24 Şubat 2014 Pazartesi

16-Okullar açıldı



Okullar açıldı, artık annemin yalnız kalma zamanı geldi. Kardeşim Kurtuluş İlkokuluna, bende tramvaya binip sabahın köründe Kurtuluştan Şişhane Yazıcı Sokaktaki İkinci Karma İlkokuluna.
Yaşım sınıf akranlarımdan iki yaş daha fazla, buna da İsrael meselesi sebep, bakalım ilerideki tahsil hayatıma tesiri olacak mı? Yaş dokuz, ne fark eder? Aynı sınıfta on bir yaşında öğrenci de var. Bütün iş bundan sonra… Yasef çanta elde veya sırtta, sefer tası elde yağmurda, çamurda, karda, kışta Şişhane, Kurtuluş mekik dokuyacak. Böylece büyüyecek, adam olacak.
Bu devredeki yaşantım hiç te Balattaki yaşantıma benzemiyor. Zaman daha maddi, daha renksiz... Okuldaki arkadaşlarım hemen hemen Kule dibi orta halli, fakir ailelerinin çocukları, büyük bir kısmı Yahudi Cemaatinin öğle yemeği veren yemekhanesinde yiyip bir kısmı bu örgütün verdiği elbise ve ayakkabılarla giyiniyorlar. Buna rağmen birbirimize karşı bir ayrılığımız yok, neden olsun? Ders aynı ders, öğretmen aynı öğretmen, oyun aynı oyun değil mi? Böyle yaşıyor, böyle hep beraber büyüyoruz. Bu okulda herkes gibi kaygılandığım kişilerden asayiş işleri ile ilgilenen her teneffüs ve prozdorda rastgelen elinde köşeli siyah küçük sopasını esirgemeyen mösyö Kohen ve onun ardından bizimle devam edip geçen dönem ve asırlarca Fransızca öğretimini veren uzun boylu sırtına baston yerleştirilmiş göğüsleri önde poposu arkada giden bu dünyayı ben yarattım dercesine etrafa korku salan Madam Bahar…  Ancak ben, NE SUYA NE SABUNA karışmayan kişi bu kişilerden uzak durur. Ne demişler: GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM.  İleriki hayata bu çocuklardan hem doktor hem avukat hem de hahamlar olacak ve hiç birisi tahmin ediyorum geçmişlerini unutmayacaklar.

Okul hayatımı renklendiren benim gibi yine İsrail’den gelen ve burada aynı sınıfta okuduğum herkes tarafından sevilen uzun, zayıf, İbranice konuşan benden hem boy hem de yaşça büyük, her zaman yüzü gülen bir çocukla temiz bir kavgadan sonra candan arkadaş oluyoruz.
İsmi Kalaora imiş. Anneme bunları anlattığımda büyük annemin gençlik soyadının Kalaora olduğunu ve büyük bir ihtimalle akraba olabileceğimizi söyleyince bu arkadaşlığımız daha da kuvvetlendi.
Bazen öğlen teneffüslerinde beni küçük, siyah, kahverengi eski tahta yapı, tek katlı eskimiş bir yapı olan evine davet eder ve tatlı, her zaman güler yüzlü anne ve babası bizleri karşılar. Evin içi kavrulmuş soğanın bıraktığı tatlı koku, öğlen yemeğinin lezzeti güç tasvir edilebilecek kuru fasulye yemeğini müjdeler.

Bu arkadaşlığımız zaman geçtikçe dal budak salmasına rağmen o daha dine bağlı, ben ise annemin zoru ile muhafazakâr... Muhafazakâr ve her kes ile samimi, yakın olmayı seven ben sınıfımda beraber aynı sırada oturduğum yeni çok hoş, fazla konuşmayan, gayet temiz ve düzgün olarak gelen bu yeni sıra arkadaşımla gün geçtikçe samimileşmeye başladım. Arkadaşım zannediyorum ki benden ya bir yaş veya iki yaş daha küçük ne fark eder bu yaşlarda yaş pek fark etmiyor. Teneffüslerde beraber kâğıttan yaptığımız topla yemekhanenin yanındaki kapalı çardakta oynuyor, eğleniyoruz. Ancak hal ve tavırları ile iyi bir aileden olduğu belli.
Zaman geçtikçe samimiyetimiz ilerlediği bu günlerde beni Yazıcı Sokağındaki evine davet etti. Tabii ki bizim Yusuf herkesi sever, herkesi kendisi gibi bildiği için hayır demez ve okulun yemek tatilinde çık yokuştan sağa sap, kitapçı mösyö David’in karşısında büyük duvarı yeşile boyanmış geniş açık demir kapısından içeri girdiğimizde içimden hoş bir ürperme geçti ‘yahu senin ne işin var bilmediğin tanımadığın insanların evine gitmek‘ bir kere geldik girelim bakalım. Mermer merdivenleri tırmandıktan sonra aynı katta birkaç kapıdan birincisine vardığımızda ilk olarak tahtadan yağlı boya ile boyanmış güzel kapının yan tarafındaki zile bastığında karşımıza gayet hoş, güler yüzlü, orta boylu, zayıfça çok tanıdığım Rum lehçesi ile arkadaşımın annesi karşıladı. Bir ara aklımdan ne geçtiğini anlamadığım arkadaşımın annesi yarı Rumca yarı Türkçe öğle yemeğinin hazır olduğunu söyledi. Köşede oturan ihtiyar kadın arkadaşımın büyük annesi, kalkıp arkadaşımı yanaklarından öptükten sonra mutfağa girip yemek odasında masanın kolalanmış beyaz örtünün üstüne hazırlanmış servise yemekleri porselen kaplar içinde getirmeğe başlayınca ben etrafıma köm köm bakakaldım. O anda arkadaşımın annesi dolaptan bir takke daha çıkarıp bana uzattı ve arkadaşım büyük bir titizlikle gümüşten yapılmış açık tuzluk tabağına taze francala ekmeğinden kopardığı köşeyi alıp İbranice söylediği duayı bitirdikten sonra tuza batırıp bir kısmını koparıp bana uzattı ve diğerini kendisi yedi ve oturduk.

Buraya kadar her şey güzel hoş ama durum burada da bitmiyor. Yemek mi yiyorum? Etrafa mı bakıyorum? Çatal, bıçak sesleri arasında gözüm etrafı kolaçan etmekle meşgul. Ben ki Balattan Kurtuluşa geçip daha yeni yeni değişikliği algılamağa başladım, böyle bir ev beni şaşırttı. Etrafımı gözlerken büyük salon odasının bir köşesinde gayet güzel süslenmiş Noel ağacının karşısındaki sehpada Hanuka bayramının simgesi olan Hanukiya‘yı görünce epeyce düşüncemde allak bullak oldum. Benim için Yahudi olmuş, Rum olmuş hiçbir şey fark etmemesine rağmen bu yeni arkadaşımın durumu beni bir güzel düşünceye koydu. Ben ne yemeğin başında ne de sonunda dua yapan bir kimseyim, fakat bildiğim bir şey var ise Yahudi’yim.

Kule dibinde Yahudiliği hissetmek daha kolay bir olay, şöyle ki arkadaşlarımın büyük bir kısmı Galata Mahazike Toraya devam ettikleri gibi Sinagoglar evlerine yakın ve akrabaları bizimkilerden Şabat, Kaşer ve din örf adet ile yasaklarına daha çok dikkat eden kimselerdir. Oysa ben Yahudiliği ancak haftada iki gün annemin zoru ile Şişli Mahazike Tora ve Şabat günü Sinagoga gitmekle bitiyor. Mahallede Museviceden başka her lisan ve örf adetleri görüyor ve yaşıyorum.

Burada Balattaki bazı oyunlara devam etmeme rağmen evimizin karşısındaki top sahasının bulunması beni daha çok topa bağladı ve bu sporu daha da sevdirdi, uzun zaman ona devam ettim. Her Cumartesi öğlen sonrası on ile on iki yaş çocukları renkli formaları ile daha evvelden yapılardan araklanan kireç tozu ile çizilmiş yampirik bir tarafı yokuş yukarı sahaya birbiri ardına çıkmaları ve ortaya tek sıra yapıp takımlarının şereflerine sağ ol, sağ ol, sağ ol selam verip maça başlamaları yok mu? Onları kıskanır, bir gün ben de onlarla bu seremoniye girebilmek için can atıyorum.

Nihayet kış mevsimi gelip soğuklarla birlikte kar yağmağa başladı. Kar her ne kadar kendisi ile birlikte güçlükler getirirse de biz insanlar karın gökten yere süzülüşünü, sessizliğini, beyazlığını muzipliklerini sever onlardan zevk almağa çalışırız. Karlı hava bazen insan kalplerini ısıttığı gibi insancıl duygularını kamçılar, onları birbirlerine yaklaştırır, sevdirir, güldürür, hoş eder, maddiyatı bir ara unutturup az kanaatle geçinilebileceğini tasdik eden tabiatın bir hediyesidir.
Aralığın sonlarına, yılbaşına yakın çok soğuk hava ile birlikte akşamüstü okuldan çıkıp paket taşı döşeli Yüksekkaldırım yokuşundan Tünelden esen rüzgâr suratımı kamçılıya, kamçılıya tırmanırken hafif bir tipi başladı. Şişhane turşucusunun karşı kaldırımında direksiyonu elinde ve diğer eli kornasında aynasına dikiz ederek  “Şişaneye biiir Şişaneye biiir” diye bağırarak acele adımlarla yürüyen Mordikoya takılıp bir müdet onunla yolun bir kısmını aldım. Sonra Altıncı daire merdivenlerinden Tünele tırmanırken, sınıf arkadaşlarım çoktan evlerine varıp sıcak sobanın karşısına oturup yağan karı seyrederken, bizim Yasef Tünele henüz varıp yetmiş numaralı Kurtuluş otobüsünün kuyruğu belli olmayan başına gelip ilerlerken tek düşüncesi Tünelin sıcak buhar çıkaran ızgarasına gelmek ve iki otobüs ardı ardına gelsin de eve gideyim düşüncesinde iken nihayet ızgaraya vardım. Alttan gelen sıcak hava ve buhar aheste giden sırayı bile unuturdu. Havanın böyle olması nedeni ile İETT otobüslerine zincir taktırıp sayılarını çoğaltması benim eve daha çabuk varmama yardım etti. Otobüste tıka basa güçlükle nefes alınıyor, her türlü koku ve parfüm birbirine karışıp her kafadan bir ses, ısınanlar, sürtünenler, el, cimcik atanlar, yahu bu havada olur mu insafsızlar? Bırakın doğru dürüst eve varıp ısınalım.

 Otobüsün Kurtuluşa varması bir mucize, tipi yağdıkça şoför zorlukla direksiyon sallarken önünü görmesi bile mesele, artık üşümüyorum bu sardele kutusunun içinde istiflenmiş insanlar içinde güçlükle nefes alan ben nasıl üşüyeyim. Allah verede biran evvel varırız da nefes alma fırsatım olur. Durakları durmadan ancak ortalık karanlık basınca Kurtuluşa varabildik. Kapılar açılıp insanlar kendilerini dışarıya atıklarında belli ki biraz oksijene ihtiyaçları olduğu belli. İlkin geriliyor sonra derin bir nefes alıp yakalarını kaldırıp herkes yarı büklüm esen rüzgâr ile tipiye karşı evlerinin yolunu almağa başlıyorlar. Köşe başındaki ekmek fırınının önünden geçerken ekmek bekleyenlerin sırasını görünce İnşallah evde ekmek eksik değildir de açlıktan guruldayan karnımı hemen sıcak bir çorba içerek ısıtırım düşüncesi ile yokuşu kayarak, düşüp kalkarak nihayet evin zil düğmesine parmağımı koyup annemin yukarıya kadar giden kilidi açan ipi çekmesini bekliyorum. Bu gibi havalarda her dakika bir yıl gibi gelir.

Ev sımsıcak köşedeki Demirdöküm sobası hem odun hem kok kömürü yakar böyle havalarda kok kömürü yanıyor ki evi hamam kadar ısıtıyor. Tahmin ediyorum dayım fabrikanın içindeki kömür ve odunluktan anneme kömür ve odun taşımıştır. Babam halen Yemişteki dükkânından dönmedi, belki de dönmez bazen Lüleburgaz, Sapanca, Silivri etraf köylerine mal satmak yâda para toplamağa gider. Böyle havalarda radyoda yarınki hava raporu sonunda okulların açılıp açılmayacağı hakkında haberi sıcak çorbayı içtikten ve epeyce ısındıktan sonra gözlerim kapanmadan evvel duyunca bir rahat nefes alıp uykuya daldım. Babam galiba yollarda, herkes iyi geceler deyip yataklarına girince son olarak annem sobaya iki kürek kömür atıp gece üşümememiz için üstümüze kalın battaniye atıp odasına Confıdance mecmuası ile gider.

Sabah evin içi hafif tatlı bir sıcak, annem erken kalkıp sobaya odun atıp furya verir, tabii ki böyle havada devam kömürdür, yani kalkıp giyindikten sonra büyük annemden geçip kova ile kömür, odun taşıyacağım, kardeşim İshak, o küçük yalnız arkamdan kuyruk, kömür, odunu nasıl taşıdığımın kontrolörü. Neyse biraz büyüsün o da bu vazifeye girecek. Benim de canım var, bende insanım.
Evin iç düzeni bittikten sonra, öndeki pencere camları kardan ve buzdan temizlendikten sonra her tarafın bembeyaz, sessiz ve insanların yoksul olduğu görülüyor. Zaten bu havada insanlar evden çıkıp nereye ve nasıl gidecekler demeye ve düşünmeğe vakit kalmadan annem “Yasef al bu fileyi bakkalda ekmek var ise iki ekmek, bir kilo un, tuz ve kibrit al” der. Elime parayı sıkıştırıp palto, kaşkol, ayakkabı, yün eldiven haydi sokağa, bakkalda her şeyi aldım ekmek ne arar bu havada. Hava daha yumuşak, gök kapalı gri beyaz renkte, arada bir hafif lapa lapa yağıyor, sokakta benim gibi arkadaşlarım bakkal yolunda iken birbirimize kartopu sallar, tepeden aşağı yuvarlanır, eve vardığımda anneme ekmek olmadığını söylemeye kalmadan bakkaldaki şeyleri bırakıp fazla şey söylemeden Sinemköydeki ekmek fırınının yolunu aldık, tabii ki kardeşim kuyruğumda. Fırının önü bir kalabalık,  uzun sonu belli olmayan bir sıra, köşeyi saptıktan sonra sıranın yufkacı ile benzincinin orasından başladığını görüp bizde girdik.

Bu havada ekmek bir mesele. Herkes, her günkü gibi bir veya iki ekmekle yetinmez, ekmeği yalnız kendine almaz konu komşu dost, akraba yani bir de araba ister, öyle bir havada ve saatte fırıncı ekmekleri yarı hamur çıkarmak mecburiyetinde, çünkü fırının içi ana baba günü her kafadan bir ses bağırmalar, çağırmalar, sırada söylentiler, iki ekmek veriliyor. İshak kardeşim daha küçük olduğundan kaçamak yapıp kapıya yakın bir yerden sıraya sıkışıp benden evvel girip iki sıcak ekmeği bir karton bulup iki kolunun arasına koyup beni beklemeğe başladı. Ne yapalım birde büyük annem için lazım.

Artık soğuğu hissetmeğe başladığım anda kendimi fırının kapısında içerden gelen sıcak hava ile ısıtmağa başladım. İshak elindeki ekmeklerle ısınıyor, güzel beklesin de hep beraber eve gideriz, en nihayet yeni ekmek partisi çıkar ve ben sonunculardan iki kızarmış ekmeği iki kolumun arasına yerleştirip kalabalık arasından dışarı çıkıp, İshak kardeşimle taze ekmeğin kıçından her birimiz nafakamızı koparıp yumuşak kara basa basa, oynaya, oynaya evin yoluna dayandık.
                                
Böyle günlerde ne okul nede dersler ilgilendirir. Tek amaç karı seyretmek, kar oyunları için hazırlanmak. Karşımızdaki cambazhanenin kurulduğu ve top oynandığı sahada bütün bunlar küçükten büyüğe yapılır ve izlenir. Sabahleyin bakkala gittiğim saatte yaşlı bir adamın karı yuvarlamakta olduğu gözümden kaçmadı. İçimden galiba çocukluğunu hatırlamak için kardan adam yapmak istiyor deyip fırının yoluna giderken epey büyük bir yuvarlak kar yığını yaptığı ve adamın üstündeki giyimine bakılırsa deri bir yelek altında beyaz kalın boğazlı kazak, altında kalın siyah düzenli pantolon, başında kahve renkli ponponlu kakuletası ve kıvrılmış siyah gri düzgün bıyıkları altında ağzında gül ağacından yapılmış piposunu tüttürüp bir düşüncede olduğunu gördüm ve yoluma devam ettim. Ekmek sırasında hep bu acayip adamı düşünüp biran evvel ekmek almak sıkıntısını bitirip onun yanında olmak istedim. Bu gibi günlerde zaman mefhumuna pek önem verilmediği için eve geldiğimizde ekmekleri bırakıp hemen ön pencereye gidip adamı aradığımda meydanın o köşesinde büyüklü küçüklü bir kalabalığın toplanmış pür dikkat adamın etrafını sarıp yaptığı şeyi seyir etmekle meşgul olduklarına dikkat ettim, meraktan çatlayacak gibiyim. Merdivenlerden aşağı, doğru kalabalığa karıştım. Acayip adam mala, kürek, eldiven, birkaç büyük bıçağa benzer alet edevatla arada piposundan bir iki nefes alıp dinlenip geri gidip yaptığı ağzı açık dişleri avını yakalamak isteyen gür yeleli, büyük yarı oturmuş aslana bakıp bakıp arada bir küçük el hareketleri ile son düzeltmelerini yaparken herkes bu adama karşı hayranlıklarını ve hürmetlerini aralarında sessiz bravo, helal olsun kelimeleri ile getirdiklerini duyarken içimden acaba bu adam söylenen bu kelimeleri duyup zevk alıyor mu? Yoksa karşısındaki kükreyen aslana avını mı aramakla meşgul? Düşüncesi ile bende bütün bu insanlarla beraber içimden kendi HELAL OLSUN SANA AMCA cümlesini mırıldandığımı hissetim.          
    
Böyle karlı günlerde bizim Bilezikçideki evin önü eğlenceli olur, hele güneş bir ara gözünü açmaya görsün, sanki yaz gelmiş, herkes kümesten çıkan tavuklar gibi sokağa dökülürler. İşte tiyatro sahnesi açılır hem gülünür hem de acaba bir tarafını kırdı mı diye sorulur merak edilir. Nede olsa mahallelidir, hem insan olarak hem de komşu, tanıdıktır. Yokuşun başındaki her zaman içerisi gaz kokan Ermeni Kirkor bakkala gitmek için buradan çıkmak şart,  eve dönmek için de buradan inmek şart, böyle iken büyük, küçük, genç ihtiyar inerken ayak topuklarına dayayarak temkinli temkinli inmeğe gayret ettikleri anda küt kendilerini yerde görüp ya tepeyi kayarak bitirir veya yuvarlanarak iner kalkmağa çalışır, kaktığı anda bir daha kayar, yere otururken oda herkesle beraber gülmeğe başlar, oturmağa devam eder. Yokuşu çıkamayacağına kanat getirenler uzun yolu seçip sokağın öbür uzak bakkalını seçer ve yoluna devam eder. Böyle bir günde bizim Bilezikçide çok az hususi otomobillere sahip olan araba sahipleri ihtiyaç olmadıkça yola çıkmazlar. Hem zahmetli, hem de tehlikeli. Yanımızdaki komşu siyah Buick arabasını işi icabı galiba bu havada çıkarmağa kararlı olsa gerek, karşı yapıdan iki işçi bulup arka tekerleklere zincir taktırıp, üstündeki kar yoğunluğunu temizlettikten sonra büyük bir ciddiyetle arabaya girip çalıştırır, ısınması bitikten sonra araba yavaş yavaş buzlu karın üstünde çatur, çutur seslerle yokuşun başına kadar gelir, araba bir sağa bir sola kaymağa başlayıp yandaki hendeğe girince bizim komşu zor revers yapıp otomobili kurtarır ve gerisin geriye otomobilini bırakmış olduğu daimi karsız yerine zorlukla park ettikten sonra ev penceresinden kocasının çektiği cefayı seyreden karısına iki kumaş paçavra bezi atmasını söyleyip paçavraları boyalanmış parlak ayakkabılarına sardıktan sonra temkinli bir şekilde yokuşun yan halen yumuşak kar kalmış kenarından yokuşu çıkar, soldan Tepeüstüne doğru giden yolu alır ve gözden kaybolur. Bunu seyrederken demek kar hem güldürür hem de kimsenin yaşına başına bakmayıp kendi tabiat kanununu uygular,  herkes bende eşittir demek istercesine.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder