27 Şubat 2014 Perşembe

18-Terzi Mösyö Hayim




Nihayet hafta ve günler yaklaştıkça evdeki heyecan, benim inatçılığım, budaklığım, etraftakilere devamlı çıkışmam, hiç bir şeyi beğenmemem gibi davranışlarla kendini gösterdikçe annemin tam kızacağı anlarda büyük annemin hafif bir göz ve ağız işmarı ile sessizce ve sükûnetle Raşel ESTA EN LOS TREJE, YA LEVA PASAR dediğini görür beni daha da küplere çıkarır.
Bar Mitzva giyimi benden başka bütün ailenin konuşup tartıştığı bir olay, ailenin her ferdi yeni elbise ve ayak tırnağından başa kadar yenilenmesi lazım. Annem yeni kostümü için kumaş seçip terzisine yol alırken ben babamla İstanbul’da şapkacılara gidip etrafı sırmalı, önünde kokartlı okul şapkasını beğendikten sonra Mösyö Hayim’in Yüksekkaldırım Eskenaz Sinagogu karşısındaki terzihanesine geldik, han içindeki ikinci katına çıkıp Terzi Hayim tabelasındaki kapıyı vurup içeri girdik, oda küçük uzun gaz sobası, kumaşların serilip kesildiği tahta masa, köşede pencerenin yakınındaki Singer dikiş makinesi, yerde kömürle ısıtılan iki ütü.

Masanın üstünde toplu iğne yastığı, bir iki tahta rafta birkaç renkleri muhtelif kumaş topları, iki tane tahta iskemle, tavandan aşağıya sallanan elektrik ampulü, duvara yapıştırılmış manzara resmi ve en mühimi Kemal Atatürk’ün çerçeveli resmi. Biz Yahudiler bu lideri hem sayar hem de severiz. Mösyö Hayim her terzinin kabul edildiği gibi güler yüzlü, kırmızı yanaklı, uzunca boylu, sol kolunda toplu iğneleri saplanmış terzi yastığı, boynunda sarı renkli kumaştan yapılmış metresi ve kulağının arkasına sıkıştırılmış kopya kalemi. Babamla kısa bir hoş sohbetten sonra gelmemizin sebebini söyler ve Mösyö Hayim hoş ve kırmızı yanaklarını göstererek raftaki top kumaşlarını (Altın Yıldız) çıkarıp bana ve babama güzel lacivert ve açık mavi renkli kumaşlarını seçtirdikten sonra hayırlı uğurlu olsun (para buenos dias, kon sanedad i mazal tov) duası ile bir çay içip tekrar Yemişteki babamın dükkânının yolu olan Galata Köprüsünden geçip pek fazla konuşmadan geldik. Akşama eve gidip bunlar anneme anlatılacak ve şapka gösterilecek.

Bar Mitzva tören zamanı kapıya dayandı. Bu haftanın günleri hem çabuk hem geç geçiyor. Heyecanın biri bin para, herkese çıkışıyor, herkese kızıyor, kimse ile konuşmak istemiyor, kendi içime gömülmüş, acaba nutukta takılır mıyım? Devamını getirebilir miyim? Derken haftanın Perşembe günü sabahına dayandık. Bugün Şişli Sinagoguna Tefilin takıp ilk olarak mukaddes Sefer Toraya reşit Yahudi genci olarak çıkıp dualarımı yapıp haham peraşayı önümde okuyacak. Sabahın altısında bütün ev halkı büyük bir heyecan ve hazırlık içinde, herkes lüzumlu yeni elbiseleri koyup süslendikten sonra hep birlikte teyzelerim, dayılarım, büyükannemin refakatinde Şişli Sinagogun yolunu tuttuk. Bu tören biz erkekler için ne kadar özel ve mühim ise de kadın tarafı için o kadar önem taşır. Sinagogun kapısından içeri girdiğimizde hemen hemen çok az kişi var. Bizleri siyah siperli şapkası ile Sammas karşılayıp içerdeki küçük odadaki dolaptan küçük kadife torbanın içinden Tefillin çiftlerini çıkarıp elime verip takmamı bekledi. Teffilin Yahudi erkeğinin Şabat (Cumartesi) gününden başka haftanın her günü sol koluna yedi defa sarıp elinin orta parmağına sarıp bitirdiği ve başının çevresine kondurduğu deriden yapılmış birer küp şeklindeki cisimlerin içinde dualar yazılmış Yahudiliğin sembolü kabul edilen, çok kutsal sayılan bu takıyı daha evvelki Bar Mitzva hazırlıklarında öğrendim.  Sammasın ve Babamın yardımı ile taktıktan sonra, Sammasın hafif bir sesle babanın elini dediğini duyunca hemen onun elini alıp titreyen dudaklarıma getirdiğimde gözlükleri arkasından iki göz yaş akıttığını hissettim.

Böyle bir güne ulaşabilmek için ne zor günler, zamanlar geçirdi? Kim diyebilirdi bundan sekiz sene evvel başında dört köşesine düğüm atılmış mendil, taşa oturmuş haline bakıp gözyaşı dökmüş Mösyö Nisim üstünde son moda dikilmiş lacivert kostümü, üstünde yeni talletle birinci oğlunun başına elini koyup sevinç gözyaşlarını dökecekti.   
 
Bütün erkekler tallet ve tefilline bürünmüş karşıda Sinagogun dibindeki Sefer Toraların bulunduğu sırma iplikle dokunmuş kadife örtü ile örtülmüş dolaba talletin dört köşesinden sallanan yün yapılı düğümlü iplikleri (tsitsit) sağ elin işaret ve orta parmağa sarıp sağ eller kaldırarak dolaba yöneldi. Sonra eller tsitsitle beraber dudaklara getirilip öptükten sonra Sinagogun ön tarafındaki ilk sıralara hep birlikte oturduk. Sinagogun birkaç sırası dolar ve tefilla devam eder, ta ki Sefer Tora dolabı açılır.
 BU ANDAN İTİBAREN Yasef’in işleri başlıyor. İlkin Sefer Tora kitaplarının karşısında söylenen dua, bunun arkasından o gün okunacak olan Sefer Torayı alıp sıralar arasında dolaştırmak (meğer görüldüğü kadar hafif değil epeyce ağır) en nihayet babamın arkasından benim kendi ismimle Sefere davet edilmem. Babam bütün ciddiyeti ile beraber beni alıp Sefer Toraya refakati sırasında ne kadar heyecanlandığı belli, kolay değil ilk oğlan, ilk büyük heyecan. Büyük oğlu Yahudi Cemaatine minyan olacak. Bu olay bütün Yahudi babalarında gurur ve çok istenen büyük olay, nasıl olmasın gelecek nesillere soy isminin devamını sağlayacak şahıs. Sefer Tora okunmadan evvel bildiğim ve öğrendiğim duaları heyecandan olsa gerek sanki sesim kısılmışçasına zorlukla işittirebildim.  Sefer Tora okunduktan ve hahamın duasını aldıktan sonra babam elini uzatıp öptürürken yanaklarından tekrar heyecan gözyaşlarını görmemek için karşıdaki azarada oturan annemi aradığımda onunda sevinçten elindeki mendille yanaklarını sildiğini görüyorum. Artık Yahudi Cemaatine ait reşit bir fert oldum...

Haftanın sonunda daha evvelden ayarlandığı gibi akşamüstü bütün aile iki aydır beklenen ve hazırlığı yapılan an geldi. Bar Mitzva töreni bütün haşmeti ile karşımızda.
Evde büyük bir patırtı, büyük bir heyecanla beraber herkes giyinip hazırlanmak için bir şeyler arıyor, her birimiz kaybolduğu şeyi yüksek sesle annemden soruyoruz. Zavallı annem heyecandan olsa gerek yanakları kıpkırmızı herkese cevap ve elbiselerini verirken kendi şeylerini de tamamlıyor. Her şeyin tamamlanması sol koluma konan sırma altın iplikle işlenmiş kolluk ve sırma çevreli okul şapkamla bitiyor. Artık Sinagoga gidebiliriz.

Artık Balattaki alışkanlıklar kaybolmak üzere Sinagoga Şabat olmasına rağmen taksi ile gidiliyor, tören evvelisi anane sayılan hamam törenleri kayboldu, dost, akraba, tanıdık on beş gün evvelisi evlere bırakılan davetiye ile davet edilirken herkes salona çağırılmıyor. Peki, bu kadar senedir hep birlikte yaşayıp iyi ve kötü günleri paylaştığımız bu insanları nasıl unuttuk? Her şey bu kadar çabuk mu kaybolup gitti? Her şey mi kayboluyor? Demek oluyor ki bu geçen zaman içinde dünya o kadar çabuk döndü ki bütün geçeni silmeğe yetti arttı bile.

Nihayet kapısından içeri girdiğimizde bütün Sinagog pırıl pırıl, bütün oturma yerleri dopdolu yani davetiyeler işini yaptı. Annem siyah yeni diktirdiği kostümü ve Beyoğlu’ndan ısmarlama tüllü siyah şapkası ile azaranın tam orta yerinde dost ve akrabaların arasında yerini aldıktan sonra biz de Sammasın göstermiş olduğu Sinagogun ön yan sıralarında oturduktan sonra  Minha duasının bitimine yakın tekrar Sefer Tora taşınması ve okunmasından sonra tevaya nutuk için davet edildiğim anda sanki ayaklarıma dalgıçlara takılan kurşun ağırlıklar bağlanmışçasına zorlukla gelebildim. Artık iki ay boyunca ezberlemiş olduğum nutuklar ve hareketlerle ortaya çıkmak üzere karşıya bakıp başlamak istiyorum, ancak karşımda sanki siyah bir perde kimseyi göremiyor, boğazımda büyük bir ceviz takılmış, dudaklarım kupkuru, dilim damağıma yapışmış, kalbimin atışlarından başka bir şey duyamıyorum. Nihayet sanki çok uzaklardan bir sesle Behavod denildiğini duydum ve ağzımı açtım ve kelimeler bir biri ardından gelmeğe başladı. Ne bu heyecan Tanrım! Neden beni bu zor duruma soktun? Sana ne yaptım ki? Ne demişler, erkek değil misin? Çalış çabala alnının teri ile kazan kazanacaksın, ben de bu anda bunu yapmağa bakıyorum. Etraftaki yoğun gözler ve kulaklar bütün dikkatlerini bana vermiş ağzımdan çıkacak ilk kelime ve cümleleri bekliyorlar. Nihayet o an geldi: MA TOV OALEHA YAKOV MİŞKENOTEHA İSRAEL ŞEEHİANU VE KIYEMANU VE İGİANU LAZEMAN AZE.

SEVGİLİ ANNE VE BABACIĞIM.
Bütün bu kelime ve cümleler gerek Türkçe ve gerekse Ladino Espanyol olarak hiç şaşırmadan el kol hareketlerini söylediğim sunturlu büyük kelimelere göre yaparken annemin, babamın, etraftaki, dost, akrabanın gözlerinden yaşlarını getirebilmemle işimi tam manası ile icra ettiğime inandım. Artık bu engeli geçmiştim,
    
İkinci engel salondaki ilk tangom ve tekrar edilecek bu nutuklar. Allah kolaylık versin.
Sinagog çıkışında badem şekerinden yapılmış bonbonyerler dağıtılırken, yaşlı, orta yaşlı kimselerden İJO DE BUENA VENTURA KESEYAS duasını duydukça halen bu lisanın ne kadar yürürlükte olduğuna dikkat ettim. Bu ne kadar devam edecek kimse bilemez, gerçek bu ki biz yaştakiler bunu halen duyuyor ve icabında yaşlı akrabalarla kullanıyoruz, gelecek nesiller Yahudiliğin Türkiye’deki bu sembolünü devam ettirecek mi bunu zaman gösterecek.

Bütün Sinagogdaki davetliler ve Yahidimler dağılıp gittikten sonra hep birlikte taksiler tutulup Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesinin ara sokakları nın bir tanesinde Tarlabaşına yakın kısmındaki Kaza de İtalya düğün salonuna vardık. Böyle salon ve yerlere bu yaşıma kadar gelmek pek az münasip oldu. Şöyle ki içimde yine acayip bir heyecanla kapısından girdiğimde her tarafın pırıl pırıl ışıklandırılmış, beyaz örtülü düzenli masaların üstündeki yemek takımları, garsonların son rötuşlarını bitirmek için bir buraya bir oraya koşmaları, Rum olan şef garsonun etrafa bakıp emirler yağdırması, tahta siyah parke zeminin bir köşesinde sahne kurmuş orkestranın aletlerini kontrol edip akort sesleri çıkarmaları,  annem ve babamın salonun giriş kapısında yerlerini alıp süslü elbise ve kostümleri ile kapıdan giren davetlileri karşılamaları ve herkesin elindeki güzel hediyelik kâğıda sarılmış küçük büyük paketleri alıp arkadaki masaya koymaları beni hem meraklandırıyor ve hem de herkesin başımı sıvazlayıp yanaklarımı öpmeleri içimdeki heyecanı bir kat daha arttırıyor. Demek ki her şey bugün benim için, hepimiz için.

Zaman geçtikçe bütün salon dolup taştı, bütün davetliler masalarına yerleştirildikten sonra orkestranın meşhur komparsitayı çalmağa başlamadan evvel beni ve annemi dansı açmak için piste davet etmesi ile kendimi annemin kolları arasında yeni doğduğum anda hissetim. Kalbim bu heyecanı beni bağrına basan anneme eminim ki hissettirmiş ki sevinç gözyaşlarını başımı onu seyretmek için kaldırdığımda görüyorum. Acaba bu sahneyi, bu heyecanı hayatımda bir daha ne zaman tadabileceğim?
Böyle bir akşamda bu güzel an ve olayları geleceğe hatıra bırakacak fotoğrafçı galiba işini ya pek bilmiyor veya fotoğraf makinesindeki filimler yandı. Zira kala kala bütün bundan çok çok az fotoğraf kaldı ve bu çok yazık. Ne dedik insan hatıraları ve geçmişleri ile yaşarlar. Bende bunlardan biriyim.

Gece küçük saatlere kadar devam edip herkes eğlenip dağıldıktan sonra masa örtüsüne bohça edilmiş hediyeleri eve yorgun argın dönmemize rağmen ısrarım üstüne tek tek açtığımda zihnimde kala kala büyük siyah dikdörtgen uzun kutudaki tam tekmil Faber pergel takımı. Bütün günün ve gecesinin heyecanından olacak kıymetli kol satımı kimin hediye ettiğini hatırlamadan yatağın yönünü aldım.




















25 Şubat 2014 Salı

17- Bene Berit ve Bar Mitzva




Yaşımın ilerlediği yalnız ilkokulu bitirip ortaokula gitmekle kalmayıp aynı sene içinde Bar Mitzva olmamdan belli. İkinci karma ilkokulunu bitirdikten sonra annemin kararı ile Şişhanedeki yine Yahudi Okulu olan Bene Berit okuluna yazılmamla annemin isteği yerine gelmiş oluyor. Bu okula yazdırılmamın sebeplerinin başında okulun eskiden beri iyi bir tedrisata sahip olup çıkan mezunların çoğu üniversiteye girip fakultaıf mesleklere sahip olmaları, Yahudi terbiyesi yanında Türk Klasik terbiyesinin iyi bir şekilde verilmesi, İbranice ve din derslerinin olması ve ne kadar olsa bizim ailenin cebine uyması. Okul çoğunlukla Şişhanedeki Yahudi orta halli, fakir ailelerini ve pek az zengin geçinenlerin çocuklarını toplar
Ancak bu durum okul içinde pek büyük veya hiç denecek kadar arkadaşlığa tesiri görülmez. Okulun özel bir üniforması yoktur, bazısı kostüm kravatla geldiği gibi kazak ceket pantolon da kabul edilir bir kıyafet, yani kırdaki rengârenk çiçekler gibi bir tablo. Okul Şişhanedeki Bankalar yokuşunun başındaki Okul sokağında yüksek eski apartmanların arasında sıkışmış yeşile boyanmış yüksek demir kapısından içeri girildiğinde hemen solunda küçük tahta baraka, bu yapı okul kapıcısı ve organizatörü olan Müsyü İshak’a ait, tahsil boyunca bu yüksek boylu iri vücut yapısı olan kişi sert suratı her ne kadar bizleri korkutuyorsa da içinde kuş kalbi kadar küçük temiz kalbi, bizleri her an koruyan bir kişilik saklı olduğu her vesilede hissettirir. Sabah on teneffüsünde bu barakanın ön penceresi açılır ve bizim mösyö İshak kalın sesini duyurarak bizlere gözleme, üzümlü çörek, gazoz satıyor. Hemen bu kulübenin yanı, üstü ondüle saçla örtülü, önü açık su musluklarının bulunduğu yer… Burası kışın yağmurlu günlerinde taşla futbol oynadığımız yer... Okul lise olduğu için tuğla örtülü bahçesinde karşılıklı iki basket potası mevcut, ekseri zamanlar potaları da ağlı değildir. Ancak lise son sınıf başka yabancı okullarla maç yaptığı takdirde ağ konur, böylece uzun bir zaman ağlı kalır. Potalar yalnız basket için kalmaz sıcakta, soğukta, karda, yağmurda Aşer, Gökay, Dani, ben ve birkaç arkadaşın gayet çekişmeli geçen taş kaydırarak oynadığımız futbol sahasının kaleleridir.

Bu bahçede futbolu her zaman olmayan ekseriyetle küçük lastik topla oynuyoruz. Bu okulun iyi taraflarından biri hem Müslüman hem de Yahudi bayramlarından dolayı tatil günleri daha fazla olduğu gibi Cumartesileri tatil ( ne fark eder ki zaten Cumartesi sabah Sinagoga gidip yarı günü orada bitiririz). Okul Pazartesi sabahı açılıyor, bahçesinde sıra sıra sınıflar sıralandıktan sonra hava yağışlı olmadığı takdirde İstiklal Marşı karşı kapalı jimnastik salonundaki duvardaki direğe çekilen bayrak ile hep bir ağızdan söylenir ve sınıflara çıkılır. Hava yağmurlu kara kış ise iç salonda toplanıyor, büyük Türk bayrağı elde tutulup tören yapılıyor. Bütün bu seneler zarfında bir kere olsun ne bayrağı çekmek ne de tutmak nasip olmadı.

Tören sonu bir gürültü bir patırtı herkes sınıflara dağılır. Birinci sene, yani altıncı sınıf birinci katın sol tarafındaki büyük sınıf. Sınıfa girdiğimde bir büyük heyecan ve merakla etrafı seyrediyor ve içimde acayip bir his acaba muvaffak olabilecek miyim? Bu uzaklık derslerime mani olacak mı? Bu okulu bitirebilecek miyim? Derken kapı açılır ve elinde küçük ince sopa tutan, sert suratlı bir kadın öğretmen girer ve kürsünün arkasına geçer, hep bir ağızdan:
TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM

İlkokuldan beri söylenen tekerleme tekrarlanır ve ilk derse başlanır.
Sınıfın sıraları oturacak yerle yazılacak yer birbirine birleşik tek parça, yazılacak ve kitap konulacak tahta tam bir okul tarihi, o kadar kazılmış bu sıralar, okulun, gelmiş geçmiş talebelerin isimleri, numaraları, aşklarını belirleyen kalp ve oklar. Bütün bunlara bakılırsa bu sıralardan geçip okuldan mezun olup çıkanlar veya yolun ortasında bırakıp gidenler neye vardıkları, hangi meslek sahibi edindikleri hakkında ancak ilerdeki hayatta belki bilmek nasip olur ve olanlarla birlikte bende bu okuldan mezun olduğum için gururlanırım.

Şimdilik henüz yolun başlangıcındayım, neyin neresinde ne olacağı meşgul, talebe olarak allame değilim, sevdiğim derslerin başında Tabiat, tabiatın canlıya vermiş olduğu güzellikleri, akıl almaz sonsuz sırlarını öğrenmek, soru sorup cevap aramak. 

Sınıfın duvarlarında fazla bir dekor yok. Olsa, olsa Türkiye coğrafya haritası, kürsünün arka duvarında Atatürk’ün portre resmi, pencere önünde yuvarlak siyah kalın saçtan yapılı kış günlerinde sınıfı ısıtacak borulu soba ve ilk gün olması sebebi ile yeni boyanmış büyük kara tahta. Okul tedrisat saatleri ilkokulun saatlerinden bir saat fazla... Sabah dokuz akşam beş, arada onda, on iki buçuk, dört, kısa ve uzun tatil saatleri. İlk günün heyecanı saat ondaki ara teneffüsünde eski ilkokul arkadaşlarımı aramak, konuşmak, sormak, soruşturmak, artık kendimizi gelişmiş, büyümüş, üstlerinde siyah ve beyaz yakalı önlükleri atmış, kimimiz kravat takmış, kimimiz kazak, pantolon ve kimimiz kravatsız golf pantolon, gömlek yakaları kazağın V sinden dışarı çıkmış küçük gruplar halinde toplanıyor, öğlen tatilinde yapacağımız taş futbol takımlarını ayarlarken zil çalıyor ve herkes kendi sınıflarına girmek için çil yavruları gibi dağılıp binanın içinde kayboluyoruz.
Bu kula yazılıp devam ettiğim bu zaman zarfında bu semti daha da yakından keşfetmeğe başladım.
Meğer ilkokul ikinci karmaya gittiğim yıllarda yaşımın küçük olmasından olsa gerek pek bu semtin her tarafını tanımağa fırsatım olmadı. Şimdi ki ortaokul öğrencisi Bar Mitzva olmuş bir genç olarak artık etrafı daha geniş görüp tanımağa başladım. Musevi Lisesi meğer Şişhane semtinin merkezinde ve bizim Yahudiler maddi durumlarına göre iki ayrı yakaya ayrılmışlar. Tozkoparan, yani Sarı Madam kahvesinin Tepebaşına kadar uzanan eski ihtişamlı büyük kapıları, ağır demir gravürlü tokmakları parlatılan pirinçten Doktor Uzdil, Doktor Tabah, Doktor Levi, Doktor Akşote, Doktor Şaylanın röntgen laboratuvarı, Doktor Albukrek laboratuvarı vs… ve diğer cemaatin kodamanlarının oturdukları apartmanların olduğu kısım. Şişhanenin köşe turşucusunun karşı yakası orta ve kıt geçimli Yahudi Kitlesi...

Bu kısım sanki asırlardır değişmeyen ve yerinde kalan kısım havrası, esnafı, kasabı, bakkalı, ahtarı, taşçısı, birde param çıkıştığı zaman yan sokaktan İlkokul Birinci Karma karşısındaki aksi, kalın çerçeveli gözlüklü, daima kızan köfteci mösyö Moiz. Söz açılmış iken onun karşısında şekerci Bilifante, Purim ve Pesahta tatlı ve kekleri, onun yan dar sokağında kaşer tavuk kesen tavukçular, yokuşun başında Avram balıkçı, yanında Todros ve Kovos kasaplar.
Tabiidir ki altıncı daire maliye karşısındaki meşhur kaşer sucuk yapan kasap Kovos’u unutmamak lazım.

Bütün bu panayırın içinde bu mekânda bir iki maskot olması şart. Ekseri Şişhane’nin yokuş başından karşıya geçerken aniden kulağa bir korna sesine benzer vak guak sesi ile bizim Marko… Hasköy’den çıkıp Kasımpaşa yokuşunu tırmanıp, Sinagog caddesine yol alıp, kenara çekilince eline beş on kuruş sıkıştıran insanlar… Diğer maskot Sinagogun karşısında veya kapısında sızmış kimseye zararı olmayan Şaap.

Eğer gelişim erken olursa Apollon Sinagogundan duadan çıkanlarla birlikte sıraya girip Yomtov mezecisinin yanında camekânlı Müsyü Aruh’tan eğer bitmemiş ise bumuelo veya bol pudra şekerli gözleme alıp üstümü silkeleye silkeleye okulun yolunu tutarım. Bütün bu güzel sahneleri dolduran hamarat, güler yüzler rengârenk bizlerin bu sahneleri ilerde anlatıp, birbirimizi gördüğümüzde hatırlayıp anlatabilmek için ancak sene sonu jimnastik salonunun önünde çektireceğimiz toplu sınıf fotoğrafından başka bir küçük makine olsa idi bu günleri anlatmak hatırlamak çok daha kolay olacaktı.

Artık kış mevsimi hemen hemen bitmek üzere iken bu sene hem birinci ortaokul sınıfını bitirip yedinci sınıfa geçmek zorluğu ve heyecanı yanında, Bar Mitzva olacağım. Bar Mitzva gerek ailem ve gerekse benim için büyük bir tören. Yılbaşını bitirir bitirmez hazırlıklar başladı. Sanki Balattaki basit, samimi, yakıncıl hayat kaybolmuş, yerini asır geçmiş gibi başka bir memlekette, başka insanlar, başka görüş ve örfler, her şey paraya pula dayanan ayarlanması çok zor bir makine. Bunun neticesi çok çalışmak, çabalamak, çok para kazanmak, olanla kolay yetinmemek, koşmak, koşmak, didinmek ve sıkıntı içinde yaşayıp hayat pahalılığına ayak uydurmak. Tamir kelimesi çoktan lügatten çıkmak üzere. ÇALIŞ MEHMET ÇİFTLİK SENİN. Bu hava içinde annemin aldığı tavsiyelerden Kuledibindeki bir hoca ile anlaşıp Bar Mitzva nutkunun İspanyolca, Türkçe ve içinde İbranice cümleleri olan uzunca bir buçuk dosya sahifesi yani 3 dosya sahifesi hazırlatıp elime verip bu üç ay içinde öğreneceksin der ve işin içinden çıkar. Peki, bu çocuğun böyle bir kabiliyeti var mı? Dersleri ne olacak? Sınıf geçmek şart, okul, ev yolu yakın değil, kim düşünür, kim takar, bu iş olacak, bu iş en iyi şekilde bitecek.

Babam dayılarımın arkadaşları yardımı ile Beyoğlu İstiklal caddesinin Rus konsolosluğu karşı sokağında Kaza de İtalya düğün salonunu tutu. Artık bu devirde ağızdan söylenecek şarkılarla bu iş olmuyor, salonun yanında garsonlar, orkestra ve verilecek yemeklerin ayarlanması lazım, iyi ki onkli İzak askerlikte garsonluk yaptı da bu işlerden o anlar, iş davetiyelere gelince iş daha da zor ve komplike olmağa başladı. Bütün ailenin ve annemin kararı ile davetiye benim Bar Mitzva elbise, şapka ve kolluğumla olacak. Bunu yapabilmek için bir ay kala bütün vükela Onkli İzakın kunyadosu Yüksekkaldırımdaki terzi Mösyö Hayim’in dükkânına gidip bu zamanın modasına uygun babam klasik kruvaze koyu renk, ben mavi gri tek düğme, kardeşim için kısa paçalı iki pantolon kumaş ve takım elbiseler ısmarladık. Bunun arkası tabii ki provalar.
Hafta ortası bir gün okulu asıp babamın Yemişteki dükkânına gidip babamın işi hafiflediği bir saatte Beyazıt Marpuççulardaki şapkacılar yokuşuna gidip çevresi sarı sırma ince çubuklu siyah siperli okul şapkasını satın aldıktan sonra yokuşu inip babamın tanıdığı arkadaşından kendine ve bana beyaz bir çift gömlek aldıktan sonra Yeşildirekteki Mısır Çarşısı çıkışındaki Maymunlu kundura mağazasına girip bir kendine bağlı bir de bana güzel siyah mokasen çift ayakkabı aldıktan sonra iyi iş yapan küçük dükkâna vardık. Artık hemen hemen tören için lüzumlu olan hazırlıkların büyük kısmı bitti denebilir.    
Annemin hazırlığı bizim hazırlıklarımızdan daha zor, Sinagog töreninde giyeceği kostüm, salonda giyeceği şık elbise Tarlabaşında tavsiye üzerine Rum bir terzide dikiliyor. Vuallı siyah şapka, ayakkabılar ona uygun, tabii ki Beyoğlu’ndan. Bütün bu hazırlıkların yanı sıra kola takacağım kolluk en mühim bir yer tutuyor. Bu kolluk altın sırma iplikle Şişhanedeki Bankalar yokuşunda Müsyü Sanportada saten kumaşa desine edildikten sonra el yardımı ile her bir teyze göz nuru döküp işlediler.
Günler haftaları takip edip tarih yaklaştıkça benimde trafik polisinden eksik tarafım olmuyor. Her akşam annemin, büyük annemin önünde nutuk bütün el kol hareketleri ile tekrar tekrar söylenir, ben budak, o benden budak, böylece akşamın geç saatlerini bulup artık halim kalmamış nutuk kâğıtları elimde yatağa yatar, tekrar uyumadan evvel gözden geçirirken sabahleyin kâğıtları yerde görür kızmak isterken alır akşama hazır olması için salondaki büfenin üstüne koyup haydi okula.
Şimdi anneme hak vermek işten bile değil. Hangi anne istemez ki Bar Mitzva olacak ilk oğlu milletin karşısına çıksın, hiç tereddütsüz ve yanlışsız sevgili Anne, babacığım desin ve bunu duyarak heyecana bürünmesin.

Böyle özel zamanlara bağlı olsa gerek evin dekorunda da eklemeler oluyor, cevizden salon takımı vitrini, büfe üstü gravürlü aynası, vitrini süsleyecek kristal uzun ayaklı kırma şarap bardakları.
Bütün bu unutulmayacak hazırlıklar içinde törene bir ay kala mahallede akranlarımla çekişmeli çelik çomak oyunum. Oyunlarda sevdiklerim içinde birincilerin başında gelen bu oyun ne kadar heyecanlı ve hareketli görülse o kadar tehlikeli olanıdır, zaten bu yaşta bizler neyi arıyoruz? Tehlike, heyecan, cesaret, kuvvet değil mi? Oyun her ne kadar Türk çocuklarının icadı gibi görülüyorsa da dünyada buna çok benzer KRIKET oyunu İngilizler, Hintliler, Güney Afrika’daki beyazların popüler olan oyununun hemen hemen aynısı. Onlarla olan farkımız oyun aleti olan çeliği ve çomağı kendimizin seçtiği tahta ve oymaların orijinalliği.

Bir akşamüstü aşağı mahalledeki çocuklarla toplanıp evimin önündeki yolun ortasında büyük bir taşı koyup birincilik için ATTIM. Attıktan sonra benim takım çeliğin fırlattığı çomağı yakalayıp sayı aldığı gibi taşın önüne geçip çeliğe sahip olup sallama hakkına sahip olacak. Tabi bizim Yasef nerede durur, sıranın ilk safhasında çeliği tutacak takımı kurtaracak. Çeliği çomağa vuran uzun boylu, iri vücutlu büyük Beto’nun vurması ile benim yıldızları görmem bir oldu. Ağzımdan burnumdan kanlar boşalırken heyecandan ağrıyı unutup karşıdaki evimin kapısının ziline dayandım. Bu hengâme olup biterken bizim Beto çoktan ayaklarını alıp ortadan kayboldu, annem kapıyı açtığında şaşırıp kaldı ne yapacağını bilemediğinden bütün merdivenler kana boyandı.
Ellerimi yüzümü yıkamağa başladığım anda ağzımın üst çenesinde acayip bir acı hissetmeğe başladım, annem kanları temizledikten sonra VAY OĞLUM ÇİRKİNLEŞTİ dedi ve meğer o anda anladım ki öndeki üst iki kesici dişim kırılıp gitmişti. Bunun ispatı Bar Mitzva fotoğraflarında görmek mümkün olacak.

24 Şubat 2014 Pazartesi

16-Okullar açıldı



Okullar açıldı, artık annemin yalnız kalma zamanı geldi. Kardeşim Kurtuluş İlkokuluna, bende tramvaya binip sabahın köründe Kurtuluştan Şişhane Yazıcı Sokaktaki İkinci Karma İlkokuluna.
Yaşım sınıf akranlarımdan iki yaş daha fazla, buna da İsrael meselesi sebep, bakalım ilerideki tahsil hayatıma tesiri olacak mı? Yaş dokuz, ne fark eder? Aynı sınıfta on bir yaşında öğrenci de var. Bütün iş bundan sonra… Yasef çanta elde veya sırtta, sefer tası elde yağmurda, çamurda, karda, kışta Şişhane, Kurtuluş mekik dokuyacak. Böylece büyüyecek, adam olacak.
Bu devredeki yaşantım hiç te Balattaki yaşantıma benzemiyor. Zaman daha maddi, daha renksiz... Okuldaki arkadaşlarım hemen hemen Kule dibi orta halli, fakir ailelerinin çocukları, büyük bir kısmı Yahudi Cemaatinin öğle yemeği veren yemekhanesinde yiyip bir kısmı bu örgütün verdiği elbise ve ayakkabılarla giyiniyorlar. Buna rağmen birbirimize karşı bir ayrılığımız yok, neden olsun? Ders aynı ders, öğretmen aynı öğretmen, oyun aynı oyun değil mi? Böyle yaşıyor, böyle hep beraber büyüyoruz. Bu okulda herkes gibi kaygılandığım kişilerden asayiş işleri ile ilgilenen her teneffüs ve prozdorda rastgelen elinde köşeli siyah küçük sopasını esirgemeyen mösyö Kohen ve onun ardından bizimle devam edip geçen dönem ve asırlarca Fransızca öğretimini veren uzun boylu sırtına baston yerleştirilmiş göğüsleri önde poposu arkada giden bu dünyayı ben yarattım dercesine etrafa korku salan Madam Bahar…  Ancak ben, NE SUYA NE SABUNA karışmayan kişi bu kişilerden uzak durur. Ne demişler: GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM.  İleriki hayata bu çocuklardan hem doktor hem avukat hem de hahamlar olacak ve hiç birisi tahmin ediyorum geçmişlerini unutmayacaklar.

Okul hayatımı renklendiren benim gibi yine İsrail’den gelen ve burada aynı sınıfta okuduğum herkes tarafından sevilen uzun, zayıf, İbranice konuşan benden hem boy hem de yaşça büyük, her zaman yüzü gülen bir çocukla temiz bir kavgadan sonra candan arkadaş oluyoruz.
İsmi Kalaora imiş. Anneme bunları anlattığımda büyük annemin gençlik soyadının Kalaora olduğunu ve büyük bir ihtimalle akraba olabileceğimizi söyleyince bu arkadaşlığımız daha da kuvvetlendi.
Bazen öğlen teneffüslerinde beni küçük, siyah, kahverengi eski tahta yapı, tek katlı eskimiş bir yapı olan evine davet eder ve tatlı, her zaman güler yüzlü anne ve babası bizleri karşılar. Evin içi kavrulmuş soğanın bıraktığı tatlı koku, öğlen yemeğinin lezzeti güç tasvir edilebilecek kuru fasulye yemeğini müjdeler.

Bu arkadaşlığımız zaman geçtikçe dal budak salmasına rağmen o daha dine bağlı, ben ise annemin zoru ile muhafazakâr... Muhafazakâr ve her kes ile samimi, yakın olmayı seven ben sınıfımda beraber aynı sırada oturduğum yeni çok hoş, fazla konuşmayan, gayet temiz ve düzgün olarak gelen bu yeni sıra arkadaşımla gün geçtikçe samimileşmeye başladım. Arkadaşım zannediyorum ki benden ya bir yaş veya iki yaş daha küçük ne fark eder bu yaşlarda yaş pek fark etmiyor. Teneffüslerde beraber kâğıttan yaptığımız topla yemekhanenin yanındaki kapalı çardakta oynuyor, eğleniyoruz. Ancak hal ve tavırları ile iyi bir aileden olduğu belli.
Zaman geçtikçe samimiyetimiz ilerlediği bu günlerde beni Yazıcı Sokağındaki evine davet etti. Tabii ki bizim Yusuf herkesi sever, herkesi kendisi gibi bildiği için hayır demez ve okulun yemek tatilinde çık yokuştan sağa sap, kitapçı mösyö David’in karşısında büyük duvarı yeşile boyanmış geniş açık demir kapısından içeri girdiğimizde içimden hoş bir ürperme geçti ‘yahu senin ne işin var bilmediğin tanımadığın insanların evine gitmek‘ bir kere geldik girelim bakalım. Mermer merdivenleri tırmandıktan sonra aynı katta birkaç kapıdan birincisine vardığımızda ilk olarak tahtadan yağlı boya ile boyanmış güzel kapının yan tarafındaki zile bastığında karşımıza gayet hoş, güler yüzlü, orta boylu, zayıfça çok tanıdığım Rum lehçesi ile arkadaşımın annesi karşıladı. Bir ara aklımdan ne geçtiğini anlamadığım arkadaşımın annesi yarı Rumca yarı Türkçe öğle yemeğinin hazır olduğunu söyledi. Köşede oturan ihtiyar kadın arkadaşımın büyük annesi, kalkıp arkadaşımı yanaklarından öptükten sonra mutfağa girip yemek odasında masanın kolalanmış beyaz örtünün üstüne hazırlanmış servise yemekleri porselen kaplar içinde getirmeğe başlayınca ben etrafıma köm köm bakakaldım. O anda arkadaşımın annesi dolaptan bir takke daha çıkarıp bana uzattı ve arkadaşım büyük bir titizlikle gümüşten yapılmış açık tuzluk tabağına taze francala ekmeğinden kopardığı köşeyi alıp İbranice söylediği duayı bitirdikten sonra tuza batırıp bir kısmını koparıp bana uzattı ve diğerini kendisi yedi ve oturduk.

Buraya kadar her şey güzel hoş ama durum burada da bitmiyor. Yemek mi yiyorum? Etrafa mı bakıyorum? Çatal, bıçak sesleri arasında gözüm etrafı kolaçan etmekle meşgul. Ben ki Balattan Kurtuluşa geçip daha yeni yeni değişikliği algılamağa başladım, böyle bir ev beni şaşırttı. Etrafımı gözlerken büyük salon odasının bir köşesinde gayet güzel süslenmiş Noel ağacının karşısındaki sehpada Hanuka bayramının simgesi olan Hanukiya‘yı görünce epeyce düşüncemde allak bullak oldum. Benim için Yahudi olmuş, Rum olmuş hiçbir şey fark etmemesine rağmen bu yeni arkadaşımın durumu beni bir güzel düşünceye koydu. Ben ne yemeğin başında ne de sonunda dua yapan bir kimseyim, fakat bildiğim bir şey var ise Yahudi’yim.

Kule dibinde Yahudiliği hissetmek daha kolay bir olay, şöyle ki arkadaşlarımın büyük bir kısmı Galata Mahazike Toraya devam ettikleri gibi Sinagoglar evlerine yakın ve akrabaları bizimkilerden Şabat, Kaşer ve din örf adet ile yasaklarına daha çok dikkat eden kimselerdir. Oysa ben Yahudiliği ancak haftada iki gün annemin zoru ile Şişli Mahazike Tora ve Şabat günü Sinagoga gitmekle bitiyor. Mahallede Museviceden başka her lisan ve örf adetleri görüyor ve yaşıyorum.

Burada Balattaki bazı oyunlara devam etmeme rağmen evimizin karşısındaki top sahasının bulunması beni daha çok topa bağladı ve bu sporu daha da sevdirdi, uzun zaman ona devam ettim. Her Cumartesi öğlen sonrası on ile on iki yaş çocukları renkli formaları ile daha evvelden yapılardan araklanan kireç tozu ile çizilmiş yampirik bir tarafı yokuş yukarı sahaya birbiri ardına çıkmaları ve ortaya tek sıra yapıp takımlarının şereflerine sağ ol, sağ ol, sağ ol selam verip maça başlamaları yok mu? Onları kıskanır, bir gün ben de onlarla bu seremoniye girebilmek için can atıyorum.

Nihayet kış mevsimi gelip soğuklarla birlikte kar yağmağa başladı. Kar her ne kadar kendisi ile birlikte güçlükler getirirse de biz insanlar karın gökten yere süzülüşünü, sessizliğini, beyazlığını muzipliklerini sever onlardan zevk almağa çalışırız. Karlı hava bazen insan kalplerini ısıttığı gibi insancıl duygularını kamçılar, onları birbirlerine yaklaştırır, sevdirir, güldürür, hoş eder, maddiyatı bir ara unutturup az kanaatle geçinilebileceğini tasdik eden tabiatın bir hediyesidir.
Aralığın sonlarına, yılbaşına yakın çok soğuk hava ile birlikte akşamüstü okuldan çıkıp paket taşı döşeli Yüksekkaldırım yokuşundan Tünelden esen rüzgâr suratımı kamçılıya, kamçılıya tırmanırken hafif bir tipi başladı. Şişhane turşucusunun karşı kaldırımında direksiyonu elinde ve diğer eli kornasında aynasına dikiz ederek  “Şişaneye biiir Şişaneye biiir” diye bağırarak acele adımlarla yürüyen Mordikoya takılıp bir müdet onunla yolun bir kısmını aldım. Sonra Altıncı daire merdivenlerinden Tünele tırmanırken, sınıf arkadaşlarım çoktan evlerine varıp sıcak sobanın karşısına oturup yağan karı seyrederken, bizim Yasef Tünele henüz varıp yetmiş numaralı Kurtuluş otobüsünün kuyruğu belli olmayan başına gelip ilerlerken tek düşüncesi Tünelin sıcak buhar çıkaran ızgarasına gelmek ve iki otobüs ardı ardına gelsin de eve gideyim düşüncesinde iken nihayet ızgaraya vardım. Alttan gelen sıcak hava ve buhar aheste giden sırayı bile unuturdu. Havanın böyle olması nedeni ile İETT otobüslerine zincir taktırıp sayılarını çoğaltması benim eve daha çabuk varmama yardım etti. Otobüste tıka basa güçlükle nefes alınıyor, her türlü koku ve parfüm birbirine karışıp her kafadan bir ses, ısınanlar, sürtünenler, el, cimcik atanlar, yahu bu havada olur mu insafsızlar? Bırakın doğru dürüst eve varıp ısınalım.

 Otobüsün Kurtuluşa varması bir mucize, tipi yağdıkça şoför zorlukla direksiyon sallarken önünü görmesi bile mesele, artık üşümüyorum bu sardele kutusunun içinde istiflenmiş insanlar içinde güçlükle nefes alan ben nasıl üşüyeyim. Allah verede biran evvel varırız da nefes alma fırsatım olur. Durakları durmadan ancak ortalık karanlık basınca Kurtuluşa varabildik. Kapılar açılıp insanlar kendilerini dışarıya atıklarında belli ki biraz oksijene ihtiyaçları olduğu belli. İlkin geriliyor sonra derin bir nefes alıp yakalarını kaldırıp herkes yarı büklüm esen rüzgâr ile tipiye karşı evlerinin yolunu almağa başlıyorlar. Köşe başındaki ekmek fırınının önünden geçerken ekmek bekleyenlerin sırasını görünce İnşallah evde ekmek eksik değildir de açlıktan guruldayan karnımı hemen sıcak bir çorba içerek ısıtırım düşüncesi ile yokuşu kayarak, düşüp kalkarak nihayet evin zil düğmesine parmağımı koyup annemin yukarıya kadar giden kilidi açan ipi çekmesini bekliyorum. Bu gibi havalarda her dakika bir yıl gibi gelir.

Ev sımsıcak köşedeki Demirdöküm sobası hem odun hem kok kömürü yakar böyle havalarda kok kömürü yanıyor ki evi hamam kadar ısıtıyor. Tahmin ediyorum dayım fabrikanın içindeki kömür ve odunluktan anneme kömür ve odun taşımıştır. Babam halen Yemişteki dükkânından dönmedi, belki de dönmez bazen Lüleburgaz, Sapanca, Silivri etraf köylerine mal satmak yâda para toplamağa gider. Böyle havalarda radyoda yarınki hava raporu sonunda okulların açılıp açılmayacağı hakkında haberi sıcak çorbayı içtikten ve epeyce ısındıktan sonra gözlerim kapanmadan evvel duyunca bir rahat nefes alıp uykuya daldım. Babam galiba yollarda, herkes iyi geceler deyip yataklarına girince son olarak annem sobaya iki kürek kömür atıp gece üşümememiz için üstümüze kalın battaniye atıp odasına Confıdance mecmuası ile gider.

Sabah evin içi hafif tatlı bir sıcak, annem erken kalkıp sobaya odun atıp furya verir, tabii ki böyle havada devam kömürdür, yani kalkıp giyindikten sonra büyük annemden geçip kova ile kömür, odun taşıyacağım, kardeşim İshak, o küçük yalnız arkamdan kuyruk, kömür, odunu nasıl taşıdığımın kontrolörü. Neyse biraz büyüsün o da bu vazifeye girecek. Benim de canım var, bende insanım.
Evin iç düzeni bittikten sonra, öndeki pencere camları kardan ve buzdan temizlendikten sonra her tarafın bembeyaz, sessiz ve insanların yoksul olduğu görülüyor. Zaten bu havada insanlar evden çıkıp nereye ve nasıl gidecekler demeye ve düşünmeğe vakit kalmadan annem “Yasef al bu fileyi bakkalda ekmek var ise iki ekmek, bir kilo un, tuz ve kibrit al” der. Elime parayı sıkıştırıp palto, kaşkol, ayakkabı, yün eldiven haydi sokağa, bakkalda her şeyi aldım ekmek ne arar bu havada. Hava daha yumuşak, gök kapalı gri beyaz renkte, arada bir hafif lapa lapa yağıyor, sokakta benim gibi arkadaşlarım bakkal yolunda iken birbirimize kartopu sallar, tepeden aşağı yuvarlanır, eve vardığımda anneme ekmek olmadığını söylemeye kalmadan bakkaldaki şeyleri bırakıp fazla şey söylemeden Sinemköydeki ekmek fırınının yolunu aldık, tabii ki kardeşim kuyruğumda. Fırının önü bir kalabalık,  uzun sonu belli olmayan bir sıra, köşeyi saptıktan sonra sıranın yufkacı ile benzincinin orasından başladığını görüp bizde girdik.

Bu havada ekmek bir mesele. Herkes, her günkü gibi bir veya iki ekmekle yetinmez, ekmeği yalnız kendine almaz konu komşu dost, akraba yani bir de araba ister, öyle bir havada ve saatte fırıncı ekmekleri yarı hamur çıkarmak mecburiyetinde, çünkü fırının içi ana baba günü her kafadan bir ses bağırmalar, çağırmalar, sırada söylentiler, iki ekmek veriliyor. İshak kardeşim daha küçük olduğundan kaçamak yapıp kapıya yakın bir yerden sıraya sıkışıp benden evvel girip iki sıcak ekmeği bir karton bulup iki kolunun arasına koyup beni beklemeğe başladı. Ne yapalım birde büyük annem için lazım.

Artık soğuğu hissetmeğe başladığım anda kendimi fırının kapısında içerden gelen sıcak hava ile ısıtmağa başladım. İshak elindeki ekmeklerle ısınıyor, güzel beklesin de hep beraber eve gideriz, en nihayet yeni ekmek partisi çıkar ve ben sonunculardan iki kızarmış ekmeği iki kolumun arasına yerleştirip kalabalık arasından dışarı çıkıp, İshak kardeşimle taze ekmeğin kıçından her birimiz nafakamızı koparıp yumuşak kara basa basa, oynaya, oynaya evin yoluna dayandık.
                                
Böyle günlerde ne okul nede dersler ilgilendirir. Tek amaç karı seyretmek, kar oyunları için hazırlanmak. Karşımızdaki cambazhanenin kurulduğu ve top oynandığı sahada bütün bunlar küçükten büyüğe yapılır ve izlenir. Sabahleyin bakkala gittiğim saatte yaşlı bir adamın karı yuvarlamakta olduğu gözümden kaçmadı. İçimden galiba çocukluğunu hatırlamak için kardan adam yapmak istiyor deyip fırının yoluna giderken epey büyük bir yuvarlak kar yığını yaptığı ve adamın üstündeki giyimine bakılırsa deri bir yelek altında beyaz kalın boğazlı kazak, altında kalın siyah düzenli pantolon, başında kahve renkli ponponlu kakuletası ve kıvrılmış siyah gri düzgün bıyıkları altında ağzında gül ağacından yapılmış piposunu tüttürüp bir düşüncede olduğunu gördüm ve yoluma devam ettim. Ekmek sırasında hep bu acayip adamı düşünüp biran evvel ekmek almak sıkıntısını bitirip onun yanında olmak istedim. Bu gibi günlerde zaman mefhumuna pek önem verilmediği için eve geldiğimizde ekmekleri bırakıp hemen ön pencereye gidip adamı aradığımda meydanın o köşesinde büyüklü küçüklü bir kalabalığın toplanmış pür dikkat adamın etrafını sarıp yaptığı şeyi seyir etmekle meşgul olduklarına dikkat ettim, meraktan çatlayacak gibiyim. Merdivenlerden aşağı, doğru kalabalığa karıştım. Acayip adam mala, kürek, eldiven, birkaç büyük bıçağa benzer alet edevatla arada piposundan bir iki nefes alıp dinlenip geri gidip yaptığı ağzı açık dişleri avını yakalamak isteyen gür yeleli, büyük yarı oturmuş aslana bakıp bakıp arada bir küçük el hareketleri ile son düzeltmelerini yaparken herkes bu adama karşı hayranlıklarını ve hürmetlerini aralarında sessiz bravo, helal olsun kelimeleri ile getirdiklerini duyarken içimden acaba bu adam söylenen bu kelimeleri duyup zevk alıyor mu? Yoksa karşısındaki kükreyen aslana avını mı aramakla meşgul? Düşüncesi ile bende bütün bu insanlarla beraber içimden kendi HELAL OLSUN SANA AMCA cümlesini mırıldandığımı hissetim.          
    
Böyle karlı günlerde bizim Bilezikçideki evin önü eğlenceli olur, hele güneş bir ara gözünü açmaya görsün, sanki yaz gelmiş, herkes kümesten çıkan tavuklar gibi sokağa dökülürler. İşte tiyatro sahnesi açılır hem gülünür hem de acaba bir tarafını kırdı mı diye sorulur merak edilir. Nede olsa mahallelidir, hem insan olarak hem de komşu, tanıdıktır. Yokuşun başındaki her zaman içerisi gaz kokan Ermeni Kirkor bakkala gitmek için buradan çıkmak şart,  eve dönmek için de buradan inmek şart, böyle iken büyük, küçük, genç ihtiyar inerken ayak topuklarına dayayarak temkinli temkinli inmeğe gayret ettikleri anda küt kendilerini yerde görüp ya tepeyi kayarak bitirir veya yuvarlanarak iner kalkmağa çalışır, kaktığı anda bir daha kayar, yere otururken oda herkesle beraber gülmeğe başlar, oturmağa devam eder. Yokuşu çıkamayacağına kanat getirenler uzun yolu seçip sokağın öbür uzak bakkalını seçer ve yoluna devam eder. Böyle bir günde bizim Bilezikçide çok az hususi otomobillere sahip olan araba sahipleri ihtiyaç olmadıkça yola çıkmazlar. Hem zahmetli, hem de tehlikeli. Yanımızdaki komşu siyah Buick arabasını işi icabı galiba bu havada çıkarmağa kararlı olsa gerek, karşı yapıdan iki işçi bulup arka tekerleklere zincir taktırıp, üstündeki kar yoğunluğunu temizlettikten sonra büyük bir ciddiyetle arabaya girip çalıştırır, ısınması bitikten sonra araba yavaş yavaş buzlu karın üstünde çatur, çutur seslerle yokuşun başına kadar gelir, araba bir sağa bir sola kaymağa başlayıp yandaki hendeğe girince bizim komşu zor revers yapıp otomobili kurtarır ve gerisin geriye otomobilini bırakmış olduğu daimi karsız yerine zorlukla park ettikten sonra ev penceresinden kocasının çektiği cefayı seyreden karısına iki kumaş paçavra bezi atmasını söyleyip paçavraları boyalanmış parlak ayakkabılarına sardıktan sonra temkinli bir şekilde yokuşun yan halen yumuşak kar kalmış kenarından yokuşu çıkar, soldan Tepeüstüne doğru giden yolu alır ve gözden kaybolur. Bunu seyrederken demek kar hem güldürür hem de kimsenin yaşına başına bakmayıp kendi tabiat kanununu uygular,  herkes bende eşittir demek istercesine.