Son sınıf
bitirme imtihan hazırlıkları Mayıs, Haziran aylarında yarı sınıfın asıp buluşma
yeri Taksim Cennet bahçesinde sözde çalışmakla geçiyor. Her ne kadar bu
sebepten gidiyor isek de yokuşu inip demir çerçeveli, açık üstü hanımeli çiçekleri ile donanmış
kapısından içeri girip merdivenleri inerken karşıdaki Kız kulesi, adalar, Marmara’nın
mavi suları olan çalışma niyetimizi bozup demirden yapılı üstü mermer yuvarlak
masa etrafına oturup bir temiz buzlu beyaz şantiyeli uzun bardak içindeki kakao
içkimizi yudumlar iken buraya ne için geldiğimizi unuttuk bile. Kısmet bugün
böyle, deyip olan olmayan hülyalara dalıp birbirimize anlatıp duruyoruz. Nasıl
olsa imtihanlara daha bir bütün bir ay var, Daha buraya kaç kere gelip kitap
defter açmadan yalnız lak lak edip eve gideceğiz?
İmtihan ayı Haziran
gelip çattı. Bu ay ekseri sıcaklar kendini göstermeğe başlar. Millet adaya
modaya çıkıp şehirdeki evleri kapatmıştır. Ben sessizlikle ders çalışmayı seven
bir tip olduğum için haftanın beş günü Kurtuluştaki naftalinlenmiş, güneşlikleri
kapalı evde annemin yatak odasının penceresinin önüne portatif kontrplak masayı
getirip perdeleri aralayıp evin bu taraftaki sessizlik ve serinlikten
faydalanıp imtihanlara hazırlanmağa başladım.
Yemek meselesi
benim için hiç bir zaman problem olmadı. Zira ben kendi kendine idare olabilen kişiyim.
Hafta bitip Cuma akşamüstü her şeyi yerinde olduğu gibi bırakıp doğru köprüdeki
ada vapurunun yan sıralarına oturup esen rahatlatıcı havayı akciğerlerime çeke,
çeke hafta içindeki kazan olmuş kafamı dinlendiriyor, özlediğim annem, babam, kardeşim
İzakı düşünüyorum.
Adada ders
öğrenmek bahane arkadaşlar, plaj, Muhsin’in kahvesi, arada Büyükada, Yekta var
iken ders nerede? Kafa nerede?
İmtihan
günleri gelip çattı. Bazısı yazılı, bazısı sözlü... Sabahın köründe boş olan
okul avlusunda arkadaşlarla toplanıp biraz oradan buradan, daha çok son noktaları
rötuş ettikten sonra ayakları zor giden kurbanlık kuzular gibi bir bir imtihan odasına
girip iki üç öğretmen karşısında sorulan suallere bazen kurulmuş motor hızı ile
bazen kekeleyerek, bazen derin derin düşünerek veya düşünmeyerek biran evvel
karşılarından siktir olup dışarıda oh çekmek için can atıyorum.
Her ne kadar
oh çekmek istiyorsam da dışarda bekleyenlerin sual yağmuru otomatik olarak çıkanı
bir daha imtihana sokuyor. Ne sordular? Öğretmenler sert mi? Mülayim mi?
Sualler uzun mu? vs.vs.
Bu günkü
imtihan geçti. Hadi bakalım herkes kendi evin, kendi köşesine yalnız veya
beraber öğrendiği arkadaşıyla. Yarın yeni bir gün, yeni bir imtihan günü.
Bugün imtihan
yazılı oluyor. Birbirimizle dışarda nerede kim kiminle? Kim kimin arkasında? Nasıl
kopya geçireceğiz? Planları yapılırken bizler içeri çağırılıp dağıtılmağa
başlayınca evdeki hesabın hiç çarşıya uymadığını gördük. Bütün bu güçlüğe
rağmen zor anlarda birbirimize yardımcı olmağa bakıyoruz. Gayemiz hep beraber
bu sınıfı bitir kendimize verdiğimiz sözü yerine getirip üniversiteye devam etmek.
GİTMEK VAR DÖNMEK YOK. BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN.
Gaye hep
birlikte başlamak ve bitirmek… Önümüzde hayatımızın en zor ve en zevkli devresi
başlıyor.
Geçen bu on
bir sene içinde tatlı, acı, hoş, çirkin, çocukluk, gençlik, Hasköy Musevi
İlkokulu, ikinci karma ilkokulu ve nihayet Beyoğlu Bene Berit Lisesi
engebelerini atlayıp kendime, etrafıma ve aileme vermiş olduğum sözü yerine
getirmeye nihayet muvaffak oldum.
Bu geçen zaman
ve seneler içinde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde siyasi sebeplerden
dolayı orta halli zümreye tesir edebilecek politik, siyasi, iktisadi, meseleler
bugüne gelebilmeme mani olamadığı gibi aksine beni ve arkadaşlarımı kamçılayıp daha
azim ve istekle üniversite giriş imtihanlarına kadar getirdi.
Babamın son
zamanlardaki kamyon işi ve Yemişteki yeni dükkânı maddi durumumuzu biraz olsun
rahatlattı. Her ne kadar memlekette üniversite çok cüzi bir aidatla okunuyorsa
da 19 yaşındaki bir gencin aylık masrafı kulak arkasına atılmayacak kadar. Bu
yaşta baba eline bakmak hem güç hem de kolay değil. Bunu kendime
kolaylaştırabilmek amacı ile bütün arkadaşlarım gibi lisenin başından beri
vermekte olduğum hususi derslere devamla durumu idare etmeğe bakıyorum.
Zamanlar kolay zamanlar değil Hal ve tavırlarımızla Avrupa ve Amerika
gençliğine uyup onları taklit etme çabasındayız. Bu durum hayatımı zor duruma
koyuyor.
Lise imtihanlarını
bitirip diplomaları aldıktan ve ada sefasını sürdükten sonra bütün arkadaşlarla
birlikte İstanbul Beyazıt Üniversite binasının giriş imtihanları harç yatırma
kuyruklarına dadandık. Artık burada anlıyoruz ki şimdiye kadar bizi ellerimizden
alacak ne ana ne de baba var. Burada bir sen varsın gerisi alnında ne yazılı
ise.
Azim, istek, karar
her şey var ama bu kadar müracaat edenlerin dokuz bini içinden yalnız altı yüzü
alınacak. Söz verdiğimiz tıp fakültesine girmek için ŞANS VE ÇOK BÜYÜK ŞANS
LAZIM.
Bu dönemde
imtihanları bitirdikten sonra bizim Musevi Lisesi son sınıf öğrencilerinden İzak
Levi, Rafael Lombrozo, Salamon Benzeray, Yusuf Sevi tıp fakültesine yazılırken
bizim bir dahaki döneme Menahem Barokas, Murat Behar iltihak ettiler. Giriş
imtihanları için birçok fakültenın girişlerine herkes gibi müracaat ve imtihanlarına
girdikten sonra kendimizi tıp fakültesi listesinde gördük. Giriş harcını
yatırdıktan sonra bu işi başardığımız için arkadaşlar sarılıp birbirimizi
tebrik ettik.
Bu muvaffakiyet
her ne kadar bizlerin ise de aileler, akrabalar, komşu ve tanıdıklar bizler
kadar bununla gurur ve seviniyorlar.
Bu günkü küçük
azınlık içerisinde bu kadar adayını tıp fakültesine sokması Türkiye Yahudi
Cemaatinde büyük bir muvaffakiyet ve gurur olayı olması lazımdır. Eskiden beri
klişelenmiş olan, muvaffakiyet ve yüksek tahsil için para lazım, tezini bozan
bu gerçeği ortaya koyduk.
Bu dönemde üniversiteye
girebilen hemen hemen hepimiz orta halli, mali durumları yüksek olmayan Türk Yahudi
terbiyesinin en iyi şeklini görmüş gençler olarak kendimize vermiş olduğumuz
sözü yerine getirdik. Şimdi temennimiz önümüzdeki güçlük dolu engellerin
aşılması, nasıl olacak? Hayat rüzgârı bizleri nereye savuracak? Bu engebeli
dikenlerle dolu yolu nasıl yürüyeceğiz? Duraklamalar, geç kalmalar, tamamen
durup terk etmek? Böyle durumlar karşısında kaldığımız takdirde nasıl hareket
edeceğiz? Kırılacak mıyız? Birbirimize destek olup bu güçlükleri beraber
yenmeğe gayret edecek miyiz? Egoistliğe takılıp arkaya bakmadan ilerleyecek
miyiz? Yahudiliğimizden gurur duyup bunu etrafımıza hissettirecek veya saklayacak
mıyız? Biz bu küçük Yahudi kitlesi böyle kalabalık büyük toplumda kendimizi
sevdirecek ve saygı verip alabilecek miyiz? Bütün bunları zaman gösterecek. Korkumuz
yok, inancımız var başaracağız.
Bu senenin
bütün hoş, güzel yazı, üniversiteye giriş, adalar, modalar, çaçalar, rock and
roll tvist, Yektalar, Değirmenler, her şey geldi geçti, şimdi hayat yarışı
başlıyor. Açılış alışmadığımız bir tarih Ekim ayı. Tıp Fakültesi dendiği vakit
hemen beyaz önlük, stetoskop boyunda, iki tak tak bir tık tık ile başlamıyor.
İlkin F.K.B yani fizik, kimya, biyoloji. Okul Aksaray yokuşunun üstünde kırmızı
tuğla ve betondan Koska Helvacısının karşısında koskoca bir komplex bir bina. İlk
günün heyecanı ile ilk derse girmek üzere arkadaşlarla buluşuyoruz. Herkesin gittiği
gibi bizlerde sorup, soruşturduktan sonra kendimizi koskocaman bir sinema, tiyatro
salonunda buluyoruz. İlk şokumuz ortadaki insan kalabalığı ve hengâme. Ne kara
tahta ne pencere. Kendimizden başka kimseyi tanımıyor köm köm etrafa bakıyoruz.
Kulağa gelen çeşitli lehçelerle konuşmalar, askeri üniforma, çeşit çeşit
giysiler kokular orda burada çarşaflar, diller.
Yaş ortalaması
acayip, on dokuz elli arası. Duyulan diller arasında Kürtçeden Arapçanın en seslisi
en santurlusu. Mısırlı, Suriyeli talebeler. Uzun uzun tek koltuklu oturma
yerlerinin hepsi dolup taşıyor. Ne kadar olsa ilk gün ilk heves bu da geçecek.
İleriki zamanda kim inek kim değil belli olacak.
Salonda büyük
bir uğultu hüküm sürüyor. Ta ki hoca mikrofon önüne gelip söyleyeceğini
söylemeğe başlaması ile uğultu nihayet azalır ve ilk ders başlar oldu. Dediğim
gibi önümüzde kara tahta yerine beyaz perde ve hocanın önündeki cama yazdığı
anlaşılması belirsiz yazı ve çizgileri var. Salonda daimi bir hareket var. Biri
girer on kişisi çıkar, kimse kimseden hesap sormaz, serbest hür bir hayat üniversite.
Peki, bu şekil öğretim ile bizler bu tıbbiyeyi nasıl bitireceğiz?
Artık her gün
sat dokuzda fen fakültesi yolunu otobüs troleybüs ile teper hep birlikte
salonda buluşup ders dinler dinlemez bir şekilde vakit geçirir sonunda karar
kılınır. Hep birlikte bazılarımız hariç salondan çıkıp asıyoruz. Yönümüz ya hep
birlikte yukarı üniversite bahçesinde oturup güneşleniyor veya hep birimiz bir
tarafa dağılıyoruz.
Neticede hayat
şimdilik zor görünmemesine rağmen maddi durum biraz karışık, her zaman cebe
bakıp bir şeyler yapmak lazım o da hususi dersleri arttırmak. Zaman ilerledikçe
okunacak ve öğrenilecek mevzular için kitaplar şimdilik ortada yok gibi. Bu kitapları
ya Beyazıt’taki Sahaflar kitap çarşısındaki dükkânlardan kazara bulabildiğimiz
veya artık suyu çıkmış saman kâğıdından on, on beş senelik bilgiler ihtiva eden,
öğrencilerin sattıkları eski notlar ve kitaplar. Bütün bu havaya rağmen günlük
hayatımıza devam ediyoruz.
Mühim problem
olabilecek öğlen yemeği meselesini gayet kolay olarak halettik. Fen fakültesinin
arka tarafında, yan sokaklardan birisinde küçük, temiz, leziz, ucuzdan halk
lokantası, Bizim Veysel lokantasını keşfettik. Lokanta önü içerideki yemekleri
gösteren camekân ve üstüne talaş serpilmiş birkaç beton basamakları indikten, Veysel’in
önündeki yemek çeşidinden geçtikten sonra altı yedi tene tahta masa ve
iskemlesi dağılmış, her masada dört kişi sıkışarak oturan içerisi dolu lokanta
kısmına giriyoruz. Şimdiye kadar annemizin hazırladığı ev yemeklerinden
bambaşka tatlar var.
Burada yeni
yeni tadını alıp beğenmeğe ve alışmağa başladığımız Türk mutfak yemekleri İncik
kebabı, Kadın Budu Köfte, İzmir Köfte, Patlıcan Kebap, Patlıcan Beğendi, Karnı Yarık,
Patates Fırın Kuzulu, yani velhasıl ERMOZO ÇEŞİTİKO…
Burada herkes
o gün cebindeki paraya göre yemek yiyor. Kuru fasulye, pilav, lahana turşusu,
çeyrek ekmek veya durum iyi ise kuzu incik fırında patatesli veya arpa makarna,
su çeyrek ekmek, birde sonunda hoşaf, yani hem temiz hem leziz bizim Veysel
lokantası. Bugün Süleymaniye Camii karşısındaki köşe aş evinde yemeğe karar
verdik. Tıp kütüphanesi önünden geçip İstanbul Üniversite arka kapısından sonra
arnavut taşı ile örülmüş küçük yokuştan indik. Dışarda saç çardağın altında ki
kaldırımın önünde kırık tahta iskemle ve masalara yerleşirken olan dar yerden
dolayı su şişeleri sandıklarını biraz itip yerleştik. İçerisi dar ve dop dolu.
Hava hafif çiseliyor, mühim değil, neticede kuru pilav ve turşu yiyoruz. Gelen
kurunun içinde şansın varise arada küçük kuzu eti parçaları düşebilir senin o
günkü şansına bağlı. O gün ve her günkü gibi kimse ile öpüşmek derdimiz yok ise
bir soğan patlatıp kuruya meze yapıyoruz. Bütün bu zevkli geçen yemek faslından
sonra ağzımızı tatlandırmak için bizim İzakın fikri ile fen fakültesinin
karşısındaki Koska Helvacısında baklava veya helva ile o günkü yemek sefası
sona eriyor.
Yaşadığım bu
devirde gerek Türk toplumu ve gerek Yahudi toplumu halen vals ve tango devrindeler.
Bu gençliğin istekleri, ihtiyaçları olan hormonal değişikliğe bağlı olanları
hiçe sayarak görmemezlikten gelip halen köşeye atılıp saklı tutulur vaziyette. Bunun
kurbanlarından bir tanesi şimdilik yeni üniversite talebesi bizim Yusuf.
Üniversiteye
başladığımdan bir sene oldu. Aile arkadaşlarımızdan ve aynı zamanda uzak
akrabalığımız olan aile kızları ile söylediğim sebeplerden dolayı nişanlanmak
zorunda kaldım. Bu nişanlılık baştan iyi bir şekilde devam etmeyeceği belli
oluyor. Ailem talebeliğimden ve kızın şımarıklığından korkarken arkadaşlarım
tarafından kız kabullenilmeyince, olan beraberlik falso verdikçe verdi. Sonunda
bu işin bana zevk değil dert verdiğini hissettiğim anda karar verdim, ben bu
nişanlılığı istemiyorum
Olayı ve
isteğimi İzam arkadaşıma açıkladığımda hemen müspet okeyi aldıktan sonra nasıl halledileceği
yolunda planlar sanki hazır idi. Karar TEKİRDAĞ.
Bu karar
fakülteye gidip sabah derslerine girdikten sonra öğle saatlerinde yağmur
bardaktan boşalırcasına olmasına rağmen Sirkeci otobüs durağına gidip hep
beraber Dadi, İzak, Marko, Sami çocuk ve ben Tekirdağ yolculuğuna çıktık. Peki,
neden Tekirdağ? Bizim Marko ve Sami çocuk Tekirdağlı, İstanbul’a en yakın uzak
mesafe bu ve aynı zamanda orada yatıya gidebileceğimiz ve kafaları çekebileceğimiz
yer.
Tekirdağ İstanbul’a
iki saatlik mesafede. Marmara denizinin kıyısında küçük şirin bir şehir. Daha
evvelinden bu yeri tanımış değildim. Bu şehirde çok eskiden beri bir Yahudi Cemaati
olduğunu bilirdim. Son yıllarda artık Türkiye’de dağılmış, hepsi gibi buradaki
cemaatin ailelerinin büyük bir kısmı da İstanbul’a göç ettiklerinden kalanlar
ticaret sebeplerinden dolayı çok azaldılar. Bunlardan birileri de bizim Marko
ve Sami çocuğun aileleri.
Otobüs yol
aldıkça akşama nerede nasıl kafaları çekeceğimiz hakkında konuşurken etrafın
karanlık bastığının farkında olmadan otobüsün durması ve kapıların açılıp dışarıdan
içeriye soğuk havanın girmesi ile Tekirdağ’a vardığımızı fark ettik.
Dışarıda sicim
sicim yağmur yağıyor. Yağmur çamur, görmeden Markonun evinin yolunu alıp güle, oynaya
hiçbir şeye aldırmaksızın kendimizi evine attık.Aile fertleri ile tanışıp biraz
sohbet ve kahve sefasından sonra akşam yatak dağılımını halledip planın ikinci
kısmı olan meyhane faslına geldik. Marko ve Sami buranın yerlileri olmaları
sebebi ile seçimi onlar yaptılar. Bütün bu hazırlıklar yapıldıktan sonra karar
daha da katılaştı.
BEN NİŞANLIMDAN
AYRILIYORUM.
Bütün bu geçen
zaman zarfında içim rahat değil. Ben kimseye haber vermeden buraya geldim,
annem, babam merak edip beni arayıp bulamazlar ise halleri ne olur? Bu olay ile
babamla çok samimi arkadaşının arası ne olacak? Acaba doğru hareket ediyor muyum?
Peki, bu kaçışa ne lüzum var, istemediğini söyle ve bitir.
KONLOS TUYOS
KOMES I BEVAS, ALIŞVERİŞ NO TENGAS. YA TUVIMOS NE YAPALIM?
Meğer bizim
İzak bunu ayarlamadan evvel benden habersiz bizim pedere olan samimiyetine
dayanarak planı açmış, söylemiş ve bende kendimi burada yiyip bitiriyorum. Dışarısının
soğuk, yağmurlu, loş ışıklarla aydınlatılmış çamurlu yollarından birbirimize
gülerek takılarak meyhanenin kapısına geldik. Karar bu akşam zom olmak. Kapıyı
açıp içeriye girdiğimizde Marko yerlisi olması sıfatı ile garsonlarla ve sahibi
ile bir şeyler söylendikten sonra köşedeki masayı donattırdı. Havada kalın bir
sigara dumanı, gramofonda eski bir nağme: ÇİLE BÜLBÜLÜM ÇİLE.
Artık saatlerin
nasıl geçtiğinin farkında olmadan Dadinin ağlaması, benim nişanlılık hikâyelerim
ve halimiz o biçim zil zurna, kahkahalar, şamatalar, şarkılar nihayet karar
kılındı çıkıyoruz. Kendimizi meyhanenin kapısından dışarı atığımızda dışarda
halen soğuk ve yağmurun dinmediğini anladık. Gecenin nasıl geçtiği, hangi evde
yatıp, uyuyup uyumadığımız belli olmadan sabah İstanbul yolunu tuttuk. Ne biçim
bir zamanda yaşıyoruz? Bizler hep böyle beraber kalıp birbirimizle gülecek
eğlenecek miyiz? Hiç zaman akmayacak mı? Yaşlanıp saçlar ağardığı vakit bu
anları hatırlayıp bir hoş oh çekecek miyiz? Bu anları görmek istemeyecek miyiz?
Hani nerede fotoğraf? Hani nerede fotografçı?
Tekirdağ
dönüşü direkt sabahleyin Sirkeci garından otobüse ve doğru üniversite sıralarına...
Dersler bitip akşama eve geldiğimde annemden hafif bir fırça yedikten sonra
olay yavaş yavaş unutulup gitti, olan babama oldu. En samimi arkadaşını benim
yüzümden kaybetmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder