18 Şubat 2014 Salı

13-Florya


Hayatın büyük bir kısım cilvelerini Balatta görmeğe devam ediyorum. Karlı yağmurlu geçen bu kış annemi pek sarstı. Gün olmadı ki elleri ayakları şişip ağrılarından ne ev işini yapabildi, nede doğru dürüst kımıldaya bildi. Yani halk dili ile yatalak kadar oldu. Kış biter, baharın sonlarına doğru verilen ilaç ve iksirler fayda etmeyince çareyi çok methini duydukları ARI BATMASI tedavisine karar kılındı.
Bu tedaviyi Balatta yapmak mümkün olmadığına göre Florya denen semtin bir köyünde yapılmasına karar kılındı. Babamın işleri köylülerle olduğu için bu köydeki muhtar arkadaşı ile bir küçük köy evi kiralayıp bu haberi anneme anlatı. Annem olan devam eden ağrılarını dindirecek her çareye razı. Bu karar aileye aktarıldığında annemin kız kardeşi teyzem Roza, Mehmet amcamın karısı hemen atılıp ben ablamı yalnız bırakmam.’’ Mösyö Nisim sen senin muhtar arkadaşına söyle benim için bir ev bulsun’’ der. O da bizim bu işe katılır. Bu ailenin sevgi birliğini, bağlılığını hissetmek, görmek, yaşamak her çocuğa nasip olur mu? Hayat okulu dediğin budur. Bu gibi olayları okul kitabında okumak mümkün olaydı insanlar birbirlerine düşman kelimesini kullanmazlardı.
Konuşmalar arasında duyduğum kadarı ile Florya denize yakın deniz banyoları ile tanınan bizim Balattan epey uzak bir yer. Atatürk bile bu plajlardan hoşlanmış ve oradan denize girermiş. Bir bakarsın annem çabuk iyileşir, bize de denize girmek nasip olur. Bahar bitti yazın ilk günleri okuldan karneleri aldık, tatildeyiz derken, annem güçlükle valizlerin içine çamaşır ve elbiseleri yerleştirdikten sonra babamın getirttiği taksi geldi. Şoför babama yardım edip valizleri bagaja yerleştirdikten sonra taksi Sirkeci Garının yolunu tutu.

Yol boyunca pek fazla konuşmadan geçti. Annemin yüzündeki acı tebessümü çok acı çektiğini hissettiriyor, biz de çocuk olarak idrak edip yaramazlığımızı sonraya bırakıyoruz. Taksi Sirkeci tren garına geldiğinde karşımızda büyük, duvarları kararmış büyük bir bina var. Dışında ve içinde sanki arı kovanı gibi insan girip çıkıyor. Şoför amca valizleri bagajdan çıkardıktan sonra babam orada el arabası olan hamal adama valizleri yüklemesini ve bizi takıp etmesini söyler. Babam önde biz arkada bu büyük garın içine girip kalabalığa karışıyoruz. Kaybolmamak için annemin şiş ellerini tutmaktan başka çare yok, çünkü babamın öndeki uzun gişe sırasına girip tren biletlerini alması lazım. Annem, Hamal ve biz babamın gelmesini beklerken annemin acı yüzünü gördükçe içimden, bu kadar fedakâr, bu kadar iyi, bu kadar herkese iyilik yapmasını seven bir anneye bütün bu acı, bu cefa olur mu? Neden? Sorusunu kendime sormağa başladım fakat halen o gün bu gündür cevabını alamadım.

İleriden insan kalabalığı içinde biletler elinde gelen babamı gördüğümüzde trene doğru yürümeye başladık. Etraftaki bu insan seli içerisinde simitçisi, tarakçısı, ellerindeki mallarını boşaltmış el arabalı hamallar… Nihayet devamlı istim çıkarıp homurdanan trende oturulacak yer bulunan vagon bulunup, valizler yerleştirildikten sonra yerlerimize anne ve babamın karşısındaki muşamba koltuğa oturup trenin kalkmasını beklemeğe başladık. Hava ısındıkça bir parça rüzgâr için herkes ellerine ya bir yelpaze ya da günlük gazeteyi katlayıp sallamakla meşguller.

Uzun gar koridorunun başından uzun keskin bir düdük sesi gelirken trenin yanında duran kasketli üniformalı memur elindeki yuvarlak yeşil renkli levhayı kaldırıp uzun uzun ağzındaki düdüğü çaldırınca arkası uzun tren kımıldamağa başladı. Milletin bir oh çekmeğe başladığı hissedilir.
Açık pencerelerden hava ile karışık rüzgâr girdikçe içerdeki ağır, keskin ter ve diğer kokular dağılır ve yol görünür olur. SAMATYA, YEDİKULE, BAKIRKÖY, YEŞİLKÖY derken en nihayet FLORYA tabelasına geldiğimizde her istasyondan daha fazla insanların burada indiklerini görüyoruz.
Neden olmasın herkesin elinde yemek fileleri, plaj çantaları, hasır şapkalar, sevimli yüzler plaja, denize, günü geçirmeğe gelmişler. Trenden inip istasyonda beklerken uzun tren tekrar uzun bir beyaz duman savurup düdüğünü hissettirdikten sonra ağır ağır son durağına hareket etmeğe başladığında babam karşıda duran arabacıya işaret edip bizi ve valizlerimizi alması için işaret etti. Arabacı üstündeki giysilerine göre yerin köylüsü olduğu belli idi. Uzun siyah potur, üstünde çiçekli gömleği ve kahve renkli yeleği pos bıyığı ve güler yüzü ile valizleri araba denilen ‘’talikaya’’ yerleştirip annem ve babamı arkadan binilen tek atlı arabaya yerleştirdikten sonra küçük kapıyı kapatıp bizleri ön taraftaki kendi yerinin yanına oturduktan sonra ver elini GALATARYA köyü.
Yol aldıkça bizim zevkimize diyecek yok, yolun iki tarafı yemyeşil tarlalar, bağlar, papatya, gelincikler, hava açık, gök mavi, bir parça bulut yok. Başka dünyaya gelmişiz. Arada bir öndeki atın kuyruk sallaması kılları çıplak cılız bacaklarımızı kırbaçlarken bizde sevinç sesleri çıkarıp zevkten uçuyoruz.

Nihayet toprak yola girdiğimizde araba hafif seklemeye başlaması ve havada hafif gübre kokularının gelmesi, yolun iki tarafımdan gidip gelen şalvarlı renkli başörtülü güler yüzlü köy kadınlarının ve kasketli erkeklerin ellerinde tırmık veya orakları ile hoş geldiniz el sallamaları ile köye girdiğimizi hissediyoruz. Ne yazık yol bitti bizim de bu zevkimiz bitti.
Araba tek katlı önü üzüm yapraklı çardağı olan kâgir bir evin önünde durdu. Bizi karşılıya renkli şalvarlı teyze “Hoş geldiniz, Sefalar getirdiniz. Burada her şeyiniz geçecek hanımcığım” deyip bizleri evin içine alıp, anneme yardımcı olmak için etrafında fır döndü. Ben ve kardeşim dışarı çıkıp etraftaki dolu dolu büyük memeli inekleri, kısa boynuzlu siyah öküzleri, harmandan gelen saman saz dolu köy arabalarını seyretmekle, kuzuları okşamakla, köy çeşmesine renkli çiçekli tokalarla testilerini kovalarını doldurup el sallayan genç kızları seyrederken etrafa karanlık inmeğe başladığını fark etmemişiz. Annemin hafif çağırışı bizleri uyarırken meğer gün bitmiş, Ne yazık. Her güzel şey bu kadar çabuk bitermiş.

Ertesi sabah annemin kız kardeşi dediğini unutmamış, iki küçük çocuğu ile köye gelip tahta yapılı karşımızdaki bir eve yerleşti. Artık köylüler, bizler ve teyzem bir bütün büyük bir aile olduk.
Sabah olup kalktığımızda babam ve dayım Mehmet çoktan işlerine gitmişlerdi. Bizim için gün şimdi başlıyordu Sabah kahvaltısını köy yumurtası, tereyağı reçeli, zeytini, peyniri çayı, sütü ile çardağın altında yapıp bitirdikten sonra karşı yoldan iki tombul, güler yüzlü köylü kadının ellerinde beyaz bir çıkınla yaklaşıp ‘’Sabahlar Hayır olsun’’ deyip bağdaş kurup annemi karşılarına alıp tedavi hakkında anlatmağa başladılar. Ben de her zamanki gibi böyle şeyleri kaçırmamak için kadınların arasına diz çöküp pür dikkatle söylenenleri okul öğrencisinin sevmiş olduğu dersi dinler kadar dinliyor ve zihnimden bir daha silinmeyecek şekilde kazıyor, yerleştiriyorum.

Ertesi sabah bu iki köy kadını yine aynı çıkınla eve gelip annemi karşılarına aldılar. Çıkını açıp içinde dolu uçuşan bal arılarından tek tek hünerli elleri ile kanatlarından yakalayıp annemin ellerinin üstüne dokundurup batırtıyorlar. Ardından arıları salıveriyorlar. Demek arı tedavisi budur. Annemin yüzündeki acı ıstırabı, tedavinin ne kadar acı olduğunu anlatmaya gerek yok. Bu işkence yalnız ellerde kalmayıp ayaklarla devam ediyor. Demek annemin tedavisi bilinmeyen hastalığı bu kadar acı veriyor ki bu Arı batırma tedavisine razı ve dayanabiliyor.
 O eller, ayaklar davula dönerken annem devamlı üzgün. İyi ki teyzem burada ona kuvvet veriyor. Çocukların işini üstüne alıp annemin yeterli olan üzüntüsünü hafifletmeğe bakıyor.
Bu tedavi her gün devam ettikçe annemin ağrılarının hafiflediği, şişkinliklerin kaybolduğu, yüzüne renk gelmeğe başladığını gördükçe bütün etraf annemle birlikte sevinmeğe, şükür etmeye başladık. Bundan böyle annem iyileşip eskisi gibi sıkı sıkı bizleri kucaklayacak, sevecek, gülümseyecek.
Artık bizler köyün bir parçası olduk. Çardak altı akşamüstü sohbetleri, köy bakkalından alışverişler, evin arka tarafındaki tarladan sarı turuncu geniş çiçekler arasından yeşil hıyar, kabak, fidanlardan kıpkırmızı köy domatesi, karşıdan uzun dar mor siyah patlıcan ve uzun biberleri toplayıp eve getirirken biz artık Balatlı değil Galatarya köylüsüyüz.
Zaman geldi plaja gitmek te oldu, dönüşte aynı keyifle bizim talika ile köyümüze dönüyor basit, saf köy hayatımıza davam ediyoruz.

Yazın sonlarına doğru havalar birazcık serinleyip arada bir hafif damlıyor, bizler köylülerle hem inekleri çayıra götürüyor, köy dışındaki bağlara gidip salkım, salkım kırmızı, yeşil Yapıncak, Çavuş üzümlerini sepete toplayıp eve getiriyoruz. Bu anılar daima toprak anayı daha yakın hissetmemize ve Türk Köylüsünün samimiyetini açık kalpliliğini hayat boyu unutturmayacak. Sonbaharın ortalarında okulların açılması ile sağ salim Galatarya köyünden ayrılırken “HEPİNİZE TEŞEKÜRLER, ALLAHA EMANET KALIN, AĞALAR, ANALAR, BACILAR SEVGİLİ GALATARYA HALKI TEKRAR TEŞEKÜRLER’’.
Haydi, sana dönüyoruz BALAT.
 


1 yorum: