31 Ocak 2014 Cuma

5-Kış bitiyor





Artık kış bahara kendini bırakmağa başladı. Bayramlar, seyranlar geride kaldı. İnsanlar tabiatla birlikte daha canlı renklere sarılıp üstlerindeki ağır koyu paltoları atınca bükülmüş vücutlarının dikleşmeğe başladığı görülür. Caddeler sokaklar daha temiz, çamursuz. Bu havalara gömlek, kazak yetiyor. Babalar işe kostüm gömlek kravatla gidip geliyorlar.

Çarşıdaki tuhafiyecinin mağaza vitrinleri yeni, renkli, çiçekli ince mallarla dolu. Manavlar daha yeşillerle donanır, kasap vitrinlerinde kuzular kanca ile bacaklarından asılır, ciğercilerde kuzu başları ve takımlar. Ne demişler HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR.

Asmalar filiz açmış yeşerir, çingeneler köşede tezgâh açmış mor menekşe, salkım, kırmızı kokulu karanfil satar. Manifaturacılar sokağında vitrinler renkli çiçekli kumaşlar asılı, bahara yaza hazırlık.

Bu Balat’ın ikindi zamanları hem sesiz hem de birazdan renklenecek saatlere hazırlıktır.  Annemin nasıl olduysa biraz kafasını dinlendirmek için minderde uyukladığı bu gün kendimi sokağa atıp arkadaşlarımı ararken kendimi Voyvoda caddesinin karakol köşesinin karşı köşesinde durmuş etrafa bakmakla buldum. Bu saatlerde yazın bırakmış olduğu sıcaklık sanki yerdeki paket taşları arasından kurtulmak istercesine, etraf esnafın serptiği sularla hafif bir serinlik veriyor.

Karşı köşedeki polis karakolu pencere açığından sohbete dalmış şapkasız birkaç polis oturmuş çay bardakları ellerinde sohbete dalmış. Bu saatlerde pek vukuat, hareket, patırdı olmaz galiba. Karakolun karşısında Ahrida Sinagogu yönünde kömürcü Mehmet’in yanında küçük kahve çay ocağı önünde hasır tabureye oturmuş boynunda beyaz mendil elinde kalın marpuç ve tesbihi sohbete dalmış iki palabıyıklı cadde bu saate halen sesiz ve tenha.

Karşımdaki köşede Paskalya bayramında kırmızı yumurta tokuşturulan manav belinde mavisi atmış ve meyvaları temizleyip parlattığı pis bel önlüğü ile dolu dolu topatanlar, karpuzlar, elmalar, armutları seyreder ve önündeki yapıncak ve çavuş üzüm kümelerine gelip vızıldayan arıları yellerken diğer köşede çırağı elindeki konserve kutusu ile büyük kovadan aldığı suyu salata, yeşil soğan, kırmızı siyah trup, yeşil taze sarımsak, salatalık kümelerine serpiyor. Dükkân önündeki kısmı ha bire ıslatmayı unutmuyor. Ne de olsa müşteri seni hissetsin gelsin alsın. Dükkân rafı üstündeki mavi yeşil gözlü Siemens kahve renkli radyodan hafif bir fasıl ve etraf sesiz onu dinliyor. Neden dinlemesin bu yerin bu zamanı hep aynı renk, hep aynı kokular, aynı insanlar.

Gözüm tekrar karakolun köşesine takılıp onun altındaki balıkçı Eşref’e takıldı. Kırmızı –maviye boyanmış tablaların üstüne dizdiği çingene palamutlarını gazete kâğıdı ile örtüp habire elindeki konserve kutusu ile ıslatıp duruyor. Köşedeki lakerda camekânı şimdilik boş, birazdan her günkü gibi kırmızı soğan, yeşil salata yaprakları ile süsleyip içini teneke kutusundan palamut ve torik lakerda takozlarını çıkarıp titizlikle camekân içine dizecek ve keskin ince bıçakları tezgâha koyacak.

Durduğum köşenin Tahta minareye giden yöndeki helva ve yufka dükkânında pek hareket yok. Zaten yazın pek bu gibi yiyeceklere rağbet olmaz galiba. Tam caddenin ortasından iki kasketli üniformalı kişi birisinin elinde bir tabela diğerinde uzun sarı pirinçten yapılmış olsa gerek ucunda bir huni biçiminde bir şey habire her on on beş adımda bir çubuğu parke taşlarının arasına dayayıp öte uçta olan huniye kulak dayayıp bir şeyler duyuyormuşçasına yanındaki memura deyip yazdırıyor.
Yahu bu adamlar yeraltı dünyasını dinleyip üstündekilere haber mi veriyor? Nedir???
Bunu görüp bir acayip olduktan sonra oradan koşarak ve büyük bir heyecanla öteki köşedeki onkli Cak’ın dükkânına soluk soluğa girip şaşkın açılmış gözlerle anlatmağa başladığımda o da güzel ve tatlı gülüşü ile yer altı dünyasını anlattı.
   
Yaz mevsimi biz Balatlılar için biraz zahmetli bir mevsimdir.Yazın sıcağı, kışın fazla ev içinde kalan insanları fazla sıkması olsa gerek yazın parlaklığı onları evden çıkarıp açık yerlere sürükler. Böyle olunca zahmet ve güçlükleri görüp aldırmadan gezintiler tertiplenir. Böyle bir düşünce ile olsa gerek bizimkiler (la famiya) komşu ve diğer dost ve akrabalarla ayarlanıp yarın boğazın karşı yakasında bulunan Küçüksu’ya gitmek için karar kılındı. Dediğim gibi böyle bir karar bir akşam içinde verilmez. Her gezinti kararı gibi bir hafta evvelinden hazırlıklar başlar ve biz çocuklar bunun farkındayız, zira fazla şeyler istenmez evlerde hazırlıklar var. Cumartesi akşamı yarınki gezi hazırlıkları görüşülüp kahveler içildikten ve annem yarın giyilecek elbiseleri minderin üstüne koyduktan sonra mutfaktaki alınacak kumanya sepet ve filelere yerleştirdikten sonra evde sessizlik ve yarınki heyecan için yatağa.

Sabah kargalar sıçmadan annem alelacele yataklardan bizleri attıktan ve eve çeki düzen verdikten sonra, kısa kolu beyaz gömlek kısa bretelli pantolon ve sandaletler giyildikten sonra bana ve kardeşime şekere batırılmış tereyağı kaşığı bir bardak sıcak süt içirilip yutulduktan sonra haydi bakalım dün akşamdan hazırlanan pılı pırtı kapı önüne konulup ev kapısı demir anahtarla kapatılır ve yola çıkıyoruz. Yönümüz Balat vapur iskelesi. Pazar günü her zaman bu saatlerde tenhadır ancak bütün bu vükelanın takırdısı etrafı şenlendirip gürültüye boğuyor. Selamlar ve sabahlar etraf dükkâncılara verile verile nihayet vapur iskelesine vardık. İskele bu saatlerde sesiz ve yalnız biletçisi, çımacısı bizimkilerle sohbete dalarken karşıdan Hasköy iskelesinden kalkan siyah beyaz bacası sarı beyaz küçük Haliç vapuru göründüğünde biletçi yerine gidip bizimkilere biletleri vermeğe başladı. Etrafta yine bir hafif patırtı şamata. Vapur yanaşıp halat atıktan sonra tahta iskeleler verildikten sonra bekleme salonun kapıları açıldıktan sonra hep birlikte vapura giriyoruz. Vapurun kalkış düdüğü ve yola çıkıyoruz. Haliç ekseriyetle dalgasız ve patırtısız bir denizdir tek bir özeliği vardır, rengi gri ve bok kokar. Fener, Kasımpaşa, Unkapanı köprüsü altından geçtikten sonra, Cibali,  Yağ İskelesi ve nihayet büyük kirli yeşile boyanmış Eminönü Galata köprüsüne yanaşıp halat atılıp iskele alındıktan sonra hep birlikte sallanan köprüye çıktık.

Eminönü Galata köprüsü tarihi uzun zamanlara dayalı olsa gerek zira rengi soluk ve eskiyi gösteriyor. Haliç tarafından adalar ve boğaz iskele tarafına geçerken bir tabiat harikası ile karşılaşıyorum. O gri pis görünen Haliç suyu zümrüt yeşilline boyanmış bir denize dönüştü. Ne harika bir olay diye düşünürken kendimizi iskelenin insan kalabalığı ile dolup taşan tarafında bulduk. Biz çocuklar annelerimizin ellerinden tutup etraftaki kalabalığı ve satıcı esnaflarını seyredip dinler iken babam ve diğer erkekler gişe önündeki uzun kuyrukların birine takılıp sohbete daldılar. Aradaki görüntü gayet eğlenceli, simitçi tablasından gelen taze simit koku ve sesleri, nanecinin tatlı kasideleri, çukulata, çiklet satan satıcının rengârenk düzgün güzel tablası, Uzun Ömer piyango gişesi,  köprü dubasına yapışıp sallanan içinde orta kısmında siyah yağda una batırılıp kızarmakta olan balık parçaları ve uçtaki satıcının cırtlak sesinden duyulan balık ekmek nakaratı ve havada hissedilen kızartma ve soğan kokusu…

Nihayet babam ve diğerleri ellerinde kırmızı renkteki mukavvadan yapılmış biletler ellerinde bizlere yaklaşıyorlar. Aniden kalabalıkta bir kımıldanma bir telaş, itilmeler kakılmalarla beraber vapura doğru sürükleniyoruz. Biraz sıkışık, biraz değil. Herkes gibi tahta iskeleden geçip kendimizi vapurun içinde bulduk.

Saray Burnundan esen tatlı deniz havası sıkıntılı yaz sıcağını dağıtıp hoş bir oh dedirtiyor. Nihayet hareket düdüğünü çaldıktan sonra vapur iskeleden hareket etmeğe başladı. Oturduğumuz baş güvertesindeki kapıdan çaycının çay bardakları ile dolu tablası ve “çaylar geldi beyler’’ sesi duyuldu.
Nihayet bir haftadır bahsedilen Küçüksu mesire yerine yol alıyoruz. Kadınlar kendi aralarında bilinen dedikodu konuşmaları, erkekler kendi aralarında sohbet muhabbet, biz çocuklar gelen her an değişen seyyar satıcıların peşinde onları dinliyor, seyrediyoruz. Kimisi tarakçı, kimisi aynacı, kimisi eşarp satar kimisi hokkabaz, lotarya ile sigara satar.

Bu arada boğazın iki yakasından geçerken kıyılardaki ev köşk ve yeşillikler içinde kaybolup bir kısım görünmekte olan kasır ve küçük saraylar ve insanları seyrede ede Kuleli, Paşabahçe, Çengelköy derken nihayet karşıdan Avrupa yakasında Rumelihisarı, Anadolu yakasında Anadolu Hisarları göründüğünde vapurun yönü Anadolu Hisarına yönlenip bir hızlı düdük sesi duyuldu. Bu düdük herkese seyredin bu güzel yalıları bu güzel kıyıları evleri seyretmek bedava zevk alın buralarda ne insanlar yaşadı yaşıyor bilin dercesine beyaz gayet güzel oyma ve üslubu ile görünen KÜÇÜK SU KASRI’NI geçtikten sonra iskeleye halat attı. Herkeste bir acele bir telaş haydi bakalım dışarı.
İskelenin dışına çıkıp kümelendikten ve etrafı kolaçan ettikten sonra önünde tahta parmaklık la çevrili zemini çayır, etrafında tahta iskemle masalar serpilmiş çay bahçesinin kapısından içeriye şakalarla, gülüşlerle, patırtı şamata ile girdik ve yerleştik.

İşte burada yine “nerede bu meret fotoğraf makinesi” demeden geçemiyorum. Bu gün burasını ne kadar anlatırsan anlat, o gülen, o tatlı yüzleri nasıl tasvir edersen et. Yazık belki bir gün gelir burasının fotoğrafını çeker bu insanları tekrar görürüm. Vapur iskelesinden ayrılıp etraf sessizliğini bozduktan sonra karşıdaki tahta parmaklıklarla çevrili zemini yemyeşil çimen serili ve üzerinde tahta masa ve iskemleler serpilmiş güzel hoş mesire bahçesine dalıyoruz. Etrafı kolaçan etikten sonra serpilmiş masaları sıra yapıp üzerlerine örtüler atıldıktan sonra, sabah kahvaltısı için lüzumlu kumanya, borekas, bulemas, karpuz, kavun, beyaz, kaşer peyniri, haşlanmış yumurtalar, siyah sele zeytini, bir yeni rakı, çatallar bıçaklar, bardaklar düzeltildi. Bahçe yerinden çaylar geldikten sonra boğazın nefis havası ve kokuları ile bir temiz sabah kahvaltısı yapıyoruz. Herkes gülüyor, şakalaşıyor, mesut ve bahtiyar. Arada dedikodular eksik değil  
“lo kıtan al rey, lo meten al vezir’’

Onlar kendi curcunalarında iken biz çocuklar etrafı kolaçan etmeden olmaz. Bahçenin tam karşısında koskocaman yeşil bir çayır ve iki kırık dökük futbol kalelerinden anlaşıldığı kadarı ile burada futbol maçları yapılıyor galiba. Çayırın karşısında kavak ağaçlarının altında tek tek sıralanmış on, on iki kadar koca koca kara kazanlar ve altlarında harıl harıl yanan odunlar. Yaklaştıkça havada yayılan kendine has kaynayan mısır kokuları. Meğer Küçüksu mısır demekmiş. Hayret dolu bakış ve adımlarla bu koca koca kazanlara yaklaşıyor ve olan bitenleri seyrediyorum. Yerde soyulmuş mısırların dış yaprakları, sarı sarı uzun büyük mısırlar, daha soyulmamış küme küme yeşil mısırlar, harıl harıl çalışan köylü giyimli sakalları saçları karışık gülümsedikçe sarı siyah seyrekleşmiş dişleri ortaya çıkmış mısırcı ve hanımları kazanlar arasında oynaşan tombul kırmızı yanaklı çocuklar.

Mısırcı mallarını göstermek için kara uzun maşalarını kazanlarının içine daldırıp sarı uzun mısırları çıkarıp “taze mısır yemede yanında yat’’ deyip bizleri daha da heyecanlandırıyorlar. Bu güzel, renkli, çocuk heyecanı dolu manzarayı teyit etmek ne hoş bir şey olsa gerek eve gittiğimizde tekrar bunu hatırlamak konuşmak, ileriki hayata anlatmak. Eğer bir gün buralara gelirsem acaba bütün bunları görüp hatırlayabilecek miyim? Karşıdan annem babam el ele vermiş bize doğru ilerliyorlar. Bu görüntü içimden “onlar bizim kadar mutlu ve sevgi dolu’’ hissini veriyor. Bizler onlara takılıp yeşil ağaç ve fundalık dolu toprak yoldan ilerledikçe etraf mimoza kokuları ile insanı mest ediyor. Karşımızda yeşil küçük su deresi ve boğazın sularına karışan ağzı suyun üstünde kıyıda serpilmiş rengârenk sandallar, suda yüzen yeşil parlak kafalı ördekler.

Bugün Pazar. Babama el verip hamamın karşısındaki Ahmet’in bahçeli kahvehanesine gidiyoruz. Babam pek kahvehaneye giden insan değildir. Arada bir baharda yazda gider, daha çok yandan seyredip sohbet etmek için. Kahvehanenin içi havanın güzel olması sebebi ile boş. Köşedeki üçlü bilardo masasında ellerindeki isteka ve uçlarını mavi somaki tebeşirleyen iki gencin oyuna hazırlandıklarını seyrede ede çay ocağının önünden geçip yerleri henüz yeşermeğe yüz tutmuş etraf tahta masalar serpilmiş kahvehane bahçesine girdiğimizde her bir masadan hoş geldin, Nisim, gel otur, buyurun der. Nihayet yeşil çuha üstünde pişpirik oynayan dörtlüye otururken yan da oturan iki tavla oynayan kişilerden biri nazik bir tebessümle elinde tutuğu beyaz unlu lokumu uzatıp almamı rica eder.

 Bir başka köşede kasketli yaşlı adam fokur fokur nargilesini içerken geçen garsondan gayet nazik bir şekilde “Oğlum bana ve küçüğe limonata getir” der. Bir gözünü kırpar tatlı bir tebessüm eder.  Havada tatlı bir sohbet fısıltısı vardır. Benim gibi babası ile veya büyük babası ile gelen bazı mahalle arkadaşlarımla buluştuk, böylece biz kahvehaneye gitmedik diyemeyiz. Ellerimiz dolu her masadan verilen rengârenk selofan kâğıdına sarılmış karamelalar ile tekrar elverip evin yolunu aldığımızda babamın bana bakıp tebessümü eve kadar devam eder.

29 Ocak 2014 Çarşamba

4-Karne zamanı



Zaman karne alma zamanı, okuldan aldığım beyaz karton üstünde yazılmış notlar iyi, pekiyi, orta, zayıf derecelere göre benim durumum fena sayılmaz. Mektepten çanta sırtında sepet elinde okul yokuşundan aşağı diğer çocuklarla takılıp bağırarak iner beni çok seven cadde üstündeki kömürcü dayıya uğrayıp karnemi gösterip yanağıma sevimli öpücüğünü ve beş kuruş harçlığımı aldıktan sonra doğru kayık iskelesine diğer çocuklarla karşı Balata geçiyoruz   
Kayıkçı kalın kürekleri suya daldırıp çektikçe sandal Halicin kara pis kokan sularında kayar gibi gidiyor. Her çocuk parayı cebinden çıkarıp öndeki siyah tahtanın üstüne koyar, tekrar konuşmaya koyulur. Onu ne deniz geçişi, ne kulaklarını donduran soğuk ne de karnedeki notlar,  o andaki tatlı hayatlarını bozuyor. Bugün iki hafta devam edecek hürriyetimin günü, artık sabah erken kalkıp yağmurda, karda çamurda, soğukta bu yolu tepmeyeceğim. Ne sevinç, ne huzur bu.

Karneler okundu,  söylenenler söylendi. Artık hürüm. İstanbul dört mevsim çeker. Mart denince akla her zaman KAZMA KÜREK YAKTIRIR sözü gelir. Bu gibi aylarda hava ya açıktır güneş bulutlardan aralanır ısıtır veya kar yağmur etrafı karıştırır. Bizim toplanıp oynadığımız yerlerde pek ağaç, çayır yoktur. Ağaçların kara dallarını Sinagogun kara duvarının ardından veya şurada burada görürüz. Zaten bu ağaçlarda meyve olmaz. Ancak baharın sonlarına doğru çitlembikleri bekleriz. Çitlembik ağaçları her yerde bulunan bir matah değildir. Ağaçlar yüksek olup ekserisi duvar çitlerinin arkasındaki bahçelerde bulunur. Ne yapalım gülü seven dikenine katlanır der ve çite tırmanmak için birimiz duvar dibinde durur dayanır, birimiz de omuzuna ayak koyup çite çıkar koparamaya başlarız. Artık çitlembikler elimizde. Çitlembik pahalı mal, elde etmek ise güçtür. Bütününü kullanmak günah... Bir hafta evvel söğüt ağacından hazırladığım oluklu ağaç silindir dal parçasının yanı sıra yeni uzun çivili elime uygun sapı ile iyi çalıştığını kontrol ettikten sonra çitlembiği ön iki diş arasında ikiye bölüp acı tadı ile bütün ağzı buruşturduktan sonra söğütün iki deliğine yerleştirip elimdeki çivili tahtanın götü ile vurup iki tarafı iyice tıkadıktan sonra iş çitlembiği patlatmak. İşte bu oyuncağın zevki bu, fiyatı da bu. Bizim ahtar Robert saç saçağına tahta tekerlekli araba ve trotinetleri satmak   için astı artık. Bunu satın almak için bizde bu para ne gezer. Bunlar babaları paralı veya elinden gelmeyenler içindir. Biz çekirdekten yetişmeyiz. Oradan buradan mahallede bulduğumuz tahta ve paslı çivileri düzelttikten ve dingilleri hazırladıktan sonra araba ve trotinet hazırlıyoruz. Tabii ki tahta tekerlekler ahtar Robert ten. Bunları da geçenlerde niyet satışımızdan kalan para ile aldık. Artık dingillere tekerlekler kondu, dingillerin uçları kuru sabunla yağlandı. Haydi, bakalım yokuş aşağı yallah.

Bu tatilde herkes gibi bende lastik topumla dokuztaş oynayacağım. Oyunu akranlarımdan görüp birkaç sefer oynadıktan sonra çok seviyorum hem heyecanlı hem arkadaşlar bol bu oyunda. Birimiz daireyi çizer diğerimiz başlama top atma çizgisi için beş adım sayar, diğerleri düz kaymak mermer taşları bulur getirir ve böyle karanlık oluncaya dek oynar zevkli vakit geçirirken karanlığı karşıdan gelen, yoğurdunu satmak için cırtlak sesi ile bağıran yoğurtçu bizlere akşamın geldiğini hatırlatır. Herkes dağılırken taşlar yarın için münasip bir yerde saklanır.

 Annem yine hürriyetimi kısıtlıyor, git pazardan bana bunu getir der beni file elde yollar. Unutmamak için habire yarı sesli istenen şeyi yolda tekrarlarım, ta ki köşe başına gelinceye kadar. Artık manav Avramikonun köşesindeyim. Tembih edileni çoktan unuttum, o manavın önünden gelen portakal, muz, soğan, salata kokularına karışan liparidas koku karışımı her şeyimi unutturup beni manav Avramın renkli yün kakuletasına, soğuktan mı? Yaştan mı? Dertten mi? Buruşmuş yüzü, çatlamış elleri ile önündeki pis mavi önlüğüne özel hareketlerle portakal, elmayı parlatıp tavlaya sıralaması cezbederken önümdeki elektrik direğini görmeyip kafamı çarpmam beni kendime getirir. Bizim Avramiko hoş adamdır, çocuklara bağırıp, kızdığını görmemişimdir. Herkes onu sayar. O herkese hürmet verir.

Karşı köşede benim çok sevdiğim onkli Cako, ne tatlı adamdır, daima yüzü güler devamlı ayakkabı tamir edip pençe atar, ne yapsın eskiden iyi bir ısmarlama ayakkabı yapan bir usta idi. Ancak şimdi hayat zor ayakkabı tamir edilir, ısmarlama için para kıt. Adam bütün gün iki büklüm ağzında doldurduğu küçük çivileri çıkarıp çıkarıp habire eğilmiş, tamir eder, ta ki dost, arkadaş, akraba gelir, kapı önü hasır oturaklı tabureye oturur çeneye başlar, oda her şeyi bırakıp sohbete dalar, işi unutur. İş onun değil mi? Bitirir. Tamiri bitmiş ayakkabılar yanındaki komşusu,  arkadaşı boyacı Nuriye gider, bir güzel boya görür. Artık eski ayakkabılar yeni gibidir.
Dükkân önünde çocuklar oynamaları pek müsaade edilmez zira dükkân kapısı rahmet kapısıdır. Mukaddestir. Bizim boyacı Nuri’nin yanı pos bıyıklı Karadenizli Mehmet Ağanın kahvesi, bizim Yahudiler pek girmezler. Onun üstü Dr.Tovinin muayenehanesi daha yeni doktor olmuş. Yeni, yeni hasta görür,  doktorluk zaman ister derler.

Kahvenin yanı sırada bizim ayda bir müşterisi olduğumuz Sabetay berber… Bugün berber günü olduğunu, annemin beni bunun için yolladığını hatırladım, doğru camlı kapısını açıp içeri girip annemin yolladığını söyleyip el işareti ile oturmamı söyledi.

Günlerden Perşembe, müşteriler Cumartesi hazırlıkları arasında tıraş sakala geldiler. Aynanın karşı duvar dibindeki iskemleye oturup ayaklarımı havada sallayarak sıra bekliyorum. Berber Sabetay üstünde Rus yakalı bembeyaz yarı önlüğü, elindeki ince uzun makasını ustalıkla şapırdatıp dururken oturmuş önünde bembeyaz önlüğü serili olan adamın kaytan bıyıklarını düzeltmekle meşgul. Odada has özel berber sabun kokusu ile karışık kolonya kokusu vardır. Köşedeki uzun dar saç sobanın üstünde devamlı su kaynayan büyük yuvarlak ibrikten buhar çıkıp dükkânın havasını nemlendirdiği için dükkân kapısı arada bir hafif aralanır. Arada oturanlar berber Sabetayla veya Sabetay oturanlarla dedikodu edip kesmeğe devam eder.
(KITAN EL REY, METEN AL VEZİR).

Sıram gelmiştir. Tıraş sandalyesinin iki kolu arasına kalın tahtayı yerleştirip boynuma el sihirbazlığı ile beyaz önlüğü serip, dudak arasındaki toplu iğneyi koyduktan sonra bir temiz kafama ALABROZ kondurup başıma kolonyalıktan kolonya attıktan, sarı beyaz kıl fırça ile boynumdaki kesilmiş saçları temizledikten sonra iki koltuğumun altından tutup haydi SAATLER OLSUN der, beni kapıya koyar. Para? Kolaydır annem veya babam geçtiğinde girer öder.   

Eve gitmek için muhakkak aynı sırada köşe başındaki Binyamin şekerciden geçmem lazım. Her zaman geçtiğimde ön vitrindeki tülün arkasında sarı pirinç kapaklı kavanozların içinde rengârenk akide şekerlerini seyir ederken aniden güler yüzlü, beyaz seyrek saçlı, pak yüzlü ihtiyar mösyö Binyamin elinde tutmuş olduğu birkaç renkli akideyi uzatıp, elime yerleştirip, yumuşak eli ile kafamı okşayıp hafif sesle SIHHATLER OLSUN der ve Purim hazırlıkları için dükkânın içinde kaybolur.
 
Bugün hava nispetten baharın başlangıcını müjdeler gibi, nispeten geçen günlere nazaran daha sıcak ve açık, sokakta yün kazakla oynamak mümkün, okul ve sokak arkadaşları ile Sinagogun arkasında küme küme çocuklar toplanmış her biri bir oyunla meşgul. Bir köşede üç beş çocuk dizlerinin üstüne çömelmiş evde dikilmiş renkli kumaştan keselerden küçük elleri ile çıkardıkları kilden renkli bilyeleri açmış oldukları duvar dibindeki küçük çukura sıra ile bir avuç atıp bir birleri ile yüksek sesle bağrışıp duruyorlar, diğer köşede toprak düzleştirildi, üzerine çivi ile üçgen çizildi. Her bir çocuk rengârenk cam cicozları düzeltip sıra ile dört adım öteye çizilmiş çizgiye birincilik için atıyorlar. Karşıdaki madam Elizanın penceresinin altındaki düz kaldırımda tebeşir ile kızlar çizdikleri seksek oyunu için mermer düz taşı kaydırıyorlar. Biraz ilerde biraz daha büyük çocuklar oturmuş çivi ile anahtar ikilisini hazırlamış anahtarın deliğine Robert ahtarından satın aldığı veya evden yürüttüğü kibrit başlarını boşaltmakla meşgul iken aniden sokağın öbür köşesinden bir yüksek ses bu ahenge karışır: YOĞURTÇUUU...

Artık akşam vakti yaklaşmıştır. Seksek oynayan kızlar evlerine girmiştir. Bilye oyunu ister, istemez biter bunun yerini kuka veya sobe almıştır, akranlar dörder üçer olup uzuneşek atlamağa hazırlanırken bütün buna çok yakından patlatılan anahtarın barut sesi iştirak eder, akşam olup biter, etraftan annelerin sesleri duyulur herkes evine köylü köyüne, ta yarına kadar.


27 Ocak 2014 Pazartesi

3- İlkokul başlıyor

Artık mevsim sonbahar yağmurlar, soğuklar, gri bulutlarla kaplı gökler. Parlak kumaştan evde dikilmiş siyah önlükler, beyaz yuvarlak kenarı örülmüş kola vurulmuş sert yakalar, pencerenin önündeki minderin üstüne yerleşmiş kahve renkli yuvarlak kenarlı kutu çantam, omuz kayışları sarkar vaziyette yarın sabahı bekliyor. Bu ilkokula gitme günümün ancak bu kadarını hatırlıyorum. Annem bana refakat etti mi? Bilmem. Çocuk büyüdü kendini idare eder. Allah onu korur. Kardeşim henüz dört yaşında, annemin eteğinden çıkma zamanı gelmiştir çocuk yuvaya yerleştirilir tabiidir ki oda benim gibi Madam Elizaya elinde siyah tahta beyaz tebeşir ile ağlaya sızlaya gider, alışır.

Mevsim kış, kendimi kalın palto boynumda, yün hırka, ayağımda bot ayakkabılar, başımda siyah siperli okul şapkam, ağzımdan burnumdan sıcak nefesimin buharları yanaklarımda nem bıraka bıraka Balat dışındaki iskele yolundayım. Sırtımdaki çantam benim için ağır, elimdeki kaş sepet kısa pantolonumdan çıplak kalmış bacağımı çizdikçe yerde oturmuş yumuşak karın üstünde yürüyor, ya vapur iskelesine veya sandal iskelesine ilerliyorum. Karşısı beyazlaşmış tepelerin üstü, siyah kümelenmiş evlerle Hasköy. Ne güzel zamanlar ne hoş, tatlı anılar korkmuyor, üzülmüyor, düşe kalka, yürüyor, koşuyor oynayarak okula gidiyorum.

İskele büyük, küçük insanlarla dolmuş köprüden çıkıp Fener iskelesine uğradıktan sonra bize yanaşıp doğru Hasköy. Gişe açılmış. Sırada sıkıştım, güçlükle palto cebinden pasoyu çıkardım mukavvadan mavi bileti almaya muvaffak oldum. Ne meret şey her gün aynı hikâye... Vapur iskeleye yüklenir, halatlar atılır, bağlanır iskeleler verilir, kapılar açılır sırtımdaki çantamı elimdeki sepeti kalabalığın arasında kurtara kurtara ya iç salona varır veya dıştaki verandada o aradaki soğuk rüzgârı hissederek Hasköy’e varıyoruz. İskele şekil itibarı ile bütün haliçteki iskelelerden biri. Halatçısı, biletçisi, şekli şemalı kopya, iskele verilir inecekler arasında ben dâhil büyük bir öğrenci kısmı sırtlarında ağır çanta ellerinde alüminyum çift katlı sefertası veya benim gibi kaş sepet.
Bu gün şanslı günlerden bir vapurla gelmiştim. İskelenin sol tarafından tahta yarı yıkık dar iskeleden, ağır geniş sandallardan, bizim gibi yüzleri donmuş çocuklar iskele caddesine doğru yürüyorlar. Cadde siyah gri arnavut taşından eğri büğrü döşenmiş iki tarafı kirli kar kümeleri,  iki taraflı sıralanmış mağazaların saçaklarından sıra sıra saydam sivri, sivri sarkıtlar, sarkıtlar. Okulun yolu bir yokuşla başlar çocuklar çantaları ile arkadan bakıldığında yük çeken küçük hamalları andırıyor. Ancak onlar bunu görmezler bağırarak, çağırarak, gülerek birbirine takılıp kartopu sallayarak yolu tutar okula varıyorlar.

Okulun annemin anlattığı şekli ile asıl adı ALIANS idi. Bu mektepte annem bütün ailesinden yalnız kendisi okumuş, hatırladığım kadarı ile hangi sınıfa kadar okumuştu? Bildiğim bir şey varsa oda Fransızcayı iyi okuyup yazması ile hayat boyu Confıdance , Le mond okuması idi, velhasıl o zaman için okumuş bir insan sayılır idi.

Yağmurlar, karlar, kartopu, kızaklar, çember, tahta tekerlekli el yapımı arabalar. Kuru havada renkli kil bilye, duvar dibinde eğilmiş çukur oynayan çocuklar, bağırmalar, çağırmalar, öte köşede kuka, saklambaç, ebe, seksek, hayat dolu, hoş bir zaman.

Zaman halen kıştır evler soğuk, odunluk, kömürlük yazdan ihtiyaca göre doldurulmuş. Ekseri zaman anneler çocuklarını odunluğa yollar iki kol arası dizdikleri odunları sobaların yanlarına dizip kurutmak için yığarlar. Isınma ya odun, ya kok kömürü ya da linyit, ağır döküm, çini odun soba veya saç yapılı sobalarında yakılarak temin ediliyor.

Sobaların yakılması için, kış, soğuk, beklenir. Birkaç gün soğuğu hissettikten sonra borular yaldız boya ile boyanır, pazardan tenekeci Yakovdan yeni parlak bilezikler satın alınır ve yenilenir, artık kış gelmiştir denilebilir. Kışın sonbaharın son aylarının sonunda başlar, ta ki deli Mart kazma, kürek yaktırıncaya kadar.

Bu sene kış epey soğuk, annem her zamanki alışık olduğu şekli ile sabahın erken saatinde sobaya eğilmiş çıra çubuklarını dizip, tahta parçalarını kule yapıp diktikten sonra yaktığı ateşi kuvvetlendirmek için habire ağzı ile üfler durur. Odanın içini bir duman kokusu sarmıştır, soba ısındıkça yeni yaldız boyası ile boyanmış borulardan boya kokusu karışır hep birlikte öksürükler aksırıklar, pencereler açılır soğuk içeriye girer her kafadan bir ses bir hengâme bir curcuna.  Artık her şey dinmiştir, kışı ele aldık.

Oda sıcak. Babam Vatan gazetesi elinde kalın camlı yuvarlak çerçeveli gözlüğü, altında minderi oturmuş okur, annem renkli çiçekli uzun kalın, düğmeli penuğar elbisesi mutfaktan girip çıkar, kardeşim kurşun askerleri ile harbe hazırlanır, bende buhar tutmuş pencerede iki kere iki dördü yazmakla meşgulüm.

Artık zaman ilerlemiş yarın iş, okul günü babam sobaya eğilmiş, küreği içine sürüp içindeki yanmış odunların korlarını soba yanındaki mangala aktarıp üstlerini külle örter, sabaha ısınmak mümkün olsun. Küçük radyo kapatıldı.  Confidace yerine konmuş, herkes kendi odasına çekilmek için hazırlanır. Babam yatmıştır, annem beraber yattığım kardeşimle beni yün yorganla örttükten sonra üstüne babamın siyah kalın paltosunu atar sıcak dudaklarını soğumakta olan yanaklarımıza hissettirip odasının yolunu tutar. İYİ GECELER.

Sabah soğuk, çok soğuk, annem odanın soğuk havasını ısıtmak için mangaldaki külleri aralar. Babam çoktan işe gitmiştir. Çabuk çabuk giyinmemiz lazım. Evde örülmüş kalın yünlü kazaklar, golf pantolonlar, sobanın yanında kurutulmuş ayakkabılar giyilir, haydi sırtta çantalar elde sepetler sokağa. Yerler hafif buz tutmuş cam gibi adım attıkça kıtır kıtır kırılır. Ses çıkardıkça yanaklar kızarıyor, kâh düşer kâh kalkar yalpalar. Tekrar vapur iskelesinin kara çamurlu yolunda hafif öne eğik gitmekte olan insanlara karışır devam eder bu iki çocuk.

Yine böyle yağmur bardaktan boşalan bir akşamüstü, annem tutturmuş ile de gideceğiz der durur. Bu çocuk Yahudi değil mi?  Dinden uzak mı kalacak? Der.  Elimden aldığı gibi o soğukta, yağmurda üşenmeden Balat dışındaki sinagogun çamurlu yolunu tutturur. Sıkı ise diren,  yok de, senin ne hakkın var bunda, karar onun, o kadar.

Yol yarı aydınlanmış yaya kaldırımı olmayan düzensiz paket taşından kasap LEON solda kapalı, sağda leblebici Mehmet, şişeci hurdacı Ahmet’in dükkânları önünden geçtikten sonra yarı açık aralanmış yeşil renkte boyanmış Sinagogun kapısından içeri girdikten sonra kendimizi yağan yağmurdan ıslanmış beyaz mermer taşlardan yapılmış avluyu geçtikten sonra önümüzdeki tahta yapılı odaya girdiğimizde üstümüz sucuğa dönmüştü. Paltolar çıkarıldıktan sonra siyah kahve renkli eski büronun arkasında kolları tahta sandalyede oturan adamla annem arasında kısa bir sesli konuşmadan sonra masa üstündeki kırmızı kaplı sonradan öğrendiğim tefilla kitabını bana uzatıp ilk sahifelerden birinden okumamı istedi. Her ne kadar İsrael’den gelmişsem sadece zoraki bir buçuk sene okulla bu çocuk İbranice okuması ne olur? Nihayet karar kılınmıştır. Bizim Yasef hayırlısı ile Mahazike Toraya yazıldı, gidecek. Her yaşıtı gibi Yahudiliği öğrenecek. Okul dersleri, okuldan gidiş geliş yetmiyormuş gibi hatada üç gün akşam üstleri yazda kışta sıcakta, soğukta tozda, yağmurda, karda Bu cefayı 4 sene takip etti. Karar karardı annem direndi muvaffak oldu. Seneler ardında bu gün her Sinagoga gidişim, her bayramda seyranda evde söylenen Ağada, Hanuka dualarını okuduğumda daima annemi görür ona bütün bunlar için teşekkür etmeyi unuttuğumu hatırlarım.

Hasköy Okulu Yahudi Okulu olduğundan Cuma günü öğlene kadar tedrisat görürdü. Okul dönüşü tatil Pazartesi gününe kadardı, Ancak bu zaman oyun oynamak için annem tarafından kısaltılırdı, şöyle ki okuldan gelir gelmez bakkala git şunu getir, fırına git bıskoços tepsisini götür, anneannene git bunu al getir velhasıl bilye çukurunu, kukayı, mantar tabancasını unut bunlarla zamanını doldur.

Artık zaman geçtir. Cumartesi hazırlığı devamı için yıkanma faslı, soba odayı tam ısıtmıştır, geniş saç payla sobanın önüne konmuş ısıtılmış, su dolu kova paylanın yanında ben diz çökmüş, kurbanlık kuzu gibi gelecek su maşrapasını bekliyorum. Su bazen o kadar sıcak olur ki kafa tepesini deler. Sıkı ise bağır, çağır. Kadın artık yorgundur, bunlara vakti kalmamıştır. Bir an evvel bu faslı bitirmek için gayret sarf eder durur. Kafa tepemde sert Hacı Şakir özel kokulu sabun kalıbını hissederken göz kapakları bir anlık refleksle kapanır ve yıkama cefası bitinceye kadar bir daha açılmaz. Sıkı ise aç. Gözüne sabun kaçarsa uzun müddet yanar ağlar sızlarsın ve habire yüzüne su maşrapasını hissedersin. Artık iki yumurcak yıkanmış pijamalarını giymiş kendileri oyuncakları ile meşgul iken annemde yıkanıp tarandıktan sunar beyaz ince tokasını ensesine bağlar, sonra babamın gelmesini beklemek için köşede mindere oturmuş radyodaki şarkı ile mırıldanır elindeki kitabı okur durur.

Dışarısı karanlıktır. Tahta merdivenlerden çıkma sesleri babamın geldiğini müjdeler. Merdivenin sonu ince kontrplaktan yapılmış kapının açılması ile babam kalın siyah kumaştan yapılmış uzun paltosu ile doğrudan sobanın karşısında durur, ısınır ve çıkarır. Babam bütün bu zor hayatına rağmen yüzü artık üzgün,  asık, düşünceli değildir. Artık yarına kalkmak için sebep vardır. Yarın iş günü. Annem çiçekli uzun kalın kumaştan önden düğmeli pinuğar elbisesi ile Cuma akşamı (noçe şabat) sofrasını düzeltmek için etrafta dolanıp durur. Ve nihayet ŞABAT ŞALOM…

Cumartesi sabah, her taraf soğuk, sabahın babam çoktan işe gitti. Annem alışıla gelmiş her Cumartesi sabahının erken saatinde usulca sıcak yatağımdan uyandırır. Yüzümü sopsoğuk su ile yıkadıktan sonra çabuk çabuk Şabat elbiselerimi giydirip elime tallegayı sıkıştırıp yallah sokağa sinagog yoluna. Bu saatlerde yol tenhadır. Pek adam geçmez, olanlarda benim gibi koltuk altına tallegayı sıkıştırmış yarı bükük hafif kambur yapmış Sinagogun yolunda olan insanlar. Dükkânlar henüz kepenk açmamıştır.

Sinagogun yeşil ağır demir kapısının bir tarafı açıktır. Küçük camlı giriş kapısından geçip Sinagogun içindeyim. Elimdeki tallegayı açıp beyaz ipekten yapılmış talleti usulca Mahazike Torada öğrendiğim duayı sessizce söyledikten sonra boynuma dolayıp omuzlardan aşağı ön tarafa usulca yerleştirdikten sonra yan taraflardaki tahta sıralardan birinde oturdum. Sinagogun havası henüz soğuk, soba yanmaz bugün, hazan duasını çabuk bir tempo ile Şabat duasına zamanında başlayabilmek için acelededir. Şabat sabahı Sinagogun bütün kristal lambaları kapıcı Mehmet tarafından açılmıştır. Zaman geçtikçe Sinagogun dolması ile ve lambaların ışıklarının ısısı ile artık Sinagogun içi ısınmıştır. Böyle günlerde havada özel bir palto kostüm kokusu vardır. Kalın ağır paltolar kapı yanındaki portmantoya asılmıştır.  Ekseri erkekler koyu renk kostüm elbise ve kravatlar, talletleri beyaz ipekten alt tarafı da mavi lacivert çizgili iki omuz arasında gerilmiş veya benim gibi boyundan aşağıdır. Ekseri erkekler republik koyu renkli şapkalar giymiştir. Kasketliler pek azdır.

Sinagogun ön sıralarında ekseri kalın enseli önemli zengin, iyi geçinen, idare heyet üyeleri otururlar. Bu yerler ekseri onlarındır kimse oturmaz. Bu bir ananedir böyle gelmiş böyle gider. Kim bilir belki bir gün ben de büyür bu sırada otururum. Biz çocuklar ya beyaz, ya siyah takkalar, ya da siyah siperli düz yuvarlak veya sarı fitilli sarı pirinç ay yıldız kokartlı okul şapkalarıyla paltolu veya ceketli sesiz sedasız oturup kırmızı kaplı tefilla kitaplarına bakar, bazen okuyabilir bazen sırayı kaçırdığımızda tavana bakarız.

Dua sırasında ekseri sessizlik vardır. Hazan Asayas sesini ve maharetli dalgalı sesini dinletmeye gayret içindedir. Arada azarada oturan geveze kadınlar kendilerinden geçip sesleri aşağıya kadar gelmeye başladığı anda ön sıralarda oturan kalın enselerden fıs, tıs veya hafif tahtaya vurularak uyarılır ve sesler kesilir ta öbür sefere kadar. Hazan hafif bir öksürükten sonra duaya devam eder ve böylece birinci kısım biter. Sammas Palti hafif hafif sekliyerek topallayan ayağı ile tevanın önünde yüzünü halka verip İspanyolca SYEN DAN POR PETIHAT ŞEARİM der ve bütün ondan sonra gelenleri bu şekilde artırma ile satar. Satın alanların ekserisi ön sıradaki zengin efendiler. Birbirleri ile yarış eder ve eninde sonunda onlarda kalır. Her satılıştan sonra Palti hazanın kulağına isim fısıldar ve hazan o ismi takdis eder. Sinagogun halkı ekserisi basit, orta halli,  zayıf tabakadır. Bunlara pek yaklaşmazlar onlara özel hürmetleri vardır.

Tefillanın sonu her hafta aynı zamanda söylenen EN KOMA MUSTRO REY-EN KOMO MUESTRO SİNYOR duası ile sona ermiştir. Herkes talletlerini tallegaların içine koyup koltuklarının altına alır, küçükler el öpüp takdis olurlar. Büyükler tokalaşıp takdisleşirler haydi bakalım ŞABAT ŞALOM. Çoğu Balat içinde yaşarlar. Bazen gruplar o tek çamurlu, taşlı yoldan ev yolunu alırlar dağılırlar.
Eve vardığımda büyük annem varsa ilkin uzattığı yumuşak elini öper –İJO DEBUENA VENTURA KETE VEYA – der. Ardından annemi ve sonra sıcak dudaklarını yanağımda hisseder yanan sobanın karşısına kahvaltı hazır oluncaya kadar ısınmaya bakarım.