Zaman tüneline
girmiş trenin pencere camına dayanmış, karşı siyah şeride dalmış hayal
meyal önümden geçen görüntüler peydahlanıp, netleştikçe geçen zaman içinde
hayatın ne kadar çabuk geçip aktığını hissediyorum. Trenin ilerdeki beyaz
noktaya son hızla ilerlediğini görüyor ve bu hızın yavaşlaması için dua
ediyorum. Aniden trenin yavaşladığını hissettim. Artık geçen hayat şeridini
daha yakından görmek, incelemek, hatırlamak o anları tekrar yaşamak, olan
yanlışları görüp düzeltmek, doğrulamak tasdik edip etmemek, tekrar o
zevki tatmak, üzüntü, kederleri tekrar paylaşmak arzusu, içimi bir hoş ediyor.
Trenin hızını
yavaşlatmak ancak kondüktörün kazana atacağı kömüre, vereceği sigara molasına
bağlı. Ne korkunç bu arzu, bütün geçenleri bir daha yaşamak hissetmek, gülmek,
ağlamak, bağırıp haykırmak, koşmak, oynamak…
Olaylar İstanbul
Haliç’in sol yakasının Fener ile Eyüp Ayvansaray semtleri arasında sıkışmış çok
eski mazisi olan Balat’ta geçiyor. Mazisinin eskiliği, sinesinde barındırdığı
cami, kilise, Sinagoglarına bakılırsa epey eski bir semt. Yazılanlara,
söylenenlere bakılırsa Balat’ın tarihçesi İstanbul fethinden evveli Bizans
İmparatorluğuna uzanır. Bütün bu tarihten kala kala yıkıntı ve eski Balat’ın
dışını saran Fatih Sultanın İstanbul fethinden kalan eski yıkık, dökük harap
olmuş Bizans’ın surlardır. Daha sonraki Osmanlı devrinden Fenerdeki Rum
Patrikhanesi, Balat dışındaki Yahudi Hasta hanesi, Fenerdeki kıyıya yakın
Bulgar Kilisesi ve Mimar Sinan tarafından inşa edilen Balat içindeki Tahta
Minare Camiidir. Ahalisi böyle görüldüğü gibi birbirleri ile iç içe girmiş
lezzetli bir karışık güveç. Herkes birbirini sever, sayar hürmet verip böyle
gelmiş böyle gider burada.
Bebeklik ve ilk
çocukluk çağımı hayal meyal görüntülemeğe çalışırken annem, babam, dost ve akrabanın
ne kadar genç, sevinçli olduklarını görüyor, onlarla birlikte sekiz sene
sonraki evliliğin meyvesini görmekle, bende onlar kadar heyecanlanıyor,
seviniyorum. İmkânlar o kadar dar ki bunları tasdik edecek fotoğraf makinesi
burada, bu zamanda ne arar, yazık.
Seneler birbirini
şelaleden akan su gibi takip ediyor ise bile, Balat’ta hayat yavaş geçer,
yenilikler yok denecek kadar azdır. Öyle bir yaştayım ki benim akranlarımla
mestra dedikleri yuvaya madam Elizaya gitmek mecburiyeti başa geldi. Elimde ahtar
Robert’ten satın alınmış siyah küçük kara tahta ve uzun ince beyaz tebeşirlerle
nihayet disiplinli madam Eliza’ya teslim edildim. “Eti benim kemiği senin’’
prensibine göre kurbanlık oldum.
Balat’ta en büyük
eğlence ailelerin birbirlerine ziyaretleri, bayramlar, seyranlar, mahalle
meydanlarında atlıkarınca, ayıcının ayısı, kayık salıncaklar, tek kapalı ağır
kırmızı büyük perdesini açıp kapatan Milli Sineması ve yazın tahta iskemleleri
sıralanmış Çiçek Sineması…
Amcalarım,
teyzelerim, büyük annem, komşular, tanıdık, dost akrabalar bu çocuğun
kaprislerini yerine getirmek için birbiri ile yarıştıklarını görmek ne kadar
hoş, ne kadar güzel...
Zaman İkinci Dünya
savaşı sonu ve herkes çok zor olan ekmeğin peşinde… Aileye kızıl saçlı, kartopu
kadar beyaz tenli kardeşim doğdu. Tarih 1947 Haziranı. Herkes memnun ve
bahtiyar, evin içi sevinç ve heyecan dolu… Denildiği gibi doğan çocuk kendisi
ile şansını ve nafakasını getirir. Bu heyecan, bu sevinç içinde aile fertleri
arasında bir fısıldamaya ortak oluyorum, o da çok az bir müddet yaşayan zavallı
küçük kız kardeşimin mevzusu kısa ve öz olarak konuşulup bitirildi.
Yaşanan hayat çok
basit te olsa insanlar hoş genç, dinamik, ilerisi meçhul olan bir yolda yürüyüp
giderler. Zaman bu ahenkle akar dururken birden, memlekete propaganda
çılgınlığı sonucu olsa gerek apar topar Yahudiler arasında İsrail’e göç etme
sloganı ortaya çıkar.
Ailede konuşmalar,
tartışmalar ağlamalar, sızlamalar, son karar İsrail’e göç kararı alınır. Bu
anda kendimi ailemle birlikte Galata vapur iskelesinde kısa pantolon, beyaz
kısa kol gömlek, annem çiçekli ince kumaştan elbisesi kucağında kardeşim
bohçalanmış, gözlerinden akan ayrılık yaşları sessiz sesle etrafındaki akraba
ve yakınlara konuşur, köşede dayılarımla konuşmağa dalmış genç siyah çerçeveli
kalın yuvarlak camlı gözlüklü babama neden? Niçin? Sorusunu sormak, cevap
almak istiyorum. Acaba bu soruma bu anda cevabı olur mu? Bilmem!
Vapur o rıhtımda
çocuğun gözünde sanki bir dev, içine insanları yutan bir ejderha. Herkes biran
evvel güverteye çıkmış kimi mendil, kimi el sallıyor, kimi sessizce uzaklardan
görünen Galata Kulesine gözlerini dikmiş sessizce ağlıyor, mırıldanıp duruyor.
Nereye gidiyoruz? Ne yapıyoruz? Tanrım bizleri unutma, koru.
Siyah beyaza
boyanmış vapur artık yolcularını, yükünü almış, rıhtıma dayanmış iskelelerini
yukarı çekmiş, önden, arkadan vapuru rıhtıma bağlayan kalın halatlar kalkmış,
birbiri arkası iki kalın ürpertici düdük işittikten sonra yavaş yavaş rıhtımdan
uzaklaşmağa başladığı anda, bir anlık sessizlikten sonra rıhtımdan vapura,
vapurdan rıhtıma yanık sesler, mendiller sallanır.
Vapur artık
Sarayburnu açıklarında... Rıhtımdaki dost, akraba, komşular, çoluk,
çocuğun mendil, kol salladıkları hayal meyal görülür. Herkes bir hoş
olmuş, kimi ağlar, kimi düşünür durur, kimi çocuğunu aramakla meşgul,
vapur rıhtımdan bir nokta, rıhtım vapurdan siyah bir çizgi gibi görülür.
Sekiz gün yedi
gece bazen hoş anlar, bazen dalgalar, bazen kusmalardan sonra en nihayet sabaha
karşı karşıdan kara görünür. Vapur ahalisi kimi güverteye kimi lomboz
pencerelerinden baş çıkarıp Hayfa, Hayfa deyip haykırır. Babam, annem
sessizdirler.
Vapur epeyce
karaya yaklaşmıştır karşıdan yeşilliklere bürünmüş Hayfanın Karmel tepeleri.
Büyük ideallerle gelmiş, bunca asırlar Türk topraklarında doğmuş, büyümüş,
yaşamış, ailelerinin bir kısmını oralarda bırakmış bu insanları ne bekliyor?
Meçhul! Bilinmez!
Annem tekrar ince
kumaş çiçekli elbisesini, babam kısa kollu beyaz gömleğini giyer, beni de kısa
kollu gömlek pantolonla giydiren annem, kardeşimi bohça yapmış koynunda, babam
kahve siyah renkli valizlerle vapurdan çıkmak için ağır ağır sallanan
merdivenden inip dışarıya doğru kalabalığa yürüyorlar.
Biz sana geldik
İSRAİL...
Artık arkaya
bakmak için ne vakit, nede düşünce kaldı galiba. Limanda bir hengâmedir
gidiyor, Etrafta yalnız tefilla kitabında okunan, anlamadıkları bir acayip
lisan bu insanları bazen güldürürken bazen derdini anlatmak isteyenleri küplere
bindiriyor. Sağdan soldan bağırışımalar, çağrışmalar ve en nihayet uzun burunlu
gri sarı renkli acayip otobüslere bindirilerek, uzun olmayan vücutların ter
içinde yüksek sesle birbirine hitap eden heyecan dolu insanlarla dolu tık
nefesli otobüs, etrafı huni şeklindeki çadırlarla dolu tahta bir baraka önünde
boşaltır. Çocuklar o Allah’ın sıcağında ağlamalar sızlamalar, anneler artık
sabırları kıttır ya çocuk kolundan çekilir veya kafaya hafif bir el iner.
Etrafı bir curcuna alıp götürürken, tahta kulübenin kapısından çıkanların
ellerinde acayip çilteler, kap kaçaklarla, brezent bezinden yapılmış huni biçimli
çadırlara yerleştiriliyorlar.
Çocuklar her
zamanki gibi, onlar en kolay her şarta alışanlardır. Zira onları birkaç şekerle
satın almak kolay. Her taraf hamam gibi cehennem sıcağı ile kavruluyor,
herkesin eli, kolunun tersi alın terini silmeye çalışıyor. Zaman zor, memleket
çok daha zor...
Akşam inmek üzere,
o kavurucu sıcak nispeten hafifler gibi iken annem yatacağımız çiltelerin
üstüne çarşafa benzer yeşil gri renkte bir kumaş sererken, güneşten kızarmış
yanaklarından aşağıya inen gözyaşlarını görüyor bende onunla beraber sessizce
ağlıyorum.
Şu anda bir çocuk
olarak ne kadar isterdim Balattaki mahallemizde arkadaşlarımla beraber çember,
saklambaç, kuka, olmasa da kızlarla seksek oynayayım. Bu kampın içi birçok
çocukla dolup taşıyor her biri bir lisan konuşuyor, anlaşmak zor, hangi oyunu
isteyeyim, hangisini oynayayım.
Babam geldiğimiz
ilk günden beri ortalıkta pek görünmez olmuştu. Arada göründüğünde de daima
düşünceli ve sessiz. Küçük çocuk bunları görür, bilir, anlar, anlatmaz
susar.
Günler, günleri,
haftalar, ayları kovalar ve nihayet çadırı bırakma haberi gelir. Yeni evimize
gidiyoruz.
Yeni evimiz Tirat
Akarmel köyünde. Alınacak götürülecek pek fazla eşya yoktur, buradaki göçümüz
çok daha kolay, ayrılırken özleyeceğimiz fazla güzel hatıralar yok. Ancak
buranın fotoğrafını zihnime yerleştirip belki bir gün hatırlar anlatırım.
Basit bohçalar ve
sohnutun verdiği şilte ve yataklarla 1948 harbinde, savaş sonunda Araplar
tarafından terkedilmiş, harabeye dönüşmüş Tira köyüne geldik. Yıkık dökük
acayip taşlardan yarı yıkılmış setleri geçerek evimiz olacak yıkıntılar
arasında her tarafı siyah gri renk almış büyük taşlarla örülmüş eğri yıkık
duvarlardan yapılmış, ahıra benzer, damı düz bir büyük oda, işte yeni evimiz.
Gülelim mi? Ağlayalım mı? Sevinelim mi? Çadırdan daha iyi değil mi? Hava sıcak
yine, rüzgâr hak getire, kapı pencere arama çünkü yok, her şey sil baştan,
haydi bakalım sıva kollarını anneciğim, yallah...
Peki, kim bütün
bunları yapacak? Kim anneme kuvvet verip güçlendirecek? Babam bir köşeye çekilmiş
susar, düşünür düşünür susar.
Böyle zamanlarda
çocuk olmak çok daha kolay… Her şeye uyar, hem oyununu, hem arkadaşını bulup bu
zor anları bazen hisseder, fakat çabuk unutur, büyür, gelişir.
Gelen aileler
içinde Türkiye’den başka örf adetleri değişik, kimi Romanya’dan, kimi
Polonya’dan soykırımdan çıkan, kimi Irak, kimi Suriye’den, kimi Rusya’dan,
Maroko’dan, kimi Yemen’den anlayacağın tekrar Nuh zamanı. Nasıl aranmasın bizim
boklu, çamurlu Balat’ımız…
Yer küçük,
insanlar harap, para kazanıp geçinmek güç. Hayfa limanında adamın olursa iş
bulur ya topal, yaralı, ya sedyede ölü olarak eve dönen, ya da Allah’ın köründe
kalkıp LISKAT AVODA denilen barakadan iyilik yapan birisinin sayacağı isimlerle
yol yapımında iş bulan şanslı babalar, akşam ayakları yanmış olarak evlerin
dört duvarına dönen babalar.
Susarız, sessizce
onları seyrederiz. Annem evi, ev haline getirmeye başlıyor. Tuvalet bahçede
olsa bile evde hafif bir sevinç emareleri var olmağa başlamıştır. Artık yeşil
gözlü Grundig radyomuz var. Duvarlara sıva çektikten sonra açık mavi, üstünde
kırmızı gül yeşil yapraklı buketlerle donatan Romanyalı badanacı gitmiş,
evimizi bir gül bahçesi kadar güzel yapmıştı. Annemin yüzü güler oldu. Ev misafir
kabul eder hale geldi. Artık evin kapı ve pencereleri de mevcut. Yaş ilerledi
okula gitme zamanı geldi. Peki, bu çocuk hangi okula gidecek? Büyük bir
problem!
Mapay okuluna mı?
Mizrahi okuluna mı? Arkadaşlarım Mizrahi okulunda şeker alıyorlar, ben de bu okula
gitmeye karar aldırdım.
Bütün bu olayları
gelecek zamanlarda görebilmek hatırlayabilmek için ne olur bir küçük fotoğraf
makinesi? Ne gezer, yokluk zamanı (SENA) millet vesika ile yemek alırken
nereden de ben fotoğraftan bahis ediyorum. Dedik ya çocuk, ne yaparsın
büyüyecek, bunları anlatacak, kimse inanmak istemeyecek, ona koyacak. Bir hoş
olacak.
Köydeki yaşantı
bazen hoş, bazen üzücü, bazen hasret dolu anlar içinde geçerken annem ve
babamın kardeş ve akrabaları köye yerleşmeye başladılar. Bu durum anne ve
babamı bir hayli rahatlattı, artık yalnız değillerdi.
Sabah olmuş babam
çok erken saatlerde evden çıkıp LİSKAT AVODA’nın vermiş olduğu taş kırıp yol
yapmak işine gitti. Öğlen saati annem elime vermiş olduğu çıkınla dağ başındaki
yol yapımında çalışan babama yolladı.
Çıkını sallaya
sallaya vardığımda gözlerim babamı aramaya başladı ve karşımda hiç
unutamayacağım acı tablo göründü.
Eve gidip gelmeler
ile evde Türkçe, İspanyolca duyulur oldu. Birinci yerleşim senesinin sonlarına
doğru, babam nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde İstanbul’dan tanıştığı
arkadaşı ile birlikte köyün giriş caddesinin içinde, "İstanbul
Pazarı" bakkal dükkânını ortak olarak açtılar. Dükkân İngilizlerden kalan
mallarla donatıldı. İş başladı, raflar epey malla yüklü, müşteriler dost,
ahbap, akraba. Babamın yüzü güler oldu. Her işten dönen, dükkânda mola verip
hafif sohbet, muhabbet, gündüzün karısı alışverişini yapmadı ise,
alacağını alır, yoluna devam eder, hesap deftere yazılır. Bu ahenk altı yedi ay
sonunda değişmeğe başladı. Akrabalar sohbet etmekle geçinip, eke bile almaz
oldular. Nasıl alsınlar? Mallar azaldı, lüzumlu mallar yalnız partiye bağlı
bakkallardan (SALHANIYA) almak mümkün... Peyniri almışken ekmek de alınır.
Bizim Nesim ekmeklerini evine mi götürsün?
Nesim Efendiyi
tekrar dükkân kapısında oturmuş düşünür, susar, düşünür gören ben küçük çocuk
ta olsam çok üzücü... Bu durum sönmekte olan yanan mum gibi bir sene daha devam
etti. Ben dokuz, kardeşim beş yaşında, evde güleryüz görmek zor. Yapılan bütün
gayretler netice vermiyor. Babam çok dürüst bir insan, dürüstlük böyle bir
yerde ve zamanda böyle insanlara azap çektiriyor.
Artık durum
çekilmez hale gelmiştir. Bir günün akşamında biz çocuklar büyük odada yatmış
yarı uyuyor iken aniden küçük mutfaktaki odada annemin, babamın sessizce
konuşmaları arasında annemin acı, acı ağlayışını, burnunu dolduran gözyaşlarını
çekip çekip yutkunduğunu hissediyor yatakta bir sağa, bir sola dönüyor sessizce
onunla beraber ağlıyor, ağlıyorum.
Böyle bir zamanda
tekrar sabah olmuştu. Babam bavulu elinde annemle vedalaştıktan, bizleri öpüp
sardıktan gözlerinden süzülen yaşları silerken Haifa otobüsüne binip onunla
beraber uzaklaşıp kayboldu.
Peki, bu kadın bu
iki küçük çocukla ne yapar? Nasıl geçinir? Dükkân ne olacak? Kim bütün kalan
şeylerle uğraşacak? Böyle bırakıp gitmek olur mu? Annem olacak kadın ne kadar
kuvvetli olabilir? Bu cefa nedir? Neden her şeyi bırakıp geldik buralara? Bizi
kovan mı oldu? Nerede vaatler? Nerede Siyonizm? Gelecek sene Yeruşalayimde!!!
Geldik, gördük, yaşadık. Dönüyoruz!!!
Bizler yalnız,
babamdan haber iki hafta sonra ulaşır. Varır varmaz geri dönüp yerleşmek için
iş ve ev aramağa başlamış denir. Babam her ne kadar göstermez ise de annemi
bütün kalbi ile seven, ailesini onun en kutsal şeyi sayan, mütevazı, ciddi, karşısındaki
insana insan hürmeti veren ve bunu aynı şekilde karşısındaki insandan bekleyen
bir zat. Böyle olunca bu sıkı anda bunun semeresini eski komşumuz, orta
yaşlarda henüz evlenmemiş, kendini mahzurlu erkek kardeşine adamış, akrabamız
gibi saydığımız Eliza Teyzemiz babamı İstanbul’a vardığında karşılayanlar
arasında idi. Bütün hikâyeyi dinledikten sonra Babama, yarından tezi yok
kendine İstanbul’da geçinebileceğin küçük bir dükkân ara sen benim ağabeyim
kadar sevdiğim, saydığım kimsesin, bunun için lüzumlu parayı ben sana
vereceğim, kazandıkça ödersin der destek olur. Bu kadını hayat boyunca ne
babam, ne annem, ne de bizler karşılıksız iyiliğini unutmadık, bu kadını
sevdik, saydık, aradık. Ne demişler iyi dost kötü günün dostudur!!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder