31 Ocak 2014 Cuma

5-Kış bitiyor





Artık kış bahara kendini bırakmağa başladı. Bayramlar, seyranlar geride kaldı. İnsanlar tabiatla birlikte daha canlı renklere sarılıp üstlerindeki ağır koyu paltoları atınca bükülmüş vücutlarının dikleşmeğe başladığı görülür. Caddeler sokaklar daha temiz, çamursuz. Bu havalara gömlek, kazak yetiyor. Babalar işe kostüm gömlek kravatla gidip geliyorlar.

Çarşıdaki tuhafiyecinin mağaza vitrinleri yeni, renkli, çiçekli ince mallarla dolu. Manavlar daha yeşillerle donanır, kasap vitrinlerinde kuzular kanca ile bacaklarından asılır, ciğercilerde kuzu başları ve takımlar. Ne demişler HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR.

Asmalar filiz açmış yeşerir, çingeneler köşede tezgâh açmış mor menekşe, salkım, kırmızı kokulu karanfil satar. Manifaturacılar sokağında vitrinler renkli çiçekli kumaşlar asılı, bahara yaza hazırlık.

Bu Balat’ın ikindi zamanları hem sesiz hem de birazdan renklenecek saatlere hazırlıktır.  Annemin nasıl olduysa biraz kafasını dinlendirmek için minderde uyukladığı bu gün kendimi sokağa atıp arkadaşlarımı ararken kendimi Voyvoda caddesinin karakol köşesinin karşı köşesinde durmuş etrafa bakmakla buldum. Bu saatlerde yazın bırakmış olduğu sıcaklık sanki yerdeki paket taşları arasından kurtulmak istercesine, etraf esnafın serptiği sularla hafif bir serinlik veriyor.

Karşı köşedeki polis karakolu pencere açığından sohbete dalmış şapkasız birkaç polis oturmuş çay bardakları ellerinde sohbete dalmış. Bu saatlerde pek vukuat, hareket, patırdı olmaz galiba. Karakolun karşısında Ahrida Sinagogu yönünde kömürcü Mehmet’in yanında küçük kahve çay ocağı önünde hasır tabureye oturmuş boynunda beyaz mendil elinde kalın marpuç ve tesbihi sohbete dalmış iki palabıyıklı cadde bu saate halen sesiz ve tenha.

Karşımdaki köşede Paskalya bayramında kırmızı yumurta tokuşturulan manav belinde mavisi atmış ve meyvaları temizleyip parlattığı pis bel önlüğü ile dolu dolu topatanlar, karpuzlar, elmalar, armutları seyreder ve önündeki yapıncak ve çavuş üzüm kümelerine gelip vızıldayan arıları yellerken diğer köşede çırağı elindeki konserve kutusu ile büyük kovadan aldığı suyu salata, yeşil soğan, kırmızı siyah trup, yeşil taze sarımsak, salatalık kümelerine serpiyor. Dükkân önündeki kısmı ha bire ıslatmayı unutmuyor. Ne de olsa müşteri seni hissetsin gelsin alsın. Dükkân rafı üstündeki mavi yeşil gözlü Siemens kahve renkli radyodan hafif bir fasıl ve etraf sesiz onu dinliyor. Neden dinlemesin bu yerin bu zamanı hep aynı renk, hep aynı kokular, aynı insanlar.

Gözüm tekrar karakolun köşesine takılıp onun altındaki balıkçı Eşref’e takıldı. Kırmızı –maviye boyanmış tablaların üstüne dizdiği çingene palamutlarını gazete kâğıdı ile örtüp habire elindeki konserve kutusu ile ıslatıp duruyor. Köşedeki lakerda camekânı şimdilik boş, birazdan her günkü gibi kırmızı soğan, yeşil salata yaprakları ile süsleyip içini teneke kutusundan palamut ve torik lakerda takozlarını çıkarıp titizlikle camekân içine dizecek ve keskin ince bıçakları tezgâha koyacak.

Durduğum köşenin Tahta minareye giden yöndeki helva ve yufka dükkânında pek hareket yok. Zaten yazın pek bu gibi yiyeceklere rağbet olmaz galiba. Tam caddenin ortasından iki kasketli üniformalı kişi birisinin elinde bir tabela diğerinde uzun sarı pirinçten yapılmış olsa gerek ucunda bir huni biçiminde bir şey habire her on on beş adımda bir çubuğu parke taşlarının arasına dayayıp öte uçta olan huniye kulak dayayıp bir şeyler duyuyormuşçasına yanındaki memura deyip yazdırıyor.
Yahu bu adamlar yeraltı dünyasını dinleyip üstündekilere haber mi veriyor? Nedir???
Bunu görüp bir acayip olduktan sonra oradan koşarak ve büyük bir heyecanla öteki köşedeki onkli Cak’ın dükkânına soluk soluğa girip şaşkın açılmış gözlerle anlatmağa başladığımda o da güzel ve tatlı gülüşü ile yer altı dünyasını anlattı.
   
Yaz mevsimi biz Balatlılar için biraz zahmetli bir mevsimdir.Yazın sıcağı, kışın fazla ev içinde kalan insanları fazla sıkması olsa gerek yazın parlaklığı onları evden çıkarıp açık yerlere sürükler. Böyle olunca zahmet ve güçlükleri görüp aldırmadan gezintiler tertiplenir. Böyle bir düşünce ile olsa gerek bizimkiler (la famiya) komşu ve diğer dost ve akrabalarla ayarlanıp yarın boğazın karşı yakasında bulunan Küçüksu’ya gitmek için karar kılındı. Dediğim gibi böyle bir karar bir akşam içinde verilmez. Her gezinti kararı gibi bir hafta evvelinden hazırlıklar başlar ve biz çocuklar bunun farkındayız, zira fazla şeyler istenmez evlerde hazırlıklar var. Cumartesi akşamı yarınki gezi hazırlıkları görüşülüp kahveler içildikten ve annem yarın giyilecek elbiseleri minderin üstüne koyduktan sonra mutfaktaki alınacak kumanya sepet ve filelere yerleştirdikten sonra evde sessizlik ve yarınki heyecan için yatağa.

Sabah kargalar sıçmadan annem alelacele yataklardan bizleri attıktan ve eve çeki düzen verdikten sonra, kısa kolu beyaz gömlek kısa bretelli pantolon ve sandaletler giyildikten sonra bana ve kardeşime şekere batırılmış tereyağı kaşığı bir bardak sıcak süt içirilip yutulduktan sonra haydi bakalım dün akşamdan hazırlanan pılı pırtı kapı önüne konulup ev kapısı demir anahtarla kapatılır ve yola çıkıyoruz. Yönümüz Balat vapur iskelesi. Pazar günü her zaman bu saatlerde tenhadır ancak bütün bu vükelanın takırdısı etrafı şenlendirip gürültüye boğuyor. Selamlar ve sabahlar etraf dükkâncılara verile verile nihayet vapur iskelesine vardık. İskele bu saatlerde sesiz ve yalnız biletçisi, çımacısı bizimkilerle sohbete dalarken karşıdan Hasköy iskelesinden kalkan siyah beyaz bacası sarı beyaz küçük Haliç vapuru göründüğünde biletçi yerine gidip bizimkilere biletleri vermeğe başladı. Etrafta yine bir hafif patırtı şamata. Vapur yanaşıp halat atıktan sonra tahta iskeleler verildikten sonra bekleme salonun kapıları açıldıktan sonra hep birlikte vapura giriyoruz. Vapurun kalkış düdüğü ve yola çıkıyoruz. Haliç ekseriyetle dalgasız ve patırtısız bir denizdir tek bir özeliği vardır, rengi gri ve bok kokar. Fener, Kasımpaşa, Unkapanı köprüsü altından geçtikten sonra, Cibali,  Yağ İskelesi ve nihayet büyük kirli yeşile boyanmış Eminönü Galata köprüsüne yanaşıp halat atılıp iskele alındıktan sonra hep birlikte sallanan köprüye çıktık.

Eminönü Galata köprüsü tarihi uzun zamanlara dayalı olsa gerek zira rengi soluk ve eskiyi gösteriyor. Haliç tarafından adalar ve boğaz iskele tarafına geçerken bir tabiat harikası ile karşılaşıyorum. O gri pis görünen Haliç suyu zümrüt yeşilline boyanmış bir denize dönüştü. Ne harika bir olay diye düşünürken kendimizi iskelenin insan kalabalığı ile dolup taşan tarafında bulduk. Biz çocuklar annelerimizin ellerinden tutup etraftaki kalabalığı ve satıcı esnaflarını seyredip dinler iken babam ve diğer erkekler gişe önündeki uzun kuyrukların birine takılıp sohbete daldılar. Aradaki görüntü gayet eğlenceli, simitçi tablasından gelen taze simit koku ve sesleri, nanecinin tatlı kasideleri, çukulata, çiklet satan satıcının rengârenk düzgün güzel tablası, Uzun Ömer piyango gişesi,  köprü dubasına yapışıp sallanan içinde orta kısmında siyah yağda una batırılıp kızarmakta olan balık parçaları ve uçtaki satıcının cırtlak sesinden duyulan balık ekmek nakaratı ve havada hissedilen kızartma ve soğan kokusu…

Nihayet babam ve diğerleri ellerinde kırmızı renkteki mukavvadan yapılmış biletler ellerinde bizlere yaklaşıyorlar. Aniden kalabalıkta bir kımıldanma bir telaş, itilmeler kakılmalarla beraber vapura doğru sürükleniyoruz. Biraz sıkışık, biraz değil. Herkes gibi tahta iskeleden geçip kendimizi vapurun içinde bulduk.

Saray Burnundan esen tatlı deniz havası sıkıntılı yaz sıcağını dağıtıp hoş bir oh dedirtiyor. Nihayet hareket düdüğünü çaldıktan sonra vapur iskeleden hareket etmeğe başladı. Oturduğumuz baş güvertesindeki kapıdan çaycının çay bardakları ile dolu tablası ve “çaylar geldi beyler’’ sesi duyuldu.
Nihayet bir haftadır bahsedilen Küçüksu mesire yerine yol alıyoruz. Kadınlar kendi aralarında bilinen dedikodu konuşmaları, erkekler kendi aralarında sohbet muhabbet, biz çocuklar gelen her an değişen seyyar satıcıların peşinde onları dinliyor, seyrediyoruz. Kimisi tarakçı, kimisi aynacı, kimisi eşarp satar kimisi hokkabaz, lotarya ile sigara satar.

Bu arada boğazın iki yakasından geçerken kıyılardaki ev köşk ve yeşillikler içinde kaybolup bir kısım görünmekte olan kasır ve küçük saraylar ve insanları seyrede ede Kuleli, Paşabahçe, Çengelköy derken nihayet karşıdan Avrupa yakasında Rumelihisarı, Anadolu yakasında Anadolu Hisarları göründüğünde vapurun yönü Anadolu Hisarına yönlenip bir hızlı düdük sesi duyuldu. Bu düdük herkese seyredin bu güzel yalıları bu güzel kıyıları evleri seyretmek bedava zevk alın buralarda ne insanlar yaşadı yaşıyor bilin dercesine beyaz gayet güzel oyma ve üslubu ile görünen KÜÇÜK SU KASRI’NI geçtikten sonra iskeleye halat attı. Herkeste bir acele bir telaş haydi bakalım dışarı.
İskelenin dışına çıkıp kümelendikten ve etrafı kolaçan ettikten sonra önünde tahta parmaklık la çevrili zemini çayır, etrafında tahta iskemle masalar serpilmiş çay bahçesinin kapısından içeriye şakalarla, gülüşlerle, patırtı şamata ile girdik ve yerleştik.

İşte burada yine “nerede bu meret fotoğraf makinesi” demeden geçemiyorum. Bu gün burasını ne kadar anlatırsan anlat, o gülen, o tatlı yüzleri nasıl tasvir edersen et. Yazık belki bir gün gelir burasının fotoğrafını çeker bu insanları tekrar görürüm. Vapur iskelesinden ayrılıp etraf sessizliğini bozduktan sonra karşıdaki tahta parmaklıklarla çevrili zemini yemyeşil çimen serili ve üzerinde tahta masa ve iskemleler serpilmiş güzel hoş mesire bahçesine dalıyoruz. Etrafı kolaçan etikten sonra serpilmiş masaları sıra yapıp üzerlerine örtüler atıldıktan sonra, sabah kahvaltısı için lüzumlu kumanya, borekas, bulemas, karpuz, kavun, beyaz, kaşer peyniri, haşlanmış yumurtalar, siyah sele zeytini, bir yeni rakı, çatallar bıçaklar, bardaklar düzeltildi. Bahçe yerinden çaylar geldikten sonra boğazın nefis havası ve kokuları ile bir temiz sabah kahvaltısı yapıyoruz. Herkes gülüyor, şakalaşıyor, mesut ve bahtiyar. Arada dedikodular eksik değil  
“lo kıtan al rey, lo meten al vezir’’

Onlar kendi curcunalarında iken biz çocuklar etrafı kolaçan etmeden olmaz. Bahçenin tam karşısında koskocaman yeşil bir çayır ve iki kırık dökük futbol kalelerinden anlaşıldığı kadarı ile burada futbol maçları yapılıyor galiba. Çayırın karşısında kavak ağaçlarının altında tek tek sıralanmış on, on iki kadar koca koca kara kazanlar ve altlarında harıl harıl yanan odunlar. Yaklaştıkça havada yayılan kendine has kaynayan mısır kokuları. Meğer Küçüksu mısır demekmiş. Hayret dolu bakış ve adımlarla bu koca koca kazanlara yaklaşıyor ve olan bitenleri seyrediyorum. Yerde soyulmuş mısırların dış yaprakları, sarı sarı uzun büyük mısırlar, daha soyulmamış küme küme yeşil mısırlar, harıl harıl çalışan köylü giyimli sakalları saçları karışık gülümsedikçe sarı siyah seyrekleşmiş dişleri ortaya çıkmış mısırcı ve hanımları kazanlar arasında oynaşan tombul kırmızı yanaklı çocuklar.

Mısırcı mallarını göstermek için kara uzun maşalarını kazanlarının içine daldırıp sarı uzun mısırları çıkarıp “taze mısır yemede yanında yat’’ deyip bizleri daha da heyecanlandırıyorlar. Bu güzel, renkli, çocuk heyecanı dolu manzarayı teyit etmek ne hoş bir şey olsa gerek eve gittiğimizde tekrar bunu hatırlamak konuşmak, ileriki hayata anlatmak. Eğer bir gün buralara gelirsem acaba bütün bunları görüp hatırlayabilecek miyim? Karşıdan annem babam el ele vermiş bize doğru ilerliyorlar. Bu görüntü içimden “onlar bizim kadar mutlu ve sevgi dolu’’ hissini veriyor. Bizler onlara takılıp yeşil ağaç ve fundalık dolu toprak yoldan ilerledikçe etraf mimoza kokuları ile insanı mest ediyor. Karşımızda yeşil küçük su deresi ve boğazın sularına karışan ağzı suyun üstünde kıyıda serpilmiş rengârenk sandallar, suda yüzen yeşil parlak kafalı ördekler.

Bugün Pazar. Babama el verip hamamın karşısındaki Ahmet’in bahçeli kahvehanesine gidiyoruz. Babam pek kahvehaneye giden insan değildir. Arada bir baharda yazda gider, daha çok yandan seyredip sohbet etmek için. Kahvehanenin içi havanın güzel olması sebebi ile boş. Köşedeki üçlü bilardo masasında ellerindeki isteka ve uçlarını mavi somaki tebeşirleyen iki gencin oyuna hazırlandıklarını seyrede ede çay ocağının önünden geçip yerleri henüz yeşermeğe yüz tutmuş etraf tahta masalar serpilmiş kahvehane bahçesine girdiğimizde her bir masadan hoş geldin, Nisim, gel otur, buyurun der. Nihayet yeşil çuha üstünde pişpirik oynayan dörtlüye otururken yan da oturan iki tavla oynayan kişilerden biri nazik bir tebessümle elinde tutuğu beyaz unlu lokumu uzatıp almamı rica eder.

 Bir başka köşede kasketli yaşlı adam fokur fokur nargilesini içerken geçen garsondan gayet nazik bir şekilde “Oğlum bana ve küçüğe limonata getir” der. Bir gözünü kırpar tatlı bir tebessüm eder.  Havada tatlı bir sohbet fısıltısı vardır. Benim gibi babası ile veya büyük babası ile gelen bazı mahalle arkadaşlarımla buluştuk, böylece biz kahvehaneye gitmedik diyemeyiz. Ellerimiz dolu her masadan verilen rengârenk selofan kâğıdına sarılmış karamelalar ile tekrar elverip evin yolunu aldığımızda babamın bana bakıp tebessümü eve kadar devam eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder