20 Ocak 2014 Pazartesi

01- Yeni Bir yaşam



Zaman tüneline girmiş trenin pencere camına dayanmış,  karşı siyah şeride dalmış hayal meyal önümden geçen görüntüler peydahlanıp, netleştikçe geçen zaman içinde hayatın ne kadar çabuk geçip aktığını hissediyorum. Trenin ilerdeki beyaz noktaya son hızla ilerlediğini görüyor ve bu hızın yavaşlaması için dua ediyorum. Aniden trenin yavaşladığını hissettim. Artık geçen hayat şeridini daha yakından görmek, incelemek, hatırlamak o anları tekrar yaşamak, olan yanlışları görüp düzeltmek, doğrulamak tasdik edip etmemek,  tekrar o zevki tatmak, üzüntü, kederleri tekrar paylaşmak arzusu, içimi bir hoş ediyor.
Trenin hızını yavaşlatmak ancak kondüktörün kazana atacağı kömüre, vereceği sigara molasına bağlı. Ne korkunç bu arzu, bütün geçenleri bir daha yaşamak hissetmek, gülmek, ağlamak, bağırıp haykırmak, koşmak, oynamak…
Olaylar İstanbul Haliç’in sol yakasının Fener ile Eyüp Ayvansaray semtleri arasında sıkışmış çok eski mazisi olan Balat’ta geçiyor. Mazisinin eskiliği, sinesinde barındırdığı cami, kilise, Sinagoglarına bakılırsa epey eski bir semt. Yazılanlara, söylenenlere bakılırsa Balat’ın tarihçesi İstanbul fethinden evveli Bizans İmparatorluğuna uzanır. Bütün bu tarihten kala kala yıkıntı ve eski Balat’ın dışını saran Fatih Sultanın İstanbul fethinden kalan eski yıkık, dökük harap olmuş Bizans’ın surlardır. Daha sonraki Osmanlı devrinden Fenerdeki Rum Patrikhanesi, Balat dışındaki Yahudi Hasta hanesi, Fenerdeki kıyıya yakın Bulgar Kilisesi ve Mimar Sinan tarafından inşa edilen Balat içindeki Tahta Minare Camiidir. Ahalisi böyle görüldüğü gibi birbirleri ile iç içe girmiş lezzetli bir karışık güveç. Herkes birbirini sever, sayar hürmet verip böyle gelmiş böyle gider burada.
Bebeklik ve ilk çocukluk çağımı hayal meyal görüntülemeğe çalışırken annem, babam, dost ve akrabanın ne kadar genç, sevinçli olduklarını görüyor, onlarla birlikte sekiz sene sonraki evliliğin meyvesini görmekle, bende onlar kadar heyecanlanıyor, seviniyorum. İmkânlar o kadar dar ki bunları tasdik edecek fotoğraf makinesi burada, bu zamanda ne arar, yazık.
Seneler birbirini şelaleden akan su gibi takip ediyor ise bile, Balat’ta hayat yavaş geçer, yenilikler yok denecek kadar azdır. Öyle bir yaştayım ki benim akranlarımla mestra dedikleri yuvaya madam Elizaya gitmek mecburiyeti başa geldi. Elimde ahtar Robert’ten satın alınmış siyah küçük kara tahta ve uzun ince beyaz tebeşirlerle nihayet disiplinli madam Eliza’ya teslim edildim. “Eti benim kemiği senin’’ prensibine göre kurbanlık oldum.
Balat’ta en büyük eğlence ailelerin birbirlerine ziyaretleri, bayramlar, seyranlar, mahalle meydanlarında atlıkarınca, ayıcının ayısı, kayık salıncaklar, tek kapalı ağır kırmızı büyük perdesini açıp kapatan Milli Sineması ve yazın tahta iskemleleri sıralanmış Çiçek Sineması…
Amcalarım, teyzelerim, büyük annem, komşular, tanıdık, dost akrabalar bu çocuğun kaprislerini yerine getirmek için birbiri ile yarıştıklarını görmek ne kadar hoş, ne kadar güzel...
Zaman İkinci Dünya savaşı sonu ve herkes çok zor olan ekmeğin peşinde… Aileye kızıl saçlı, kartopu kadar beyaz tenli kardeşim doğdu. Tarih 1947 Haziranı. Herkes memnun ve bahtiyar, evin içi sevinç ve heyecan dolu… Denildiği gibi doğan çocuk kendisi ile şansını ve nafakasını getirir. Bu heyecan, bu sevinç içinde aile fertleri arasında bir fısıldamaya ortak oluyorum, o da çok az bir müddet yaşayan zavallı küçük kız kardeşimin mevzusu kısa ve öz olarak konuşulup bitirildi.
Yaşanan hayat çok basit te olsa insanlar hoş genç, dinamik, ilerisi meçhul olan bir yolda yürüyüp giderler. Zaman bu ahenkle akar dururken birden, memlekete propaganda çılgınlığı sonucu olsa gerek apar topar Yahudiler arasında İsrail’e göç etme sloganı ortaya çıkar.
Ailede konuşmalar, tartışmalar ağlamalar, sızlamalar, son karar İsrail’e göç kararı alınır. Bu anda kendimi ailemle birlikte Galata vapur iskelesinde kısa pantolon, beyaz kısa kol gömlek, annem çiçekli ince kumaştan elbisesi kucağında kardeşim bohçalanmış, gözlerinden akan ayrılık yaşları sessiz sesle etrafındaki akraba ve yakınlara konuşur,  köşede dayılarımla konuşmağa dalmış genç siyah çerçeveli kalın yuvarlak camlı gözlüklü babama neden?  Niçin? Sorusunu sormak, cevap almak istiyorum.  Acaba bu soruma bu anda cevabı olur mu? Bilmem!
Vapur o rıhtımda çocuğun gözünde sanki bir dev, içine insanları yutan bir ejderha. Herkes biran evvel güverteye çıkmış kimi mendil, kimi el sallıyor, kimi sessizce uzaklardan görünen Galata Kulesine gözlerini dikmiş sessizce ağlıyor, mırıldanıp duruyor. Nereye gidiyoruz? Ne yapıyoruz? Tanrım bizleri unutma, koru.
Siyah beyaza boyanmış vapur artık yolcularını, yükünü almış, rıhtıma dayanmış iskelelerini yukarı çekmiş, önden, arkadan vapuru rıhtıma bağlayan kalın halatlar kalkmış, birbiri arkası iki kalın ürpertici düdük işittikten sonra yavaş yavaş rıhtımdan uzaklaşmağa başladığı anda, bir anlık sessizlikten sonra rıhtımdan vapura, vapurdan rıhtıma yanık sesler, mendiller sallanır.
Vapur artık Sarayburnu açıklarında...  Rıhtımdaki dost, akraba, komşular, çoluk, çocuğun mendil, kol salladıkları hayal meyal görülür. Herkes bir hoş olmuş,  kimi ağlar, kimi düşünür durur, kimi çocuğunu aramakla meşgul, vapur rıhtımdan bir nokta, rıhtım vapurdan siyah bir çizgi gibi görülür.
Sekiz gün yedi gece bazen hoş anlar, bazen dalgalar, bazen kusmalardan sonra en nihayet sabaha karşı karşıdan kara görünür. Vapur ahalisi kimi güverteye kimi lomboz pencerelerinden baş çıkarıp Hayfa, Hayfa deyip haykırır. Babam, annem sessizdirler.
Vapur epeyce karaya yaklaşmıştır karşıdan yeşilliklere bürünmüş Hayfanın Karmel tepeleri. Büyük ideallerle gelmiş, bunca asırlar Türk topraklarında doğmuş, büyümüş, yaşamış, ailelerinin bir kısmını oralarda bırakmış bu insanları ne bekliyor? Meçhul! Bilinmez!
Annem tekrar ince kumaş çiçekli elbisesini, babam kısa kollu beyaz gömleğini giyer, beni de kısa kollu gömlek pantolonla giydiren annem, kardeşimi bohça yapmış koynunda, babam kahve siyah renkli valizlerle vapurdan çıkmak için ağır ağır sallanan merdivenden inip dışarıya doğru kalabalığa yürüyorlar.
Biz sana geldik İSRAİL...
Artık arkaya bakmak için ne vakit, nede düşünce kaldı galiba. Limanda bir hengâmedir gidiyor, Etrafta yalnız tefilla kitabında okunan, anlamadıkları bir acayip lisan bu insanları bazen güldürürken bazen derdini anlatmak isteyenleri küplere bindiriyor. Sağdan soldan bağırışımalar, çağrışmalar ve en nihayet uzun burunlu gri sarı renkli acayip otobüslere bindirilerek, uzun olmayan vücutların ter içinde yüksek sesle birbirine hitap eden heyecan dolu insanlarla dolu tık nefesli otobüs, etrafı huni şeklindeki çadırlarla dolu tahta bir baraka önünde boşaltır. Çocuklar o Allah’ın sıcağında ağlamalar sızlamalar, anneler artık sabırları kıttır ya çocuk kolundan çekilir veya kafaya hafif bir el iner. Etrafı bir curcuna alıp götürürken, tahta kulübenin kapısından çıkanların ellerinde acayip çilteler, kap kaçaklarla, brezent bezinden yapılmış huni biçimli çadırlara yerleştiriliyorlar.
Çocuklar her zamanki gibi, onlar en kolay her şarta alışanlardır. Zira onları birkaç şekerle satın almak kolay. Her taraf hamam gibi cehennem sıcağı ile kavruluyor, herkesin eli, kolunun tersi alın terini silmeye çalışıyor. Zaman zor, memleket çok daha zor...
Akşam inmek üzere, o kavurucu sıcak nispeten hafifler gibi iken annem yatacağımız çiltelerin üstüne çarşafa benzer yeşil gri renkte bir kumaş sererken, güneşten kızarmış yanaklarından aşağıya inen gözyaşlarını görüyor bende onunla beraber sessizce ağlıyorum.

Şu anda bir çocuk olarak ne kadar isterdim Balattaki mahallemizde arkadaşlarımla beraber çember, saklambaç, kuka, olmasa da kızlarla seksek oynayayım. Bu kampın içi birçok çocukla dolup taşıyor her biri bir lisan konuşuyor, anlaşmak zor, hangi oyunu isteyeyim, hangisini oynayayım.
Babam geldiğimiz ilk günden beri ortalıkta pek görünmez olmuştu. Arada göründüğünde de daima düşünceli ve sessiz. Küçük çocuk bunları görür,  bilir, anlar, anlatmaz susar.
Günler, günleri, haftalar, ayları kovalar ve nihayet çadırı bırakma haberi gelir. Yeni evimize gidiyoruz.
Yeni evimiz Tirat Akarmel köyünde. Alınacak götürülecek pek fazla eşya yoktur, buradaki göçümüz çok daha kolay, ayrılırken özleyeceğimiz fazla güzel hatıralar yok. Ancak buranın fotoğrafını zihnime yerleştirip belki bir gün hatırlar anlatırım.
Basit bohçalar ve sohnutun verdiği şilte ve yataklarla 1948 harbinde, savaş sonunda Araplar tarafından terkedilmiş, harabeye dönüşmüş Tira köyüne geldik. Yıkık dökük acayip taşlardan yarı yıkılmış setleri geçerek evimiz olacak yıkıntılar arasında her tarafı siyah gri renk almış büyük taşlarla örülmüş eğri yıkık duvarlardan yapılmış, ahıra benzer, damı düz bir büyük oda, işte yeni evimiz. Gülelim mi? Ağlayalım mı? Sevinelim mi? Çadırdan daha iyi değil mi? Hava sıcak yine, rüzgâr hak getire, kapı pencere arama çünkü yok, her şey sil baştan, haydi bakalım sıva kollarını anneciğim, yallah...
Peki, kim bütün bunları yapacak? Kim anneme kuvvet verip güçlendirecek? Babam bir köşeye çekilmiş susar, düşünür düşünür susar.
Böyle zamanlarda çocuk olmak çok daha kolay… Her şeye uyar, hem oyununu, hem arkadaşını bulup bu zor anları bazen hisseder, fakat çabuk unutur, büyür, gelişir.
Gelen aileler içinde Türkiye’den başka örf adetleri değişik, kimi Romanya’dan, kimi Polonya’dan soykırımdan çıkan, kimi Irak, kimi Suriye’den, kimi Rusya’dan, Maroko’dan, kimi Yemen’den anlayacağın tekrar Nuh zamanı. Nasıl aranmasın bizim boklu, çamurlu Balat’ımız…
Yer küçük, insanlar harap, para kazanıp geçinmek güç. Hayfa limanında adamın olursa iş bulur ya topal, yaralı, ya sedyede ölü olarak eve dönen, ya da Allah’ın köründe kalkıp LISKAT AVODA denilen barakadan iyilik yapan birisinin sayacağı isimlerle yol yapımında iş bulan şanslı babalar, akşam ayakları yanmış olarak evlerin dört duvarına dönen babalar.
Susarız, sessizce onları seyrederiz. Annem evi, ev haline getirmeye başlıyor. Tuvalet bahçede olsa bile evde hafif bir sevinç emareleri var olmağa başlamıştır. Artık yeşil gözlü Grundig radyomuz var. Duvarlara sıva çektikten sonra açık mavi, üstünde kırmızı gül yeşil yapraklı buketlerle donatan Romanyalı badanacı gitmiş,  evimizi bir gül bahçesi kadar güzel yapmıştı. Annemin yüzü güler oldu. Ev misafir kabul eder hale geldi. Artık evin kapı ve pencereleri de mevcut. Yaş ilerledi okula gitme zamanı geldi. Peki, bu çocuk hangi okula gidecek? Büyük bir problem!
Mapay okuluna mı? Mizrahi okuluna mı? Arkadaşlarım Mizrahi okulunda şeker alıyorlar, ben de bu okula gitmeye karar aldırdım.
Bütün bu olayları gelecek zamanlarda görebilmek hatırlayabilmek için ne olur bir küçük fotoğraf makinesi?  Ne gezer, yokluk zamanı (SENA) millet vesika ile yemek alırken nereden de ben fotoğraftan bahis ediyorum. Dedik ya çocuk, ne yaparsın büyüyecek, bunları anlatacak, kimse inanmak istemeyecek, ona koyacak. Bir hoş olacak.

Köydeki yaşantı bazen hoş, bazen üzücü, bazen hasret dolu anlar içinde geçerken annem ve babamın kardeş ve akrabaları köye yerleşmeye başladılar. Bu durum anne ve babamı bir hayli rahatlattı, artık yalnız değillerdi.
Sabah olmuş babam çok erken saatlerde evden çıkıp LİSKAT AVODA’nın vermiş olduğu taş kırıp yol yapmak işine gitti. Öğlen saati annem elime vermiş olduğu çıkınla dağ başındaki yol yapımında çalışan babama yolladı.
Çıkını sallaya sallaya vardığımda gözlerim babamı aramaya başladı ve karşımda hiç unutamayacağım acı tablo göründü.
Eve gidip gelmeler ile evde Türkçe, İspanyolca duyulur oldu. Birinci yerleşim senesinin sonlarına doğru, babam nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde İstanbul’dan tanıştığı arkadaşı ile birlikte köyün giriş caddesinin içinde, "İstanbul Pazarı" bakkal dükkânını ortak olarak açtılar. Dükkân İngilizlerden kalan mallarla donatıldı. İş başladı, raflar epey malla yüklü, müşteriler dost, ahbap, akraba. Babamın yüzü güler oldu. Her işten dönen, dükkânda mola verip hafif sohbet, muhabbet, gündüzün karısı alışverişini yapmadı ise,  alacağını alır, yoluna devam eder, hesap deftere yazılır. Bu ahenk altı yedi ay sonunda değişmeğe başladı. Akrabalar sohbet etmekle geçinip, eke bile almaz oldular. Nasıl alsınlar? Mallar azaldı, lüzumlu mallar yalnız partiye bağlı bakkallardan (SALHANIYA) almak mümkün... Peyniri almışken ekmek de alınır. Bizim Nesim ekmeklerini evine mi götürsün?
Nesim Efendiyi tekrar dükkân kapısında oturmuş düşünür, susar, düşünür gören ben küçük çocuk ta olsam çok üzücü... Bu durum sönmekte olan yanan mum gibi bir sene daha devam etti. Ben dokuz, kardeşim beş yaşında, evde güleryüz görmek zor. Yapılan bütün gayretler netice vermiyor. Babam çok dürüst bir insan, dürüstlük böyle bir yerde ve zamanda böyle insanlara azap çektiriyor.
Artık durum çekilmez hale gelmiştir. Bir günün akşamında biz çocuklar büyük odada yatmış yarı uyuyor iken aniden küçük mutfaktaki odada annemin, babamın sessizce konuşmaları arasında annemin acı, acı ağlayışını, burnunu dolduran gözyaşlarını çekip çekip yutkunduğunu hissediyor yatakta bir sağa, bir sola dönüyor sessizce onunla beraber ağlıyor, ağlıyorum.
Böyle bir zamanda tekrar sabah olmuştu. Babam bavulu elinde annemle vedalaştıktan, bizleri öpüp sardıktan gözlerinden süzülen yaşları silerken Haifa otobüsüne binip onunla beraber uzaklaşıp kayboldu.
Peki, bu kadın bu iki küçük çocukla ne yapar? Nasıl geçinir? Dükkân ne olacak? Kim bütün kalan şeylerle uğraşacak? Böyle bırakıp gitmek olur mu? Annem olacak kadın ne kadar kuvvetli olabilir? Bu cefa nedir? Neden her şeyi bırakıp geldik buralara? Bizi kovan mı oldu? Nerede vaatler? Nerede Siyonizm? Gelecek sene Yeruşalayimde!!!  Geldik, gördük, yaşadık. Dönüyoruz!!!
Bizler yalnız, babamdan haber iki hafta sonra ulaşır. Varır varmaz geri dönüp yerleşmek için iş ve ev aramağa başlamış denir. Babam her ne kadar göstermez ise de annemi bütün kalbi ile seven, ailesini onun en kutsal şeyi sayan, mütevazı, ciddi, karşısındaki insana insan hürmeti veren ve bunu aynı şekilde karşısındaki insandan bekleyen bir zat. Böyle olunca bu sıkı anda bunun semeresini eski komşumuz, orta yaşlarda henüz evlenmemiş, kendini mahzurlu erkek kardeşine adamış, akrabamız gibi saydığımız Eliza Teyzemiz babamı İstanbul’a vardığında karşılayanlar arasında idi. Bütün hikâyeyi dinledikten sonra Babama, yarından tezi yok kendine İstanbul’da geçinebileceğin küçük bir dükkân ara sen benim ağabeyim kadar sevdiğim, saydığım kimsesin, bunun için lüzumlu parayı ben sana vereceğim, kazandıkça ödersin der destek olur. Bu kadını hayat boyunca ne babam, ne annem, ne de bizler karşılıksız iyiliğini unutmadık, bu kadını sevdik, saydık,  aradık. Ne demişler iyi dost kötü günün dostudur!!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder