2 Şubat 2014 Pazar

6-Sağlık sorunları

Bizim Balatta doktorlara pek para verilmez. Dedikleri gibi AL DOKTOR KENO SEDE. Fakat hayatta gerçeklerden kaçınılmaz, hastalıklar insanlar içindir. Ne zaman nasıl, nereden geleceği belli olmaz. Bir bakarsın trup gibi iken aniden başın ağrır, halsizlikle gözün kararır, küt diye yere düşersin. Soğukta, sıcakta kaldın, aniden titreme, ateş, aksırma, öksürme haydi öp babanın elini. Zamanımı şimdi işimiz var gücümüz var. Mahallede oynuyorsun birden karşına karanlıktan gelen köpek ödünü bokuna getirir. Eve girdiğinde yüzün sarı neyin var sorulur cevap gelmeden şuraya otur tatlı bir şey ye veya iç denir, geçilir. Bütün bunlara ne vakit nede doktora verilecek para. Boşuna dememişler doktor dediğin meslek kırkından sonra ekmek yer.

Bütün bunlar için yaşı almış büyük anneler ve ihtiyar nesil doktorlara rakiptir. Bu nesil ne fazla doktor ne de hastahane görmüştür. Şöyle ki ellerindeki basit imkânlar içinde hastayı ya kurtarırlar ya da süründürürler. Bütün bunları küçük yaşıma rağmen büyük bir hayranlık ve merakla takip edip belki bende büyüdüğümde hatırlar ben de böyle durumlarda yardım edebilirim der ve daha çok anneannemin eteğine yapışırım.

Yine bir gün dayılarımdan genci akşam hovardalığa gitti, sabahına işe gidecek derken yatağın içinde kıvrılmış titriyor, ateşler içinde yatarken büyük annem ilkin bir meşeberah attıktan sonra:
Evde limon varsa sıkılır, içine bol tuz atılır ve karın üstüne yatan dayımın sırtına, bacaklarına bir güzel friksiyon yapılır. Eğer çiziğin veya yara beren var ise yandım Allah dersen birde fırça yersin. Eğer bu işkence fayda etmeyip akşamı bulduysak daha yararlı bir şey düşünülür, adam işe gidecek, ayağa kalkması şart. Yine büyük annemin işi…

 Eski bir bezden bir parça kopardıktan sonra gaz tenekesine sokulup ıslatır ve haydi kaldır fanilayı der ve dayımın sırtına ve göğsünün tümüne gazlı bez sürülür. Evde eski bir gazete Hürriyet, Vatan, Sabah sahifeleri önlü arkalı konup haydi fanila, pijama, yorgan, bir yorgan daha haydi geçmiş olsun denir. Ihlamur kaynatılır verilir, o gün iş yandı. Yarına bir şeyin kalmaz.
ALLAH SENİ İŞİNDEN EKSİK ETMESİN. 

Bizim mahalle ve sokakta pek böyle köpek falan gezinmez, ancak bol kedi çeşidi vardır zira kedinin mahalleye, eve faydası farelerin cirit atmalarına yol vermemeleri. Köpek niye olsun, çalınacak ne kuzu nede inek nede pek çalınacak mal mülk vardır. Hele bütün dinlerde bu hayvan murdardır denir.
Bazen bostanlardan kaçan bir iki köpek mahalleye iner ve etrafı karıştırır. Yine bir akşamüstü çitlembik patlatmak için çubuk ve çivili tahtayı hazırladıktan sonra çitlembik koparmak için büyük annemin evinin arkasındaki ağaca gelip işimize başladığımız bir anda bilmediğimiz bir köşeden bir koca köpek ortaya çıktı. Bizler böyle bir hayvanla nasıl hareket edeceğimizi bilmediğimiz için ödümüz bokumuza karıştı, karşımızdakini aslan mı kaplan mı zannettik bilmiyorum. Fakat hakikat bu ki korktum, çok korktum. Hayvan bir iki havlamadan sonra kıçını çevirip ortadan kaybolurken, korku da bize kaldı. Eve gelip akşam yemeğini bile görmek değil kokusunu bile koklamak istemedim. Bir halsizlik, bulantı... Annem yanağını alnıma yapıştırır, ateşime bakar, haydi yat yarına bir şeyin kalmaz der, pijama haydi yatağa yorganın altına… Sabah kalkmak için ne arzu nede kuvvet var… Annemin yüksek sesini duymaya kalmadan, ne o neyin var senin gözlerin sarı,  bir şeyden mi korktun diye sorduğunda ben de dünkü korkuyu bir daha anlatarak güçlükle dile getirirken annem yüzüme kızar olduğunu hissettim, ama ne yapsın önünde sadece çok sevdiği Yasef vardı. Neyse sadece sarılık kesilir gider der ve mahalleden sarılık kesen şalvarlı, bol çiçekli bluzlu başında tokası olan bir kadın getirir. Kadın eline aldığı Job jileti ile beni önüne alır. Bir eli ile kafamı tutuğu gibi diğer elindeki jiletle bir şeyler mırıldandıktan sonra alnımın iki kaş arasına şak şak iki üç kere kesip kan aktırdıktan sonra sağlık olsun der kalkar gider. Köpekten korkmuş isem, bundan öldüm diyebilirim. Ancak sabahına ne sarılık ne de hastalık kalmıştı.   

Yine bir kışın ortasında bir akşamüstü idi.  Babam çalıştığı yemişten hiç alışık olmadığımız bir saate çıkageldi, hepimiz şaşırdık ne oluyor diye. Babamın nesi var demeden şiddetli bir öksürük ve halsizlikten anneme şikâyet ettiğini duydum. Annem hemen bir güzel limon tuz friksiyonunu bütün vücuduna yapıp bir iki yorgan üstüne atmadan evvel gripini yutturduktan sonra, beni giydirip kuşatarak büyük anneme yollar. Gelmesini söylememi tembih eder.
Büyük annem ne o bu saate dedi. Ben de babamın kısaca durumunu anlattım. Fazla sorgu sual etmeden tahta dolaptan bir beyaz beze sarılı bir küçük bohçayı çıkarıp aldıktan ve üstüne paltosunu ve başına başörtüsünü atıktan sonra elimden tutup evin yolunu tutuk.

Bu büyük annem ne cin bir kadın leb demeden leblebiyi anlayan bir kadın dediğim bir iki lafla babamın durumunu anlayıp büyük bir doktor tavrı ile eve girdiğimizde anneme bir yağ lamparası hazırlayıp yanına getirmesini söylerken babamın yatağının yanı başına oturup “Nisim karnın üstüne yat sana ventozas atacam. “Yarına bir şeyin kalmaz işe gidersin” der ve şeffaf camdan çana benzer ventozasları bohçayı açarak çıkartır. Bizim Balat’ın bu kadar enteresan tiyatro sahnelerine sahip olduğunu bu gibi günlerde idrak ediyorum. Bu gibi sahneler hayat boyu zihnimde kaybolmayacağına inanırken büyük annem babamın sırtını iyice sıvazladıktan sonra gayet büyük bir ciddiyetle eline aldığı küçük pamuk parçasını yağ lamparasında yakar cam çanın içine atıp babamın sırtına döndürüp yapıştırır. Fal taşı gibi açılmış gözlerimle bütün bu olayı izler iken babamın gık dememesi beni daha da şaşırtır. Kadın virtüöz piyanist gibi babamın bütün sırtını içine yanan pamukla cam vantuzları doldurup üstüne yorgan atıp annemle komşunun kocası hakkında dedikoduya sohbete daldı. PEKİ ya babam ne olacak demeye kalmadı. Büyük annem anneme dolaptaki Tentürdiyodu getirmesini der ve Babamın sırtındaki yorganı açar ve vantuzların içinde peydahlanan kırmızı küreleri gördüğümde içim bir hoş olmasına kalmadan bir elini vantuzda diğer elinin başparmağını vantuzun deriye yapıştığı kenara bastığında BLOP vantuz kendini bırakır, küre kaybolur, bu sihir de biter. Bütün vantuzlar çıkarılıp sırt bir daha sıvazlandıktan sonra eline aldığı pamuk parçasını tentürdiyotla ıslattı. Sonra babamın sırtını çok usta bir ressamın portre çizimi yaparcasına bir aşağı bir yukarı bir sağdan bir sola kafes yapıp bitirirken, haydi birde içine kuş koysun da ötsün diyesim geldiği anda yorgan atılıp piyesin sonu gelir.

Büyük annemin ellerine sağlık, gününe kalmadan sabah okula kalktığımda babam çoktan işe gitmişti.
Bizim birinci kattaki komşu madam Merkada son zamanlarda çok kahve içmeye başladı. Annemi karşısına alıp devamlı fısıltılı bir sesle devamlı bir şeyler anlatır ağlar. Bende hiç meraklı turşucu olmadığımdan meselenin Madam Merkadanın çoktandır pek keyifli olmayıp devamlı üzüntülü bir halde olup güçlükle işe gittiğini anlamıştım. Annem bu mevzuyu babama büyük annemin vantuzları attığı günde arada anlattığını hatırladım. Büyük annem, ne duruyorsunuz bir temiz klavoz de komer yakalım bir de arkasından da bir kurşun attırırsanız bireyi kalmaz, bu büyük bir sıkıntıdandır.

Ertesi günün sabahı büyük annem annemle birlikte bende kafileye katılıp Madam Merkadanın kapısına geldik. Madam Merkada mavi renkli pınuğarı ile bizi içeri buyur ederken Mösyö Marko, minderde oturmuş bize bir hafif hoş geldiniz der tekrar köşesine çekilip oturur. Beni ve komşu çocuğu arkadaşımla beraber odaya gitmemizi tembihledikten sonra kadınlar işe koyulurlarken ben ve arkadaşım kapıyı aralayıp başımızı araya dayayıp pür dikkat olup bitenleri heyecan dolu gözlerle takibe başladık. Büyük annem kömür dolu mangalın üstüne kalaylanmış siniyi demir ızgarayı üstüne yerleştirdikten biraz sonra elinde tuttuğu karanfil dolu tomarı attığında bir şeyler mırıldayıp mangal maşası ile karıştırdıkça bütün oda kuvvetli bir karanfil kokulu dumanla dolarken her bir fertten bir öksürük tutar. Nasıl tutmasın, galiba büyük annem karanfil miktarını kaçırdı, nede olsa olay kuvvetli olsun ki mösyö Marko çabuk iyileşsin, keyif ile işine gitsin parnasa getirsin.
Bir kahve molasından sonra kapı vurulur ve içeriye bol çiçekli bol şalvarlı üstü mor bol gömleği ve elinde küçük bir kumaş çıkını olan çingene olduğu şivesinden anladığım kadın içeri buyur edilir. Kadın mangalın yanında çömelip oturdu ve getirdiği çıkını açıp içinden uzun saplı siyah renkte demirden bir kepçe çıkarıp korlanmış kömürlerin arasına yerleştirip ısınmasını beklerken içine çıkından çıkardığı parlak gümüş renkli kurşun çubuklarını koyup bir kahve ister ve bekler. Etraftakilerle konuşur sırnaşır. Bir müddet böyle geçerken artık kadının sırnaşıklığı sıkmağa başladığı bir anda çingene kadın kalkar eski bir paçavra ile sapı tutar ve içindeki sıvıyı bir sağa bir sola sallar dururken mösyö Markonun başına bir havlu, bir tane daha büyük havlu atar ve başının üstüne yarısına kadar dolu orta boy leğen tutturur. Bir şeyler mırıldandıktan sonra Bismillah çekip, kepçe içinde sallanan sıcak sıvıyı boci suya atar. Acayip bir ses yükselir, havaya bir buhar ile birlikte acayip bir koku karanfil kokusuna karışır. Havlular kalktığında mösyö Markonun yüzü bembeyaz olarak görülür. Nasıl olmasın zavallı başının üstünde kaynar kurşun…

Madam Kaden, annem, büyük annem, bizler kapının ardındakiler çingene kadınına pür dikkat heyecan dolu gözlerle bakarken çingene kadın suyun içindeki acayip şekil almış kurşunu çıkarıp baklayı ağzından çıkarır. GÖZ DEĞMESİ der bahşişini alır çıkarken benim cin büyük annem yine bildi der. Bugün geçenlerden küçük dilimi yutmadım ise, demek ki hayatta yutmam. Her taraf acayip bir sessizlik içinde iken arkadaşımla beraber ayak uçlarına basarak sokağa çıktığımda geçen olayların tesirinden ancak dalgın, dalgın giderken önümdeki elektrik direğine çarptığım anda kendime gelebildim.


KARANFİL çivilerinin Türk Yahudilerinin ananelerinde muhtelif yerleri vardır.Şöyle ki çocuk doğar yastığının üstüne bir tomar çivi ipliğe geçirilir, kırmızı veya mavi kurdele, altın çeyrek altınla veya küçük mezuza çengelli iğne ile yastığa tutturulur. Havrada dua bittiğinde veya dua ortası gümüş buhurdanlıkta bulunan karanfil takdis edilip koklanır. Büyük annemin marifetlerinden bir tanesi de “LAKUPA AL SERENO” korku, sıkıntı, sinir için iyi gelirmiş. Pazardaki şekerciden asukar kandel alır ve cam su bardağına akşamdan penceredeki şebboy saksısının yanına koyar sabahına aç karnında kime verilmesi lazımsa verilirdi. Eğer o akşam büyük annemde yatmışsam ilk o bardaktan herkes uykuda iken sabahın erken saatinde içen ben olurdum zira tadı halen damağımda. 

Diş ağrısı, gece yarısı Allah korusun diş doktoru nerede kim sana kapıyı açar, nerede şimdi bu para, haydi karanfili çoktandır tedavisi ihtiyaç gösteren deliğin içine yerleştir. Allah'a şükür geceyi geçirdik yarına Allah kerim. Karanfil Türk Yahudi mutfağında çok önemli yerini hatırlamadan olmaz. Hoşaf ta, tatlıda, çayda, börek, çörekte ve buna benzer sonsuz kullanılış yeri.

Yine günlerden bir gün büyük annemin doktorluğunun yanı sıra hâkimliğinin de olduğunu öğreniyorum. Evde para ortadan kaybolmuştu. Belki on kuruş veya yirmi beş kuruş gibi bir şey. Bunun bulunması şarttı. Peki, bu düğümü kim çözecek? Herkesin ben almadım cevabı ile bu iş yine büyük annemin işi. Ben, kardeşim, Kemal kuzenim ve büyük annem tokası başında her birimize birer o günkü biskoçoslardan elimize verip gayet ciddi bir tavırla şimdi yalan ortaya çıkacak der ve dolaptan tanımış olduğum kırmızı kaplı tefilla kitabını çıkarıp evin giriş kapısının büyük demir anahtarını kitabın orta yerine sokar. Bir sicim parçası ile anahtarı bağlayıp sicimi kitaba dolar bağladıktan sonra haydi bakalım sen Yusef, sen İshak işaret parmağınızın ucu ile anahtarın kulpunu tutun ve böyle kalın dediği anda kalbim küt küt atıp heyecandan her tarafım tutulmuş gibi idi. Kitabın hangi tarafa döndüğünü bu güne kadar hatırlamıyorum.

Tatil devam ediyor, hava açık. Acaba bugün ne ile geçecek. Aniden merdiven arasından tak, tak, çak, çak sesleri. Ne oluyor demeye kalmadan annem tembihle bugün hallaç vuran yorgancı aşağıdaki girişte yün, pamuk yorgan çilteleri hallaçlıyor sizler sokakta oynayın der. Elimize ekmek kantonun içine konmuş kaşar peynirle salar ve bu şekilde çamaşır gününe hazırlanmaya başlamak için yenilecek patates yemeği için patatesleri soyup suya atarken bizler ekmek kantonları ile merdivenlerden aşağı. Giriş avlusunda yorgancı diz çökmüş hallaçlanacak yumuk olmuş pamuk ve yünleri ayırmakla meşgul.

İşte bizim için birinci eğlence, biz unuttuk bile annemin dediklerini. Burada hem patırtı hem özel bir olay var. Holün bir köşesine çok enteresan bir filim seyir için hazırlanıyoruz. Elindeki uzun ince değnekle pamuk ve yün yumaklarını vurup vurup havaya savurdukça havda bol toz, duman dolar, bizler bir hayret ve merakla elimizdeki kantonu unutmak üzere iken bizim yorgancı merdivenlere dayadığı acayip büyük, acayip yayı alır orta yerini sol eli ile kaptığı gibi sağ eline özel sarı tahtadan tokmağını alır.  Bir aşağı bir yukarı yaya vurup kümelenmiş pamuk yumuklarını yayın ipinde döver havaya fırlatmağa başlar. Etraf lapa lapa kar yağar gibi oldu. Tak, tak, çak, çak arada yorgancıdan ince güzel bir türkü kulağa gelir. Haydi, bu filmi gördük, sokağa.

Nihayet tatil bitti. Haydi, okul yoluna, daha yaz tatiline üç ay var. Sabahın erken saatleri halen biraz ısırıyor, çantalar sırtta, sefertası, sepetler elde daha canlı, daha dik, daha eğlence ile sandal iskelesine. Haliç suları kahve, gri renginde biraz kokuyor. Müşterilerin çoğu bu saatlerde okula giden biz öğrenciler. Sandalcı Mehmet ağa kalın ıskarmozlu kürekleri suya daldırıp çıkardıkça hantal, eski, rengi uçmuş sandalı sanki suyun üstünde kaydırıyor. İskele, Hasköy Sandal iskelesi... Etrafa siyah saten uzun önlüklü beyaz düz veya dantelli yakalı öğrenciler serpili.
Biri yürür yanındaki arkadaşı ile konuşur, diğeri yavaş adımlarla sanki sandalları batmış düşünür yürür, diğeri koşar sanki okul kapılarını kapatacak, diğeri etrafına baka baka yokuşa doğru yürüyor, geleceğin tüccarları, mühendisleri, avukat ve doktorları.

Hasköy’de Balata nazaran halen çayır bostan kır, dağ, tepeler görmek mümkün. Her taraf gelincik, papatya yeşil çayırın üstünde serpilmiş baharı müjdelerken, beyaz pembe çiçeklerle donanmış erik, çağla, badem ağaçlarına ayak uyduruyorlar. DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder