Artık kış
bahara kendini bırakmağa başladı. Bayramlar, seyranlar geride kaldı. İnsanlar
tabiatla birlikte daha canlı renklere sarılıp üstlerindeki ağır koyu paltoları
atınca bükülmüş vücutlarının dikleşmeğe başladığı görülür. Caddeler sokaklar
daha temiz, çamursuz. Bu havalara gömlek, kazak yetiyor. Babalar işe kostüm
gömlek kravatla gidip geliyorlar.
Çarşıdaki
tuhafiyecinin mağaza vitrinleri yeni, renkli, çiçekli ince mallarla dolu. Manavlar
daha yeşillerle donanır, kasap vitrinlerinde kuzular kanca ile bacaklarından
asılır, ciğercilerde kuzu başları ve takımlar. Ne demişler HER KOYUN KENDİ
BACAĞINDAN ASILIR.
Asmalar filiz
açmış yeşerir, çingeneler köşede tezgâh açmış mor menekşe, salkım, kırmızı
kokulu karanfil satar. Manifaturacılar sokağında vitrinler renkli çiçekli
kumaşlar asılı, bahara yaza hazırlık.
Bu Balat’ın
ikindi zamanları hem sesiz hem de birazdan renklenecek saatlere hazırlıktır. Annemin nasıl olduysa biraz kafasını dinlendirmek
için minderde uyukladığı bu gün kendimi sokağa atıp arkadaşlarımı ararken
kendimi Voyvoda caddesinin karakol köşesinin karşı köşesinde durmuş etrafa
bakmakla buldum. Bu saatlerde yazın bırakmış olduğu sıcaklık sanki yerdeki
paket taşları arasından kurtulmak istercesine, etraf esnafın serptiği sularla hafif
bir serinlik veriyor.
Karşı köşedeki
polis karakolu pencere açığından sohbete dalmış şapkasız birkaç polis oturmuş
çay bardakları ellerinde sohbete dalmış. Bu saatlerde pek vukuat, hareket, patırdı
olmaz galiba. Karakolun karşısında Ahrida Sinagogu yönünde kömürcü Mehmet’in
yanında küçük kahve çay ocağı önünde hasır tabureye oturmuş boynunda beyaz mendil
elinde kalın marpuç ve tesbihi sohbete dalmış iki palabıyıklı cadde bu saate
halen sesiz ve tenha.
Karşımdaki
köşede Paskalya bayramında kırmızı yumurta tokuşturulan manav belinde mavisi
atmış ve meyvaları temizleyip parlattığı pis bel önlüğü ile dolu dolu
topatanlar, karpuzlar, elmalar, armutları seyreder ve önündeki yapıncak ve
çavuş üzüm kümelerine gelip vızıldayan arıları yellerken diğer köşede çırağı
elindeki konserve kutusu ile büyük kovadan aldığı suyu salata, yeşil soğan, kırmızı
siyah trup, yeşil taze sarımsak, salatalık kümelerine serpiyor. Dükkân önündeki
kısmı ha bire ıslatmayı unutmuyor. Ne de olsa müşteri seni hissetsin gelsin
alsın. Dükkân rafı üstündeki mavi yeşil gözlü Siemens kahve renkli radyodan
hafif bir fasıl ve etraf sesiz onu dinliyor. Neden dinlemesin bu yerin bu
zamanı hep aynı renk, hep aynı kokular, aynı insanlar.
Gözüm tekrar
karakolun köşesine takılıp onun altındaki balıkçı Eşref’e takıldı. Kırmızı
–maviye boyanmış tablaların üstüne dizdiği çingene palamutlarını gazete kâğıdı
ile örtüp habire elindeki konserve kutusu ile ıslatıp duruyor. Köşedeki lakerda
camekânı şimdilik boş, birazdan her günkü gibi kırmızı soğan, yeşil salata yaprakları
ile süsleyip içini teneke kutusundan palamut ve torik lakerda takozlarını
çıkarıp titizlikle camekân içine dizecek ve keskin ince bıçakları tezgâha
koyacak.
Durduğum
köşenin Tahta minareye giden yöndeki helva ve yufka dükkânında pek hareket yok.
Zaten yazın pek bu gibi yiyeceklere rağbet olmaz galiba. Tam caddenin
ortasından iki kasketli üniformalı kişi birisinin elinde bir tabela diğerinde
uzun sarı pirinçten yapılmış olsa gerek ucunda bir huni biçiminde bir şey
habire her on on beş adımda bir çubuğu parke taşlarının arasına dayayıp öte uçta
olan huniye kulak dayayıp bir şeyler duyuyormuşçasına yanındaki memura deyip
yazdırıyor.
Yahu bu
adamlar yeraltı dünyasını dinleyip üstündekilere haber mi veriyor? Nedir???
Bunu görüp bir
acayip olduktan sonra oradan koşarak ve büyük bir heyecanla öteki köşedeki
onkli Cak’ın dükkânına soluk soluğa girip şaşkın açılmış gözlerle anlatmağa
başladığımda o da güzel ve tatlı gülüşü ile yer altı dünyasını anlattı.
Yaz mevsimi
biz Balatlılar için biraz zahmetli bir mevsimdir.Yazın sıcağı, kışın fazla ev
içinde kalan insanları fazla sıkması olsa gerek yazın parlaklığı onları evden
çıkarıp açık yerlere sürükler. Böyle olunca zahmet ve güçlükleri görüp aldırmadan
gezintiler tertiplenir. Böyle bir düşünce ile olsa gerek bizimkiler (la famiya)
komşu ve diğer dost ve akrabalarla ayarlanıp yarın boğazın karşı yakasında
bulunan Küçüksu’ya gitmek için karar kılındı. Dediğim gibi böyle bir karar bir
akşam içinde verilmez. Her gezinti kararı gibi bir hafta evvelinden hazırlıklar
başlar ve biz çocuklar bunun farkındayız, zira fazla şeyler istenmez evlerde
hazırlıklar var. Cumartesi akşamı yarınki gezi hazırlıkları görüşülüp kahveler
içildikten ve annem yarın giyilecek elbiseleri minderin üstüne koyduktan sonra
mutfaktaki alınacak kumanya sepet ve filelere yerleştirdikten sonra evde sessizlik
ve yarınki heyecan için yatağa.
Sabah kargalar
sıçmadan annem alelacele yataklardan bizleri attıktan ve eve çeki düzen
verdikten sonra, kısa kolu beyaz gömlek kısa bretelli pantolon ve sandaletler
giyildikten sonra bana ve kardeşime şekere batırılmış tereyağı kaşığı bir
bardak sıcak süt içirilip yutulduktan sonra haydi bakalım dün akşamdan
hazırlanan pılı pırtı kapı önüne konulup ev kapısı demir anahtarla kapatılır ve
yola çıkıyoruz. Yönümüz Balat vapur iskelesi. Pazar günü her zaman bu saatlerde
tenhadır ancak bütün bu vükelanın takırdısı etrafı şenlendirip gürültüye
boğuyor. Selamlar ve sabahlar etraf dükkâncılara verile verile nihayet vapur
iskelesine vardık. İskele bu saatlerde sesiz ve yalnız biletçisi, çımacısı bizimkilerle sohbete dalarken karşıdan Hasköy
iskelesinden kalkan siyah beyaz bacası sarı beyaz küçük Haliç vapuru göründüğünde
biletçi yerine gidip bizimkilere biletleri vermeğe başladı. Etrafta yine bir
hafif patırtı şamata. Vapur yanaşıp halat atıktan sonra tahta iskeleler
verildikten sonra bekleme salonun kapıları açıldıktan sonra hep birlikte vapura
giriyoruz. Vapurun kalkış düdüğü ve yola çıkıyoruz. Haliç ekseriyetle dalgasız
ve patırtısız bir denizdir tek bir özeliği vardır, rengi gri ve bok kokar. Fener,
Kasımpaşa, Unkapanı köprüsü altından geçtikten sonra, Cibali, Yağ İskelesi ve nihayet büyük kirli yeşile
boyanmış Eminönü Galata köprüsüne yanaşıp halat atılıp iskele alındıktan sonra
hep birlikte sallanan köprüye çıktık.
Eminönü Galata
köprüsü tarihi uzun zamanlara dayalı olsa gerek zira rengi soluk ve eskiyi
gösteriyor. Haliç tarafından adalar ve boğaz iskele tarafına geçerken bir
tabiat harikası ile karşılaşıyorum. O gri pis görünen Haliç suyu zümrüt
yeşilline boyanmış bir denize dönüştü. Ne harika bir olay diye düşünürken
kendimizi iskelenin insan kalabalığı ile dolup taşan tarafında bulduk. Biz
çocuklar annelerimizin ellerinden tutup etraftaki kalabalığı ve satıcı
esnaflarını seyredip dinler iken babam ve diğer erkekler gişe önündeki uzun
kuyrukların birine takılıp sohbete daldılar. Aradaki görüntü gayet eğlenceli,
simitçi tablasından gelen taze simit koku ve sesleri, nanecinin tatlı kasideleri,
çukulata, çiklet satan satıcının rengârenk düzgün güzel tablası, Uzun Ömer piyango
gişesi, köprü dubasına yapışıp sallanan
içinde orta kısmında siyah yağda una batırılıp kızarmakta olan balık parçaları
ve uçtaki satıcının cırtlak sesinden duyulan balık ekmek nakaratı ve havada
hissedilen kızartma ve soğan kokusu…
Nihayet babam ve
diğerleri ellerinde kırmızı renkteki mukavvadan yapılmış biletler ellerinde
bizlere yaklaşıyorlar. Aniden kalabalıkta bir kımıldanma bir telaş, itilmeler
kakılmalarla beraber vapura doğru sürükleniyoruz. Biraz sıkışık, biraz değil. Herkes
gibi tahta iskeleden geçip kendimizi vapurun içinde bulduk.
Saray
Burnundan esen tatlı deniz havası sıkıntılı yaz sıcağını dağıtıp hoş bir oh
dedirtiyor. Nihayet hareket düdüğünü çaldıktan sonra vapur iskeleden hareket
etmeğe başladı. Oturduğumuz baş güvertesindeki kapıdan çaycının çay bardakları
ile dolu tablası ve “çaylar geldi beyler’’ sesi duyuldu.
Nihayet bir
haftadır bahsedilen Küçüksu mesire yerine yol alıyoruz. Kadınlar kendi
aralarında bilinen dedikodu konuşmaları, erkekler kendi aralarında sohbet muhabbet,
biz çocuklar gelen her an değişen seyyar satıcıların peşinde onları dinliyor,
seyrediyoruz. Kimisi tarakçı, kimisi aynacı, kimisi eşarp satar kimisi hokkabaz,
lotarya ile sigara satar.
Bu arada boğazın
iki yakasından geçerken kıyılardaki ev köşk ve yeşillikler içinde kaybolup bir
kısım görünmekte olan kasır ve küçük saraylar ve insanları seyrede ede Kuleli, Paşabahçe,
Çengelköy derken nihayet karşıdan Avrupa yakasında Rumelihisarı, Anadolu
yakasında Anadolu Hisarları göründüğünde vapurun yönü Anadolu Hisarına yönlenip
bir hızlı düdük sesi duyuldu. Bu düdük herkese seyredin bu güzel yalıları bu
güzel kıyıları evleri seyretmek bedava zevk alın buralarda ne insanlar yaşadı
yaşıyor bilin dercesine beyaz gayet güzel oyma ve üslubu ile görünen KÜÇÜK SU
KASRI’NI geçtikten sonra iskeleye halat attı. Herkeste bir acele bir telaş
haydi bakalım dışarı.
İskelenin
dışına çıkıp kümelendikten ve etrafı kolaçan ettikten sonra önünde tahta
parmaklık la çevrili zemini çayır, etrafında tahta iskemle masalar serpilmiş
çay bahçesinin kapısından içeriye şakalarla, gülüşlerle, patırtı şamata ile
girdik ve yerleştik.
İşte burada
yine “nerede bu meret fotoğraf makinesi” demeden geçemiyorum. Bu gün burasını
ne kadar anlatırsan anlat, o gülen, o tatlı yüzleri nasıl tasvir edersen et. Yazık
belki bir gün gelir burasının fotoğrafını çeker bu insanları tekrar görürüm. Vapur
iskelesinden ayrılıp etraf sessizliğini bozduktan sonra karşıdaki tahta
parmaklıklarla çevrili zemini yemyeşil çimen serili ve üzerinde tahta masa ve
iskemleler serpilmiş güzel hoş mesire bahçesine dalıyoruz. Etrafı kolaçan
etikten sonra serpilmiş masaları sıra yapıp üzerlerine örtüler atıldıktan sonra,
sabah kahvaltısı için lüzumlu kumanya, borekas, bulemas, karpuz, kavun, beyaz, kaşer
peyniri, haşlanmış yumurtalar, siyah sele zeytini, bir yeni rakı, çatallar
bıçaklar, bardaklar düzeltildi. Bahçe yerinden çaylar geldikten sonra boğazın
nefis havası ve kokuları ile bir temiz sabah kahvaltısı yapıyoruz. Herkes gülüyor,
şakalaşıyor, mesut ve bahtiyar. Arada dedikodular eksik değil
“lo kıtan al rey,
lo meten al vezir’’
Onlar kendi
curcunalarında iken biz çocuklar etrafı kolaçan etmeden olmaz. Bahçenin tam
karşısında koskocaman yeşil bir çayır ve iki kırık dökük futbol kalelerinden
anlaşıldığı kadarı ile burada futbol maçları yapılıyor galiba. Çayırın
karşısında kavak ağaçlarının altında tek tek sıralanmış on, on iki kadar koca
koca kara kazanlar ve altlarında harıl harıl yanan odunlar. Yaklaştıkça havada
yayılan kendine has kaynayan mısır kokuları. Meğer Küçüksu mısır demekmiş. Hayret
dolu bakış ve adımlarla bu koca koca kazanlara yaklaşıyor ve olan bitenleri
seyrediyorum. Yerde soyulmuş mısırların dış yaprakları, sarı sarı uzun büyük
mısırlar, daha soyulmamış küme küme yeşil mısırlar, harıl harıl çalışan köylü
giyimli sakalları saçları karışık gülümsedikçe sarı siyah seyrekleşmiş dişleri
ortaya çıkmış mısırcı ve hanımları kazanlar arasında oynaşan tombul kırmızı yanaklı
çocuklar.
Mısırcı
mallarını göstermek için kara uzun maşalarını kazanlarının içine daldırıp sarı
uzun mısırları çıkarıp “taze mısır yemede yanında yat’’ deyip bizleri daha da
heyecanlandırıyorlar. Bu güzel, renkli, çocuk heyecanı dolu manzarayı teyit
etmek ne hoş bir şey olsa gerek eve gittiğimizde tekrar bunu hatırlamak
konuşmak, ileriki hayata anlatmak. Eğer bir gün buralara gelirsem acaba bütün
bunları görüp hatırlayabilecek miyim? Karşıdan annem babam el ele vermiş bize
doğru ilerliyorlar. Bu görüntü içimden “onlar bizim kadar mutlu ve sevgi dolu’’
hissini veriyor. Bizler onlara takılıp yeşil ağaç ve fundalık dolu toprak
yoldan ilerledikçe etraf mimoza kokuları ile insanı mest ediyor. Karşımızda
yeşil küçük su deresi ve boğazın sularına karışan ağzı suyun üstünde kıyıda
serpilmiş rengârenk sandallar, suda yüzen yeşil parlak kafalı ördekler.
Bugün Pazar. Babama
el verip hamamın karşısındaki Ahmet’in bahçeli kahvehanesine gidiyoruz. Babam
pek kahvehaneye giden insan değildir. Arada bir baharda yazda gider, daha çok
yandan seyredip sohbet etmek için. Kahvehanenin içi havanın güzel olması sebebi
ile boş. Köşedeki üçlü bilardo masasında ellerindeki isteka ve uçlarını mavi
somaki tebeşirleyen iki gencin oyuna hazırlandıklarını seyrede ede çay ocağının
önünden geçip yerleri henüz yeşermeğe yüz tutmuş etraf tahta masalar serpilmiş
kahvehane bahçesine girdiğimizde her bir masadan hoş geldin, Nisim, gel otur, buyurun
der. Nihayet yeşil çuha üstünde pişpirik oynayan dörtlüye otururken yan da
oturan iki tavla oynayan kişilerden biri nazik bir tebessümle elinde tutuğu
beyaz unlu lokumu uzatıp almamı rica eder.
Bir başka köşede kasketli yaşlı adam fokur
fokur nargilesini içerken geçen garsondan gayet nazik bir şekilde “Oğlum bana
ve küçüğe limonata getir” der. Bir gözünü kırpar tatlı bir tebessüm eder. Havada tatlı bir sohbet fısıltısı vardır. Benim
gibi babası ile veya büyük babası ile gelen bazı mahalle arkadaşlarımla
buluştuk, böylece biz kahvehaneye gitmedik diyemeyiz. Ellerimiz dolu her
masadan verilen rengârenk selofan kâğıdına sarılmış karamelalar ile tekrar
elverip evin yolunu aldığımızda babamın bana bakıp tebessümü eve kadar devam
eder.