ettiğini hissetim. Oda sıcak olmasına rağmen üşüyor titriyorum. Korku mu? Hastalık mı? Bunu şimdi düşünürken nihayet sırtıma ince beyaz bir çarşaf serdiğini hissediyor ve doktorun soğuk kulak kepçesini hissediyorum. Yine emir gelir; derin nefes al, ver, al, ver ve kulağını yukarıdan aşağıya hissettikten sonra ve bütün vücudumun muayenesini bitirdikten sonra anneme giydirmesi için işaret etti. Artık bende ne hal ne mecal… Doktor Levi iskemlesine oturup dirseklerini üstü camlı masasına koyup ellerini yukarı doğru birleştirdikten sonra gayet ciddi bir tonla: Yasef te zatürricem (Plörezi) var der. Reçetesini yazmağa başladığında ’’yarından tezi yok’’ Balat Verem Dispanserine gidip filim çekeceksiniz der ve tezkere yazar.

Verem kelimesi ve hastalığı halk arasında bu zamanlarda tedavisi mümkün olmasına rağmen pek hoşa giden bir olay değildir. Hastalık, ilaç tedavisi olmadığı yakın yıllarda etrafı kırıp götürdüğü için halkta çok büyük korku bırakmıştı. Hastalık bulaştırıcı olduğu için etraftan hem saklanır hem de diğer ailenin fertleri için dikkat edilir. Peki, şimdi ne olacak? Kardeşimi nasıl koruyacağız problemi düşünülür iken o hala hasta, halen öksürüp, yatakta.

Ertesi gün büyük annem ile birlikte iki çocuk sıkı giydirilir ve bizim mahallenin sokağındaki Balat Verem Dispanserinin yolu tutulur. Dispanser tek katlı kırmızı küçük tuğla taşından yapılmış, yeniye yakın uzun bir bina. Kapının üstünde Verem ve Göğüs Hastalıkları Dispanseri ve Kızılay resmi olan tabelanın altındaki cam çerçeveli kapısından girdiğimizde havada keskin bir hastahane kokusu var. Sonradan bunun dezenfeksiyon için yerlerin silinmesinde kullanılan LIZOL olduğunu öğreneceğim. Dar geniş uzun koridorun duvar kısmında uzun tahta sıraların üstünde siyah çarşaflı kadınların yanlarına oturmuş avurtları içeri çökmüş, gözlerinin parıltısı sönmüş erkekler, kâh öksürür, kâh başlarını iki ellerinin arasına almış, eğilmiş insanlar. Beyaz önlüklü başlarında beyaz keplerinde Kızılaylı hemşire, lacivert pelerinli doktorlar. Her tarafta acayip bir sessizlik sürerken zorlukla insanlar birbirlerine selam, sabah veriyor, kimsede ne mecal ver ne kuvvet, herkes kendi kemirici derdi ile meşgul. Nihayet röntgen odasının kapısı açılıp bizi güler yüzlü hemşire yarı karanlık odanın içine alıp kapıyı ardımızdan kapatıp anneme üstümdekileri çıkarmasını söylerken, hastalıktan mı? Etraftaki insanların görünüşlerinden mi? odanın içindeki doktor, hemşire ve aletten mi? Beni bekleyen büyük iğneden mi? Korkumdan ne ağlıyor, nede soru soruyorum. Sanki putlaşıp verilen emirlere itaat eden asker gibiyim. Hemşire beni makinenin soğuk cam çerçevesine göğsümü yapıştırdıktan sonra ilk defa olarak makinenin arkasındaki doktorun tok sesi ile verdiği emiri duydum. NEFES AL TUT, NEFES VER, TEKRAR AL TUT. Muayene bittiğinde artık kuvvetimin azaldığını hissettiğim bu anda annemin sıcak kucağını hissedip hüngür, hüngür ağlamaya başladım.

Ertesi günü sabahı tekrar aynı sokak, aynı kapı, aynı avurtları çökmüş insanlar ve doktorun odasının kapısı. Kapı açılıp içeri girdiğimizde pos bıyıklı babacan bir doktor masasının arkasında tatlı bir tebessümle ‘’buyurun hanımefendi oturun’’ der ve anneme durumu anlatmağa başlar, anlattıkça annemin yüzüne baktığımda kızarmış yanaklarından birbirinin ardından dinmeyen göz yaşlarının süzüldüğünü görüyorum, demek annem beni bu kadar seviyormuş meğer. İki küçük ellerimle beline dolanıp sıkı sıkı kucaklamağa başladım.


Aradan ne kadar geçtiğini bilmiyorum. Doktor hemşire ile birlikte ellerinde büyük bir cam şırınga ve tentürdiyoda bulanmış bir pamukla beni sert doktor yatağına oturtup doktorun el ve parmakları ile sırtıma bir daha Doktor Levinin yaptığı tık tık, tak tak’ı bitirdikten sonra hemşirenin göğüslerini yüzümde, tentürdiyodun kokusunu ve sürülüşünü sırtımda hissettiğim anda, göğsümde aniden bir anlık acı hissettiğimde annemin tekrar göz yaşlarına boğulurken, daha iyi nefes almağa başladığımı hissetim. Meğer doktor elindeki cam şırıngayı arka göğsümde saplı olan iğneden doldurup doldurup boş, camlı şişeye sarı renkli sıvıyı boşaltıyordu. Bütün bu sahne bittiğinde doktorun eli başımı okşadıktan sonra, anneme “ARTIK BU ÇOCUĞUN HAYATI SİZİN ELİNİZDE” cümlesini hayat boyunca unutmamak üzere zihnimde ve kalbimde kazılıp kaldı. Artık bizim dispanser diyebileceğimiz yeri kardeşimle beraber sık sık ziyaret eder olmuştuk. Kolay değil, tüberküloz hastalığının tedavi ve kontrolü uzun olurmuş. İki kardeş okula gitmez evde, oturup zaman öldürmekle meşgul iken,  her gün iğne yemek, hap yutmak, ancak sokak, arkadaş, oyun hak getire.

Her gün aynı şeyleri yapmaktan sıkıldık. Sabah kalk, gözünü açmadan babamın köylerden getirdiği çorba kaşığındaki tereyağı topu şekere batır, yut, arkasından yine mutfaktaki sepetteki samanın içinden babamın yine köyden getirdiği yumurtayı kır, glop, çiğ çiğ yut. Saat onda annemin arkadaşı Tant Binvinutanın her sabah kasap Leon’dan getirdiği özel et parçası iki kap içinde pişirilip kalan sosu bir bardak bana bir bardak kardeşim İshak’a yallah, kalan et her gün bir başka yemeğe katılıp pişiriliyor. Dedik ya hiçbir şey atılmaz, her şey kıymetli. Allah bize sabır, anneme kuvvet metanet, babama da hayırlı işler... ALLAH BETERİNDEN SAKLASIN. MUERTE KENO SEMESKLE denir ve devam edilir.

Günleri haftalar, haftaları aylar takip edip tekrar bir bahar sabahının günü dispansere kontrole gittiğimizde babacan doktor güler yüzle anneme iyileştiğimizi müjdeler. Annem doktora elini verip sıkı sıkı tokalaşıp teşekkür etikten sonra ikimizi iki eline alıp dışarı çıktığımızda sanki havada uçarcasına evin yolunu aldığımızda bizler onu bu sevinçle görmemiz bu kadar zamandır hasret kaldığımız sokak, mahalleyi unutup gittik. “HANİ YA HAYAT, YÜZ PARAYA, İKİ TANE BEŞ”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder