19 Şubat 2014 Çarşamba

14-Kurtuluş’a göç



Doktorluk mesleği dışarıdan konuşulup görülüp, düşünüldüğü gibi iki tak tak bir tık tık olmadığını hayat boyunca gördüm ve hissetim. Sonunda bütün zorluklara rağmen bu mesleğe bu küçük yaşta ona ısındım ve hürmet verdim. Bu meslek Yahudi kitleleri içinde gerek Türkiye tarihinde ve gerek dünya tarihinde çok benimsendiği ve seçildiği görülür. Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinden evvelki Osmanlı devrindeki Yahudi doktorları gerek basit halka ve gerekse Osmanlı saraylarına kadar hizmet vermişlerdir.

Basit halkın oturmuş oldukları Balat, Hasköy, Kuzguncuk, Beykoz gibi Yahudi kitlelere hizmet eden doktorlar ekserisi basit, orta halli, okumuş ailelerden gelen kişiler olup ekserisi pratisyen çok tecrübeli sayılmayan doktorlardır. Zaten bundan fazlasına da ihtiyaçları yok. Hastanın fizik muayenesi yanında doktorun odasında bulunan stetoskop, termometre, tansiyon aletinden başka mutfak olarak ayrılmış kısımda basit idrar muayenesi için sarufuj, birkaç kimyevi madde, cam tüpler ve bütün Balat doktorları içinde bunlara ilaveten Doktor Kurtaranın ayna makinesi ile akciğer radyoskopi aleti ki büyük bir olay. Dediğim gibi bundan fazlasına ne gerek. Vakalar ağırlaşıp içinden çıkılamaz ise Balat Or-Ahayim Hastahanesi ne için duruyor, onlar zaten ya para alır ya alamaz veya veresiye.

İsim yapmış doktorlar ekserisi aristokrat Yahudi kitlesine aitir. Bu zümre doktorların büyük bir kısmı zamanına göre ya hususi at arabaları veya benim zamanımda hususi arabaları ile Balat dışındaki Ayvansaraydaki Yahudi Or-Ahayim hastahanesinde doktorluk mesleğini yaparlar. Bu gibi doktorlarla konuşmak, görüşmek herkesin harcı olmadığı gibi onlar ta Perada, Taksimde veya Şişhanedeki büyük caddelerde muayahaneleri olup pahalı doktorlardır. Fakir halk onların hizmetlerini ancak hastahanede görürler.

Son zamanlarda annemde sık sık nefes darlığı oluyor. İsrail’de iken bunun alerjiye bağlı astma hastalığı olduğu, tozdan, dumandan ve çiçeklerden geldiği söylenip ona göre nefesi daraldığında eczaneden iğneci gelip damara iğne yapılır ve annem derin nefes alır. Bu seferki galiba daha ağır olsa gerek gece yarısı hastahaneye kaldırdılar. Ertesi gününe mektepten döndüğümde teyzemle birlikte Balat dışına yol alıp bir demir kapının ziline basarak kapının açılışını bekledik. Karşımızda kara bıyıklı kasketli kapıcıyı gördük. Küçük bir sorgu sualden sonra içir girmemize müsaade çıktı. Mermer beyaz merdivenleri çıktıktan sonra önümüzdeki kristal çamlı kalın tahtadan sarı bronz tokmaklı kapıyı itip kendimizi hastahanenin iç holünde bulduk. Havada hastahanelere has özel koku bizleri karşılarken etraf mukaddes bir tapınağın sessizliği içinde. Bu sessizliği hol ile birinci katı birleştiren beyaz mermer merdivenlerden inip çıkan hemşire, doktor, hademelerin ayak sesleri ve fısıltılı konuşmaları bozuyor. Annemin yattığı kısım yukarı birinci kattaki büyük koğuş. Merdivenleri ayakkabıların uçlarına basa basa yukarı kata çıktık. Hastalar bu hastanede en az bir haftadan eksik yatmazlar. Gerek tedavi ve gerek teşhis için muayeneler. Büyük koğuşa girdiğimizde ortada upuzun beyaz çarşaf örtülü masa üstünde her iki ucunda beyaz metal yuvarlak kapaklı tencereler, pansuman bezleri, bir sürü renkli şişeler, masanın alt tarafında lazımlıklar. Masanın iki tarafında sıralama hastalar, beyaza boyanmış yüksek yataklar ve her yatağın yanında yine beyaza boyanmış demir sandalye ve komodin. Hemen girişten annemin yatağını belledim. Teyzemin elinden kurtulup yatağın iki tarafında oturmakta olan babama ve büyük anneme aldırmayıp yüzü bitkin, beyaz, solmuş annemin koynuna atılıp ağlamağa başladığımı hissetim. Annem büyük güçlükle başımı bağrına basıp saçlarımı okşadıkça onun bana ne kadar eksik olduğunu hissetim. Bu hastahaneye ilk ziyaretim olmasına rağmen ilerde bu ziyaretler tekrarlanacak ve bu özel mesleği seçmeme sebep olacak. Bir insanın nefes darlığı kadar zor olabilecek hastalık tasavvur etmek mümkün değildir.
    

İçinde bulunduğum trenin yavaş yavaş bulunduğu karanlık tünelden çıkıp ileride gelen tünele girerken kısa da olsa aydınlıkta kaldığı zaman içerisinde etrafımdaki insanlara baktığımda bir kısmı başlarını pencereye doğru çevirmiş, dalgın dalgın karşıya bakıp benim gibi karanlığın içinde kaybolmuş geçmişleri ile yüz yüze kalıp geçen zaman içinde anne, baba, kardeş, yakın akraba, dost, arkadaş, çocukluk yılları ile haşır neşir olup ağladılar, dertleştiler, yanlışları, doğruları, çirkinlikleri, güzellikleri görüp düzeltmek istediler. Gittiler, geldiler ve buna doymadan tekrar trenin öndeki tünele girmesi ile başlarını tekrar pencere tarafına döndürüp,  devam demeğe kalmadan karşıdan siyah perde aniden beyazlaşıp görüntüler peydahlamağa başladı.


Herkes kendi perdesinde peydahlanan resimlerle meşgul iken, bir düşünce aldı beni. Geçen bu zaman içinde her şeyi gördüm yaşadım. Peki, bunun için bu trene ne lüzum vardı? İnsan hayatta gün gün geçenleri hatırlayıp, tekrarlanan yanlışları, eğrilikleri önlemek için gayret ederse bütün bunlara lüzum kalır mı? Hani zaman insana aynı yanlışın tekrarını önlemeyi öğretir derler? Hani hayat tecrübesi gibisi yoktur? Demek hayat, tabiat, insanlarla oynadığı satranç masasında onu şaşırtıp MAT ediyor.
Tabiatı yenmenin imkânı yok gibidir, bütün ipler onun elinde, istediği gibi onunla oynar, eğlenir, güler sıkılmağa başladığında fiskesini vurup kaybettirir. Bu düşünce içerisinde iken karşıdaki beyaz perdede görüntüler peydahlanır ve ben, yanımdakiler ile birlikte tekrar dalar, susarız.

Artık Balattan çıkma zamanı geldi çattı. Babam Yemişteki küçük yüz yirmi çeşit kalemi olan dükkânda ortağı ve işçisi ile birlikte yaptıkları işte geçinip gidiyorlar. Tant Elizaya olan borç ödendi. Bu seferki göç teklifi dayılarımdan geliyor. Onlarda ilerlemek için Balattan çıkıp işlerini ilerisi için ilerletmek için çıkma zamanı geldiği ve bunun için Kurtuluşta hem iş hem oturmak için bir ev teklifi olduğu fikrini babam ve anneme getirdiler. Tabiidir ki bu kararı tartıp karar verecek kişi Mösyö Nisim… Ailenin sayılan hürmet edilen şahsı. Gidildi, bakıldı, konuşuldu, tartışıldı ve sonunda karar kılındı. Kurtuluşa göç...

Balatta bu kadar asırlar Yahudiler doğdular, yeşerdiler, evden eve geçtiler, sünnetler, Bar Mitzvalar, düğünlerde eğlenip güldüler, yaşlandılar, öldüler. Ne oluyor? Biz neyiz ki bu düzeni, bu ahengi gelip bozup gidiyoruz. Ya manav Avramiko, Robert ahtar, berber Sabetay, udi kör Hayim, Ananiya lokantasındaki mösyö Koço, köşedeki fotoğrafçı Mösyö David, Haham Asayas, kasap Kampeas, genç kasap Leon, Ahrida, Çana, Yambol Sinagogları, Ahuera Balat Mahazike-Tora, Peki sandalcı Mehmet Ağa, Hasköydeki Musevi İlkokulum, bebekliğim, çocukluğum,  arkadaşlarım Darsa, Hara, Asayas, Kurtaran, Yeşilbahar. Teyzelerim, tant Fani, Eliza, Benvenuta. Peki, peki Balat’ım ne olacak? Unutacak mıyım? Onu yaşayacak mıyım? Özleyecek miyim? Ona dönecek miyim?

Bütün bunlara cevabım ilerlemekte olan trenin hızına, aradaki molaların süresi, arada bir durup tekrarlanan görüntülere, o anlarda hafızamdan geçenlere bağlı olaylar. Temennim bu ki bütün bunlar silinip kaybolmaz, ileride yolumu gösterir de, kaybolmam.

Karar bu karar, en nihayet tekrar göç Kurtuluş’a. Yeni, yepyeni, tanımadığımız insanlar, adetler, alışkanlıklar, masraflar, lisanlar, giyim şekilleri. Balattan ayrılma pek kolay olmadı. Nasıl kolay olsun ki bu kadar seneler bu yer biz Yahudilerin mekânı olup bağrında bizleri topladı, korudu büyüttü ve nihayet gün geldi her şeyi arkada bırakıp göç ediyoruz. Herkesi toplayıp herkese sarılıp vedalaşmak çok zor… İyisi mi arkaya bakmadan kalpten bir iki gözyaşı akıtıp uzaklaşmak en kolayı.
O gün Kurtuluş denilen yere nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum, hatırladığım şu ki yer daha geniş, etrafta çayır, çimen, meydanlık, açıklık, evler betondan iki veya dört katlı, yeni yapı ve aralarında tek tük tahta evler belli ki çok eskiden yapılmış. Her köşede yeni ev inşaatları beli ki bu yerde dülgerlikte öğreneceğiz.

Bizim yeni evimiz Kurtuluş Semtinin Sinemköy ile Tepeüstü arası aşağıya doğru üçüncü sokağın ortasında iki katlı duvarı gri beyaz, pürtüklü damı örten kısımda yuvarlak. Galiba nazar değmemesi için göz veya işaret… Ev deyince akla büyük bir bina gelmesin, küçük dar bir bina, sahibi bir Rum imiş. Birinci demir giriş kapısındaki birinci kat Büyükannem, Amcalarım ve genç teyzem onun altı, amcalarımın çalışacakları fabrika, yan tarafta birkaç merdivenle inilen bahçe ve onun yan tarafında ilerde futbol ve okul arkadaşım olacak olan Teknik İzak ve küçük kız kardeşi Ceni’nin dört katlı yeni yapı lüks apartmanı. Bizim oturacağımız üst katın önü dörde bölünmüş geniş pencere salon oturma odası yanda küçük bir mutfak ve annemin bahçenin arka tarafına ve amcalarımın fabrikasına bakan yatak odası, işte bizim yeni ev bu kadar büyük.
Etrafta her ne kadar evler varsa da bizim evin önü tamamen açık saha. Baharda gelincikler papatyalar ve yemyeşil çayır. Bu zamanlarda pek kalabalık bir yer değil, gelen geçen az, patırtı gürültü günün ortasında yapılan yeni apartmanların çekiç ve tuğla harç kaldıran vinçlerin sesleri. Sokakta pek fazla insan görülmediği gibi konuşulup, duyulan lisan Türkçe, tabii ki büyük annem için zor bir durum sokaktan geçen satıcılarla çoğu İspanyolca karışık bir kaç Türkçe kelimeler karıştırarak alışverişlerini halletmeye bakıyor.

Amcalarım yeni iş yerlerini düzeltmekle meşgul iken bir taraftan kuzu postlarından deri ceketleri için çok güzel kahve renkli mutondore dedikleri kısa kırpılmış kuzu postları imali için harıl harıl çalışıp didiniyorlar. Yeni bir yer yeni bir iş, yeni bir ileriye düşünce. ELDİYO KEESTE KON EYOS.

Annem bu günlerde yeni boyanmış evi düzeltmekle meşgul iken, babam işine tramvay, otobüs ve bazen dolmuş ile sabahın çok erken saatlerinde gidip, akşamın karanlık saatlerinde dönüyor.  Kolay değil aile büyüyor, masraflar ona göre, yetiştirmek lazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder