18 Mart 2014 Salı

22- Tıp Fakültesi



Son sınıf bitirme imtihan hazırlıkları Mayıs, Haziran aylarında yarı sınıfın asıp buluşma yeri Taksim Cennet bahçesinde sözde çalışmakla geçiyor. Her ne kadar bu sebepten gidiyor isek de yokuşu inip demir çerçeveli,  açık üstü hanımeli çiçekleri ile donanmış kapısından içeri girip merdivenleri inerken karşıdaki Kız kulesi, adalar, Marmara’nın mavi suları olan çalışma niyetimizi bozup demirden yapılı üstü mermer yuvarlak masa etrafına oturup bir temiz buzlu beyaz şantiyeli uzun bardak içindeki kakao içkimizi yudumlar iken buraya ne için geldiğimizi unuttuk bile. Kısmet bugün böyle, deyip olan olmayan hülyalara dalıp birbirimize anlatıp duruyoruz. Nasıl olsa imtihanlara daha bir bütün bir ay var, Daha buraya kaç kere gelip kitap defter açmadan yalnız lak lak edip eve gideceğiz?

İmtihan ayı Haziran gelip çattı. Bu ay ekseri sıcaklar kendini göstermeğe başlar. Millet adaya modaya çıkıp şehirdeki evleri kapatmıştır. Ben sessizlikle ders çalışmayı seven bir tip olduğum için haftanın beş günü Kurtuluştaki naftalinlenmiş, güneşlikleri kapalı evde annemin yatak odasının penceresinin önüne portatif kontrplak masayı getirip perdeleri aralayıp evin bu taraftaki sessizlik ve serinlikten faydalanıp imtihanlara hazırlanmağa başladım.

Yemek meselesi benim için hiç bir zaman problem olmadı. Zira ben kendi kendine idare olabilen kişiyim. Hafta bitip Cuma akşamüstü her şeyi yerinde olduğu gibi bırakıp doğru köprüdeki ada vapurunun yan sıralarına oturup esen rahatlatıcı havayı akciğerlerime çeke, çeke hafta içindeki kazan olmuş kafamı dinlendiriyor, özlediğim annem, babam, kardeşim İzakı düşünüyorum.
Adada ders öğrenmek bahane arkadaşlar, plaj, Muhsin’in kahvesi, arada Büyükada, Yekta var iken ders nerede? Kafa nerede?

İmtihan günleri gelip çattı. Bazısı yazılı, bazısı sözlü... Sabahın köründe boş olan okul avlusunda arkadaşlarla toplanıp biraz oradan buradan, daha çok son noktaları rötuş ettikten sonra ayakları zor giden kurbanlık kuzular gibi bir bir imtihan odasına girip iki üç öğretmen karşısında sorulan suallere bazen kurulmuş motor hızı ile bazen kekeleyerek, bazen derin derin düşünerek veya düşünmeyerek biran evvel karşılarından siktir olup dışarıda oh çekmek için can atıyorum.
Her ne kadar oh çekmek istiyorsam da dışarda bekleyenlerin sual yağmuru otomatik olarak çıkanı bir daha imtihana sokuyor. Ne sordular? Öğretmenler sert mi? Mülayim mi? Sualler uzun mu? vs.vs.
Bu günkü imtihan geçti. Hadi bakalım herkes kendi evin, kendi köşesine yalnız veya beraber öğrendiği arkadaşıyla. Yarın yeni bir gün, yeni bir imtihan günü.

Bugün imtihan yazılı oluyor. Birbirimizle dışarda nerede kim kiminle? Kim kimin arkasında? Nasıl kopya geçireceğiz? Planları yapılırken bizler içeri çağırılıp dağıtılmağa başlayınca evdeki hesabın hiç çarşıya uymadığını gördük. Bütün bu güçlüğe rağmen zor anlarda birbirimize yardımcı olmağa bakıyoruz. Gayemiz hep beraber bu sınıfı bitir kendimize verdiğimiz sözü yerine getirip üniversiteye devam etmek. GİTMEK VAR DÖNMEK YOK. BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN.
Gaye hep birlikte başlamak ve bitirmek… Önümüzde hayatımızın en zor ve en zevkli devresi başlıyor.
Geçen bu on bir sene içinde tatlı, acı, hoş, çirkin, çocukluk, gençlik, Hasköy Musevi İlkokulu, ikinci karma ilkokulu ve nihayet Beyoğlu Bene Berit Lisesi engebelerini atlayıp kendime, etrafıma ve aileme vermiş olduğum sözü yerine getirmeye nihayet muvaffak oldum.
Bu geçen zaman ve seneler içinde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde siyasi sebeplerden dolayı orta halli zümreye tesir edebilecek politik, siyasi, iktisadi, meseleler bugüne gelebilmeme mani olamadığı gibi aksine beni ve arkadaşlarımı kamçılayıp daha azim ve istekle üniversite giriş imtihanlarına kadar getirdi.

Babamın son zamanlardaki kamyon işi ve Yemişteki yeni dükkânı maddi durumumuzu biraz olsun rahatlattı. Her ne kadar memlekette üniversite çok cüzi bir aidatla okunuyorsa da 19 yaşındaki bir gencin aylık masrafı kulak arkasına atılmayacak kadar. Bu yaşta baba eline bakmak hem güç hem de kolay değil. Bunu kendime kolaylaştırabilmek amacı ile bütün arkadaşlarım gibi lisenin başından beri vermekte olduğum hususi derslere devamla durumu idare etmeğe bakıyorum. Zamanlar kolay zamanlar değil Hal ve tavırlarımızla Avrupa ve Amerika gençliğine uyup onları taklit etme çabasındayız. Bu durum hayatımı zor duruma koyuyor.

Lise imtihanlarını bitirip diplomaları aldıktan ve ada sefasını sürdükten sonra bütün arkadaşlarla birlikte İstanbul Beyazıt Üniversite binasının giriş imtihanları harç yatırma kuyruklarına dadandık. Artık burada anlıyoruz ki şimdiye kadar bizi ellerimizden alacak ne ana ne de baba var. Burada bir sen varsın gerisi alnında ne yazılı ise.

Azim, istek, karar her şey var ama bu kadar müracaat edenlerin dokuz bini içinden yalnız altı yüzü alınacak. Söz verdiğimiz tıp fakültesine girmek için ŞANS VE ÇOK BÜYÜK ŞANS LAZIM. 

Bu dönemde imtihanları bitirdikten sonra bizim Musevi Lisesi son sınıf öğrencilerinden İzak Levi, Rafael Lombrozo, Salamon Benzeray, Yusuf Sevi tıp fakültesine yazılırken bizim bir dahaki döneme Menahem Barokas, Murat Behar iltihak ettiler. Giriş imtihanları için birçok fakültenın girişlerine herkes gibi müracaat ve imtihanlarına girdikten sonra kendimizi tıp fakültesi listesinde gördük. Giriş harcını yatırdıktan sonra bu işi başardığımız için arkadaşlar sarılıp birbirimizi tebrik ettik.
Bu muvaffakiyet her ne kadar bizlerin ise de aileler, akrabalar, komşu ve tanıdıklar bizler kadar bununla gurur ve seviniyorlar.

Bu günkü küçük azınlık içerisinde bu kadar adayını tıp fakültesine sokması Türkiye Yahudi Cemaatinde büyük bir muvaffakiyet ve gurur olayı olması lazımdır. Eskiden beri klişelenmiş olan, muvaffakiyet ve yüksek tahsil için para lazım, tezini bozan bu gerçeği ortaya koyduk.
Bu dönemde üniversiteye girebilen hemen hemen hepimiz orta halli, mali durumları yüksek olmayan Türk Yahudi terbiyesinin en iyi şeklini görmüş gençler olarak kendimize vermiş olduğumuz sözü yerine getirdik. Şimdi temennimiz önümüzdeki güçlük dolu engellerin aşılması, nasıl olacak? Hayat rüzgârı bizleri nereye savuracak? Bu engebeli dikenlerle dolu yolu nasıl yürüyeceğiz? Duraklamalar, geç kalmalar, tamamen durup terk etmek? Böyle durumlar karşısında kaldığımız takdirde nasıl hareket edeceğiz? Kırılacak mıyız? Birbirimize destek olup bu güçlükleri beraber yenmeğe gayret edecek miyiz? Egoistliğe takılıp arkaya bakmadan ilerleyecek miyiz? Yahudiliğimizden gurur duyup bunu etrafımıza hissettirecek veya saklayacak mıyız? Biz bu küçük Yahudi kitlesi böyle kalabalık büyük toplumda kendimizi sevdirecek ve saygı verip alabilecek miyiz? Bütün bunları zaman gösterecek. Korkumuz yok, inancımız var başaracağız.

Bu senenin bütün hoş, güzel yazı, üniversiteye giriş, adalar, modalar, çaçalar, rock and roll tvist, Yektalar, Değirmenler, her şey geldi geçti, şimdi hayat yarışı başlıyor. Açılış alışmadığımız bir tarih Ekim ayı. Tıp Fakültesi dendiği vakit hemen beyaz önlük, stetoskop boyunda, iki tak tak bir tık tık ile başlamıyor. İlkin F.K.B yani fizik, kimya, biyoloji. Okul Aksaray yokuşunun üstünde kırmızı tuğla ve betondan Koska Helvacısının karşısında koskoca bir komplex bir bina. İlk günün heyecanı ile ilk derse girmek üzere arkadaşlarla buluşuyoruz. Herkesin gittiği gibi bizlerde sorup, soruşturduktan sonra kendimizi koskocaman bir sinema, tiyatro salonunda buluyoruz. İlk şokumuz ortadaki insan kalabalığı ve hengâme. Ne kara tahta ne pencere. Kendimizden başka kimseyi tanımıyor köm köm etrafa bakıyoruz. Kulağa gelen çeşitli lehçelerle konuşmalar, askeri üniforma, çeşit çeşit giysiler kokular orda burada çarşaflar, diller.
Yaş ortalaması acayip, on dokuz elli arası. Duyulan diller arasında Kürtçeden Arapçanın en seslisi en santurlusu. Mısırlı, Suriyeli talebeler. Uzun uzun tek koltuklu oturma yerlerinin hepsi dolup taşıyor. Ne kadar olsa ilk gün ilk heves bu da geçecek. İleriki zamanda kim inek kim değil belli olacak.
Salonda büyük bir uğultu hüküm sürüyor. Ta ki hoca mikrofon önüne gelip söyleyeceğini söylemeğe başlaması ile uğultu nihayet azalır ve ilk ders başlar oldu. Dediğim gibi önümüzde kara tahta yerine beyaz perde ve hocanın önündeki cama yazdığı anlaşılması belirsiz yazı ve çizgileri var. Salonda daimi bir hareket var. Biri girer on kişisi çıkar, kimse kimseden hesap sormaz, serbest hür bir hayat üniversite. Peki, bu şekil öğretim ile bizler bu tıbbiyeyi nasıl bitireceğiz?

Artık her gün sat dokuzda fen fakültesi yolunu otobüs troleybüs ile teper hep birlikte salonda buluşup ders dinler dinlemez bir şekilde vakit geçirir sonunda karar kılınır. Hep birlikte bazılarımız hariç salondan çıkıp asıyoruz. Yönümüz ya hep birlikte yukarı üniversite bahçesinde oturup güneşleniyor veya hep birimiz bir tarafa dağılıyoruz.

Neticede hayat şimdilik zor görünmemesine rağmen maddi durum biraz karışık, her zaman cebe bakıp bir şeyler yapmak lazım o da hususi dersleri arttırmak. Zaman ilerledikçe okunacak ve öğrenilecek mevzular için kitaplar şimdilik ortada yok gibi. Bu kitapları ya Beyazıt’taki Sahaflar kitap çarşısındaki dükkânlardan kazara bulabildiğimiz veya artık suyu çıkmış saman kâğıdından on, on beş senelik bilgiler ihtiva eden, öğrencilerin sattıkları eski notlar ve kitaplar. Bütün bu havaya rağmen günlük hayatımıza devam ediyoruz.

Mühim problem olabilecek öğlen yemeği meselesini gayet kolay olarak halettik. Fen fakültesinin arka tarafında, yan sokaklardan birisinde küçük, temiz, leziz, ucuzdan halk lokantası, Bizim Veysel lokantasını keşfettik. Lokanta önü içerideki yemekleri gösteren camekân ve üstüne talaş serpilmiş birkaç beton basamakları indikten, Veysel’in önündeki yemek çeşidinden geçtikten sonra altı yedi tene tahta masa ve iskemlesi dağılmış, her masada dört kişi sıkışarak oturan içerisi dolu lokanta kısmına giriyoruz. Şimdiye kadar annemizin hazırladığı ev yemeklerinden bambaşka tatlar var.
Burada yeni yeni tadını alıp beğenmeğe ve alışmağa başladığımız Türk mutfak yemekleri İncik kebabı, Kadın Budu Köfte, İzmir Köfte, Patlıcan Kebap, Patlıcan Beğendi, Karnı Yarık, Patates Fırın Kuzulu, yani velhasıl ERMOZO ÇEŞİTİKO… 
 
Burada herkes o gün cebindeki paraya göre yemek yiyor. Kuru fasulye, pilav, lahana turşusu, çeyrek ekmek veya durum iyi ise kuzu incik fırında patatesli veya arpa makarna, su çeyrek ekmek, birde sonunda hoşaf, yani hem temiz hem leziz bizim Veysel lokantası. Bugün Süleymaniye Camii karşısındaki köşe aş evinde yemeğe karar verdik. Tıp kütüphanesi önünden geçip İstanbul Üniversite arka kapısından sonra arnavut taşı ile örülmüş küçük yokuştan indik. Dışarda saç çardağın altında ki kaldırımın önünde kırık tahta iskemle ve masalara yerleşirken olan dar yerden dolayı su şişeleri sandıklarını biraz itip yerleştik. İçerisi dar ve dop dolu. Hava hafif çiseliyor, mühim değil, neticede kuru pilav ve turşu yiyoruz. Gelen kurunun içinde şansın varise arada küçük kuzu eti parçaları düşebilir senin o günkü şansına bağlı. O gün ve her günkü gibi kimse ile öpüşmek derdimiz yok ise bir soğan patlatıp kuruya meze yapıyoruz. Bütün bu zevkli geçen yemek faslından sonra ağzımızı tatlandırmak için bizim İzakın fikri ile fen fakültesinin karşısındaki Koska Helvacısında baklava veya helva ile o günkü yemek sefası sona eriyor.

Yaşadığım bu devirde gerek Türk toplumu ve gerek Yahudi toplumu halen vals ve tango devrindeler. Bu gençliğin istekleri, ihtiyaçları olan hormonal değişikliğe bağlı olanları hiçe sayarak görmemezlikten gelip halen köşeye atılıp saklı tutulur vaziyette. Bunun kurbanlarından bir tanesi şimdilik yeni üniversite talebesi bizim Yusuf.

Üniversiteye başladığımdan bir sene oldu. Aile arkadaşlarımızdan ve aynı zamanda uzak akrabalığımız olan aile kızları ile söylediğim sebeplerden dolayı nişanlanmak zorunda kaldım. Bu nişanlılık baştan iyi bir şekilde devam etmeyeceği belli oluyor. Ailem talebeliğimden ve kızın şımarıklığından korkarken arkadaşlarım tarafından kız kabullenilmeyince, olan beraberlik falso verdikçe verdi. Sonunda bu işin bana zevk değil dert verdiğini hissettiğim anda karar verdim, ben bu nişanlılığı istemiyorum
Olayı ve isteğimi İzam arkadaşıma açıkladığımda hemen müspet okeyi aldıktan sonra nasıl halledileceği yolunda planlar sanki hazır idi. Karar TEKİRDAĞ.
Bu karar fakülteye gidip sabah derslerine girdikten sonra öğle saatlerinde yağmur bardaktan boşalırcasına olmasına rağmen Sirkeci otobüs durağına gidip hep beraber Dadi, İzak, Marko, Sami çocuk ve ben Tekirdağ yolculuğuna çıktık. Peki, neden Tekirdağ? Bizim Marko ve Sami çocuk Tekirdağlı, İstanbul’a en yakın uzak mesafe bu ve aynı zamanda orada yatıya gidebileceğimiz ve kafaları çekebileceğimiz yer.

Tekirdağ İstanbul’a iki saatlik mesafede. Marmara denizinin kıyısında küçük şirin bir şehir. Daha evvelinden bu yeri tanımış değildim. Bu şehirde çok eskiden beri bir Yahudi Cemaati olduğunu bilirdim. Son yıllarda artık Türkiye’de dağılmış, hepsi gibi buradaki cemaatin ailelerinin büyük bir kısmı da İstanbul’a göç ettiklerinden kalanlar ticaret sebeplerinden dolayı çok azaldılar. Bunlardan birileri de bizim Marko ve Sami çocuğun aileleri.

Otobüs yol aldıkça akşama nerede nasıl kafaları çekeceğimiz hakkında konuşurken etrafın karanlık bastığının farkında olmadan otobüsün durması ve kapıların açılıp dışarıdan içeriye soğuk havanın girmesi ile Tekirdağ’a vardığımızı fark ettik.

Dışarıda sicim sicim yağmur yağıyor. Yağmur çamur, görmeden Markonun evinin yolunu alıp güle, oynaya hiçbir şeye aldırmaksızın kendimizi evine attık.Aile fertleri ile tanışıp biraz sohbet ve kahve sefasından sonra akşam yatak dağılımını halledip planın ikinci kısmı olan meyhane faslına geldik. Marko ve Sami buranın yerlileri olmaları sebebi ile seçimi onlar yaptılar. Bütün bu hazırlıklar yapıldıktan sonra karar daha da katılaştı.
BEN NİŞANLIMDAN AYRILIYORUM.

Bütün bu geçen zaman zarfında içim rahat değil. Ben kimseye haber vermeden buraya geldim, annem, babam merak edip beni arayıp bulamazlar ise halleri ne olur? Bu olay ile babamla çok samimi arkadaşının arası ne olacak? Acaba doğru hareket ediyor muyum? Peki, bu kaçışa ne lüzum var, istemediğini söyle ve bitir.
KONLOS TUYOS KOMES I BEVAS, ALIŞVERİŞ NO TENGAS. YA TUVIMOS NE YAPALIM?

Meğer bizim İzak bunu ayarlamadan evvel benden habersiz bizim pedere olan samimiyetine dayanarak planı açmış, söylemiş ve bende kendimi burada yiyip bitiriyorum. Dışarısının soğuk, yağmurlu, loş ışıklarla aydınlatılmış çamurlu yollarından birbirimize gülerek takılarak meyhanenin kapısına geldik. Karar bu akşam zom olmak. Kapıyı açıp içeriye girdiğimizde Marko yerlisi olması sıfatı ile garsonlarla ve sahibi ile bir şeyler söylendikten sonra köşedeki masayı donattırdı. Havada kalın bir sigara dumanı, gramofonda eski bir nağme: ÇİLE BÜLBÜLÜM ÇİLE.

Artık saatlerin nasıl geçtiğinin farkında olmadan Dadinin ağlaması, benim nişanlılık hikâyelerim ve halimiz o biçim zil zurna, kahkahalar, şamatalar, şarkılar nihayet karar kılındı çıkıyoruz. Kendimizi meyhanenin kapısından dışarı atığımızda dışarda halen soğuk ve yağmurun dinmediğini anladık. Gecenin nasıl geçtiği, hangi evde yatıp, uyuyup uyumadığımız belli olmadan sabah İstanbul yolunu tuttuk. Ne biçim bir zamanda yaşıyoruz? Bizler hep böyle beraber kalıp birbirimizle gülecek eğlenecek miyiz? Hiç zaman akmayacak mı? Yaşlanıp saçlar ağardığı vakit bu anları hatırlayıp bir hoş oh çekecek miyiz? Bu anları görmek istemeyecek miyiz? Hani nerede fotoğraf? Hani nerede fotografçı?

Tekirdağ dönüşü direkt sabahleyin Sirkeci garından otobüse ve doğru üniversite sıralarına... Dersler bitip akşama eve geldiğimde annemden hafif bir fırça yedikten sonra olay yavaş yavaş unutulup gitti, olan babama oldu. En samimi arkadaşını benim yüzümden kaybetmişti.













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder